“Mega Suçlar”ın Yüzyılı
Sicillerinde sayısız kitlesel kıyım ve soykırım bulunan sömürgeci Kapitalist dünyanın yırtıcıları, kana doymamış vampir güdüsüyle daldılar 20. yüzyıla.
Perdeyi Alman egemenleri açtı. Etkinlik alanları güçlenen ekonomisine dar gelen Prusya Almanya’sı, Kara Afrika’nın yağmalanmasında İngiltere ve Fransa gibi rakiplerine oranla hayli geç kaldığından dizginsiz bir yayılma hırsına sahipti.
Marx’ın “…bir askeri despotizmdir” dediği Alman devlet aparatı, Güney Batı-Afrika’nın uranyum, altın, gümüş ve elmas gibi zenginliklerine el koymak için bahaneler arıyordu. Bütün diğer sömürgeciler gibi gerekçe bulmak ya da yoktan var etmek hiç de zor olmayacaktı Alman militarizmi için.
İki klasik sömürgeci yöntem vardı: Ya İncil, yardım ve medeniyet götürme biçimindeki “örtülü, yumuşak” tarz, ya da birbirine düşürülen yerli kabilelerin “himaye” talebinde bulunmalarını sağlayarak müdahale; olmadı doğrudan, açık terörcü işgal hareketleriyle saldırmak.
Başında II. Kaiser Wilhelm’in bulunduğu Alman emperyalistleri, tarihi/kültürel mizacına da uygun olarak ikinci tarza daha yatkındı. Nitekim, 1904-1909 yılları arasında kendi topraklarından 8.500 km uzaklıktaki Namibya’da inanılmaz bir vahşete imza atarak, bu tarihsel yargıyı doğrulamış oldu.
Namibya’da girişilen katliamların sonucunda
Ova Herero halkının %80’i, Nama halkının ise %50’si benzersiz bir hunharlıkla yok edildi. Yerli halkın toplam kayıbı 100.000 kişiyi buluyordu.
II. Kaiser Wilhelm’in Tam yetkiyle donattığı ve emrine Alman İmparatorluğu’nun en seçkin birliklerini verdiği General Lothar von Trotha, işgale direnen kabilelere karşı son derece zalimane yöntemler kullandı. Asarak, kurşuna dizerek ve kafa keserek infaz, yaygın tecavüz, zincirleyerek konsantrasyon kamplarına doldurma, su kuyularını zehirleme, katliamlardan kaçabilenleri sığındıkları Kalahari Çölü’nün kızgın kumlarında açlığın/susuzluğun, yırtıcı kuşların ve zehirli çöl canlılarının cehennemine terketmek gibi nice “uygar” yöntem…
Köpekbalığı Adası (The Shark Island)’ndaki vahşetten kurtulan biri yaşananları şöyle ifade ediyordu: “Almanlar beni adaya gönderdiler. Bir yıl orada kaldım. Yaklaşık 3.500 kişiydik; sadece 193 kişi geri dönebildi, 3.307’si adada öldü”.
“Adaya götürülenlerin yaptığı angarya işlerin başında ise daha önce orada ölenlerin cesetlerindeki kafatası gibi belli kemikleri etlerinden sıyırarak temizlemek vardı. Temizlenen kafatasları ‘bilimsel’ araştırma amacıyla Alman üniversitelerine gönderilmekteydi.”[1]
Alman İmparatorluğunun 1884-1915 yılları arasında esareti altında alarak zenginliklerini yağmaladığı Namibya’da yaptıkları apaçık, ama unutturulmaya çalışılan bir dış soykırım idi.
Evet, ortada henüz Birleşmiş Milletler ve Rafael Lemkin’in iki dünya savaşı arasında geliştirdiği “jenosid” kavramı yoktu. Yani Alman emperyalistlerinin yargılanmasını gerektirecek suçlar hukuken tanımlanmamıştı henüz.
Ancak bir hukuki boşluk, tarihin tanıklığında ceryan eden bu ağır insanlık suçunun bir soykırım olduğu gerçeğini ortadan kaldırabilir miydi?
1915
Küresel ölçekteki ilk paylaşım savaşına gelindiğinde, 15. yüzyıldan itibaren Afrika’yı, giderek Amerika ve Avustralya’yı sömürgeleştiren Latin, Anglo-Sakson, Cermen, Osmanlı/Türk kökenli İmparatorluk ve ilerleyen zamanda oluşturulan ulus devletlerin tarihi büyük cinayet ve yağma eylemlerinin tecrübesiyle zaten doluydu. Ama, iki emperyalist kamp arasında girişilen dünyanın yeniden paylaşımı kavgası, o güne kadar görülmemiş boyutlarda “mega cinayetlere” ve ardından gelen mal-mülk gaspına tanıklık edecekti.
Büyük savaşların büyük soykırım ve yağma eylemleri için eşsiz fırsatlar yarattığı gerçeği önceki yüzyıllar boyunca yeterince tecrübe edilmişti. İttihatçıların Osmanlı coğrafyasının Hristiyan yerlilerinden arındırmayı öngören ölümcül planları için, “eksik olan vasıta değil, vesileydi” denmesinin nedeni tam da buydu.
Enver ve çetesinin önderliğindeki Osmanlının 1. Dünya savaşına iştahla dalmasında Almanların, “kazanırsak Sudan, Mısır ve Kudüs yeniden sizindir” vaadinin payı büyüktü elbette. Fakat bundan daha da önemlisi, 1912-13 Balkan yenilgisinden sonra hızla olgunlaşan, İmparatorluğun Gayrimüslim halklarından, özellikle de Ermenilerden tamamen kurtulma, zenginlik birikimlerine el koyma, panislamizmle kurtarılamayan İmparatorluğu, pantürkizm ile yeniden rayına koyma hayaliydi.
Almanya’nın savaş planlarında, rakip kampın önemli gücü Çarlık Rusya’sının yenilgisi için öngörülen “demografik koridor temizliği” düşüncesi, Enver Paşa liderliğindeki Turancıların Osmanlıyı Ermeni/Hristiyan “habis urlardan temizleme” planlarıyla birebir örtüşüyordu.
“Fırsat bu fırsat”tı. Zira önceki katliamlar, sorunu “kökten çözmeye” yetmemişti. Bırakalım Batı-Ermenistan’ın değişik bölgelerindeki toplu imha eylemlerini, yalnızca 1894-96 yıllarında yaşanan İstanbul merkezli katliamlarda öldürülen Ermeni sayısı Alman kayıtlarına 80.000 olarak geçer. Fransız ve İngiliz konsolosluk raporlarında bu rakam, 100.000 ila 200.000 arasında değişir. Ermeni patrikliği ise verilen sayılara itiraz ederek, gerçek ölü sayısının 300.000 dolayında olduğunu söyler. [2]
Yine, 1909’da Adana ve çevresinde (Kilikya) yaşanan pogromlarda öldürülen Ermeni sayısı -Cemal Paşanın rakamlarıyla- 17.000 kişidir. Gerçeğin bunun iki katı olduğu ise bir sır değil.
Ne var ki, 1914’e kadar içlenen tekil ve kollektif cinayetler, Pan-Turancı histerilerden gözü dönmüş İttihat-Terakki yöneticilerini tatmin etmiyordu. Balkanlar’da yaşanan yenilgi apaçık bir travmaya dönüşmüştü ve gayrimüslim topluluklar açısından meselenin kökten “halli”, yani “final çözüm” icap ediyordu.
Birer süreç olan soykırımların genel plandaki şeması, 1915-16’da aynen işleyecekti:
Hedef topluluklara karşı oluşturulan nefret;
Devletin kumandasında, muhalefetini sindirmiş/susturmuş, yarı askeri tarzda örgütlenmiş, sıkı disiplinli monolitik bir partinin varlığı (İTC);
Kurban adayı kitlenin düşünen elitinden, yani beyininden koparılması, silahsızlandırılması ve her türlü savunma mekanizmasından mahrum bırakılması;
Savaş konjonktürü gibi dış etkenleri kurbanların aleyhine kullanılması;
Uygulama safhasında iç ve dış kamuoyuna karşı kullanılan hilekâr yöntemler, hedef şaşırtma, sistemli tarzda kurban kitleyi suçlama ve hız.
Sonrasında ise, külliyen inkâr ya da “onlar başlattı”, “Tehcir yolunda hastalıktan, soğuktan/sıcaktan ve açlıktan öldüler” gibi manevralar…
“Millet-i Hakime” olmak iddiasıyla ve aslında toplumu zapturapt almak için “Millet-i Mahkûme” yaratmak, bir iktidar klasiğidir.
“Sütçü Bulgarlar, domuz çobanı Sırplar, meyhaneci Yunanlar” ve bir zamanların “Millet-i Sadıka”sı olan “Kahpe Ermeniler”e karşı kindarlıkla kışkırtılan müslüman ahaliye, “Müslüman’ın kâfire üstünlüğü” duygusu verilmeden tarihin en korkunç cinayetlerinden birine angaje etmek mümkün olamazdı.
Balkanlar, Anadolu ve Mezopotamya’yanın görece ileri, örgütlenme bilincine sahip, üretim ve sanat erbabı Hristiyan halklarını daha 16. yüzyıldan başlayarak aşağılayan Osmanlıcı/İslamcı/Türkçü “hoşgörü”nün, Kızılbaş, Ezidi, Roman vb gibi daha dipteki topluluklara neleri reva gördüğü ise malum.
En geniş toplumunsal kesimleri suça ortak etmeden büyük kırımları gerçekleştirmenin zorluğunu bilen egemen azınlıklar, tarihin her döneminde etnik, inanç, dil ve dinsel farklılıklardan düşmanlık üretmeyi, üretilen düşmanlığı canlı tutmayı, yeri/zamanı geldiğinde ise bu ölümcül enerjiyi harekete geçirmeyi başarmışlardır. Halkların teba ruhuna ve anıtsal cehaletine yapılan yatırımlarla paralel işleyen bir mekanizmadır bu.
…
Alman İmparatorluğunun fiili yarı-sömürgesi haline gelen “Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı”nın, ölümden kurtarılarak eski “ihtişamlı” günlerine döndürülmesi hayali, zamanla tarihin en kanlı trajedilerinden birine dönüşmekte gecikmedi. Alman egemenlerinin de azmettirmesiyle “fırsat”ı ganimeteçevirmek isteyen jön Türkler, ittifak devletlerinin yanında “Harb-ı Umumi”ye balıklama girerek, dört yıl süren boğazlaşmanın en korkunç insalık suçuna imza atmış oldular.
Bir taşla birkaç kuş vurma rüyası gören İttihatçı kurmayların arkalarında bıraktıkları tablo, tek kelimeyle korkunçtu:
Aylarca ceset taşıyan nehirler, elleri/ayakları kesilerek canlı canlı dağ kuyularına, derin vadilere doldurulan tehcir kervanları, toplu mezarlıklar, Deyri-Zor çöllerine saçılan çıldırmış kadın ve çocuklar, Diyarbakır, Viranşehir, Cizre, Urfa ve Mardin’de kurulan halka açık esir pazarlarında bir kuzu fiyatına (5-20 kuruş) satılan çocuklar [3], Ermeni kız çocuklarının pazarlandığı genelevler, tarihin o güne kadar tanıdığı en büyük yetimhaneler, çocuk, kadın ve mal-mülk gaspı, can havliyle kadim yurtlarını terk ederek dünyanın dört bir yanına dağılan “kılıç artıkları”.
Ve soykırım içindeki soykırım; yani Süryanilerin felaketi demek olan SEYFO.
16 ay gibi rekor bir sürede Batı-Ermenistan isimli bir ülkenin nüfusunu ölüm yolculuğuna çıkaran, tüm zenginlik birikimini yağmalayan, dönemin en gelişmiş tarım ve manifaktür üretim tekniğine, mimarisine sahip yerli bir uygarlığı haritan silenlerin kendilerinin de yarı yarıya haritadan silinmiş olmaları, dosyanın kapandığı anlamına gelmemeli.
Ne acı ki, Alman ve Osmanlı/Türk egemenlerinin Güney-Batı Afrika ve Osmanlı coğrafyasında 1904-1918 arasında gerçekleştirdikleri iki
Büyük soykırım, hesabı gereği gibi sorulamadığından, 1937-45 yılları arasında yapacakları çok daha organize ve çaplı soykırımlar için birer laboratuvar işlevi görecekti.
1937-38
Devam edecek
8 Mayıs-2019
…
[1] https://insamer.com/tr/almanyanin-kacindigi-tarih-namibya-soykirimi_571.html#_edn3
[2] T. Akçam/ İnsan Hakları ve Emeni Sorunu/S.89-90
[3] Y. Ternon/ Mardin 1915