Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Bahçeli’nin Çağrısı Vesilesiyle, İhtimaller ve Gerçekler

Devleti bu çağrıyı yapmaya teşvik eden şey daha çok yasalarını yönetemedikleri koşullar ve konjonktürdür: Sistemin yaşadığı kriz ve savaşı devam ettirecek finansal kaynaklarının tükenmesi zorlayıcı sebeplerden bazılarıyken, Ortadoğu’daki gelişmelerin, bölgenin tümü için açık hale getirdiği konjonktürel yönelimin Erdoğan’ın “eş başkanlığını” yaptığı “büyük Ortadoğu Projesi’nin finale zorlamasıyla doğrudan ilişkilidir.

Önce gerçekler;

MHP lideri devlet Bahçeli’nin parlamentoda DEM Parti yetkilileriyle tokalaşmasıyla başlayan “ne oluyor” sorusuna her toplumsal kesim kendince bir cevap ararken, aynı bahçelinin bir hafta sonra Abdullah Öcalan’ı kastederek, “Türkiye’ye getirilirken ‘her türlü hizmete hazırım’ diyen terörist başı buyursun terörün bittiğini ,örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin…Bu dirayet ve kararlığı gösterirse, umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önünü de ardına kadar açılır. Adres ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM’e uzansın, bu ağır ve tarihi terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın” çıkışıyla el yükselterek ülkenin ve siyasetin tüm gündemlerini gölgede bıraktı. O günden beri her toplumsal kesimin temsiliyetleri üzerinden gösterdiği tepkiler üst üste gelirken, şimdiye dek, bu çağrıyı yapan bahçeli ve eklemlendiği AKP ile, gösterdiği refleksten bilgilendirildiği anlaşılan Özgür Özel’in dışında bu tutumun arka planında hazırlanmış olan sofrada, “aşçı”nın, sofraya oturanların sindirim sistemini dikkate alarak mı yoksa ev sahibinin hazmına göre mi bir menü hazırladığını tam olarak bilen yok. Bütün çeşitliliğiyle ortaya çıkan tek şey sayısız ihtimaller, “muhataplarına özel” şifreli konuşmalar ve bir de tabii Erdoğan ve Bahçeli’nin asla konuşmasını istemediği gerçekler var. Hal böyle olunca muhataplar dışında kalanların yapacağı şey de ihtimaller içinde en gerçekçi olana bizi götürecek adımı atmak kalıyor. Bu adım ise, öncelikle “Kürt sorunu” diye tabir edilen sorununun TC devletiyle ilişkisinin 100 yıllını paragraf başarılarıyla hatırlamak ve özellikle AKP iktidarlarının bu sorunla kurduğu ilişkiyi gözden geçirirken ABD emperyalizmi tarafından kavramlaştırılan “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)”nin bu coğrafi sahada aldığı biçimin Erdoğan’la ilişkisini de hatırda tutarak olur.

“Kürt sorunu” gerçekten nedir?

Daha başından dikkat çekilecek şey, “Kürt sorunu” kavramıdır. Bu kavramlaşma kürdün yaşadığı sorunu içermiş olarak bir parça gerçeklik içerse de daha çok devletin telaffuz etmekte fazla bir sorun görmediği sorunlu bir kavram olduğunun biz de bilincindeyiz. Zira “Kürt sorunu” kavramının sıradan kitlelere verdiği mesaj, daha çok olumsuz bir içerik hatırlatmasıyla bu sorunu “Kürt olanın” çıkardığı bir sorun biçiminde algılanmaktadır. Oysa bu kavramla tarif edilen sorun Kürdün değil, devletin yarattığı bir sorun olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Durumun böyle olduğu öylesine açık ki, kuruluş felsefesi ve siyasal rolü, Türk’ün dışındakini inkâr ve imhaya kurgulu olan MHP’nin diline ilişmesine asla izin vermediği bir realite olarak, gele gele, Bahçeliye kurduğu cümleyle de, “ağır ve tarihi bir sorun “olarak tanımlandı. Yani tamda, muhataplarına çağrıyı yapanların yarattığı bir sorun olduğu içindir ki bir tokalaşma ve birkaç cümlelik emrivaki “çağrı” ülkenin ekonomik ve siyasi nitelikteki tüm ağır sorunlarını baskılamış olarak ön plana çıkabildi.

Oysa tarihsel süreci ve siyasal niteliği bakımından bu sorun, “Kürt sorunu değil”, ulusal sorun, milli sorun, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayın Hakkı”dır. Bu hakkın soruna dönüştürüldüğü her yerde, kendi milli çelişki olarak tanımlar. Çelişki böyle karakterize olduğunda ise, ya milli züllüm, ya sömürge ve ilhak ya da fiili bir işgale tekabül eden sorunun ortadan kaldırılmasını talep eden bir örgütlenme ve direnişi koşullar ki yüzyıl boyunca baş gösteren Kürt isyanlarını ve PKK’yi tarih sahnesine çıkaran koşullar da bu zorunluluklardır, ve talepleri de oldukça meşrudur: Kürtler, dünyanın ulus statüleriyle kendi kaderlerini tayin etmiş tüm uluslar gibi, ve bu ulusların içinden biri olan Türk ulusu gibi nasıl yaşayacaklarına, nasıl bir siyasal ve ekonomik sistem kuracaklarına, hangi uluslarla birlik halinde, hangileriyle ortak bir devleti paylaşacaklarına, kiminle dosdoğru kardeş, kiminle dost olarak ve barış içinde kalacaklarına; yaşam hukukunu hangi üretim ilişkisine dayandıracaklarına, neyi üretip neyi tüketeceklerine vb. kendileri karar verme hakkını kullanmak istemektedirler. İşin özü budur. Dolayışıyla Bahçeli’nin kurduğu cümlelere yerleştirdiği “umut hakkı” kavramı devletin hala Kürtleri mücadeleye sevk eden gerçeklikle ilişkisini anlamaya yanaşmadığını gösterir. Oysa bir umut hakkına saygı duyulacaksa, tarihten ve doğuştan gelen haklarını istedikleri için yüzyıldır kırılan, zülüm gören ve hapsedilen bir ulusun, günün birinde özgürleşmiş olmayı umut etme hakkı, rehin alınmış birkaç kişinin “dışarıyı görme” hakkından daha insani daha evrensel ve tarihsel bakımından da daha ahlaki bir haktır. Bahçelinin bu bağlamda dile getirdiği ise, bir hakkı hatırlamaktan çok, köleyi efendiye başkaldırdığı için pişmanlık duymaya davetidir ve bu anlayış gerçekler nazarında utanç vericidir. Bahçeli ve devlet, yüzyıl sonra “umut hakkına” saygı göstermeyi aklına getirmişse, yapacağı şey bir kez daha Kürtlere “pişmanlık” dayatmak değil, Kürtlerin tarihsel gelişme yasalarına duyduğu inançla yüzyıldır Kendi Evini Kurma Hakkı için çan bedeli mücadelelerle ve direnişlerle korudukları ‘kendi olma’ hakkına ve bunu yaşayacakları bir günün geleceği umuduna saygısını açıklamalıdır.

Öcalan’a çağrıyı yapan kişi değil DEVLET’tir. Çağrı için görevlendirilen kişi de bu adresin subliminal açıdan teyididir

Evet bu çağrının iktidarın ortağı olan devlet bahçeli tarafından yapılmış olasının yarattığı şaşkınlık anlaşılır olsa da, hiç tereddüt duyulmayacak gerçek şu ki, iktisadi ve tarihsel gelişmeden, doğal varoluş yasalarından ve insanlığın ulaştığı “insana uygunluk” seviyenin kabulünde ortaklaştığı (“Ulusların Kendi Kaderini Tayın Hakkı”) evrensel ölçüden gelen bir zorunluluğu yok saymakla yüz yılı dolduran TC devleti, nihayet yok saydığı Kürt gerçekliğini kabul etmiştir.

Kürtler, Bahçeli ve iktidarın “vardırlar” demesiyle cinden çıkmış gibi ortaya çıkmış günün ulusu ve halkı değildir. Kürtler, bin yıl önce Türkleri Doğubeyazıt’ın sınırlarında yurtlarına kabul Ederlerken de, Osmanlının “Kürdistan” dediği coğrafyada yaşayan bir halk olarak da; Osmanlının elinde kalmış son “bakiyesini” Anadolu toprakları üzerinde devralan “Cumhuriyet’in ilk meclisinde temsilcilerini “Kürdistan mebusu” kabulüyle de ve çok daha öncede Mezopotamya halklarından biri olarak da tarih kayıtlı bir varlık, bir halk, bir gerçeklik ve yaşamsallıktır.

İnsanlık toplumunun imparatorluktan uluslaşmaya geçtiği, yani tarihsel gelişmenin kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir zorunluluk olarak ulus temelli yaşamın coğrafi, siyasi ve hukuki formatta tamamlandığı 20. yüzyılın başına kadar bu fırsatı ve hakkı kullanması zor ve aldatma yoluyla engellenmiş olan Kürtlerin, henüz bu hakkın bilincini edindiği sürecin başında 1. Dünya Savaşı’n galip emperyalistleri tarafından dört parçaya ayrılarak her biri emperyalizmle iş birliğine girerek bağlılıklarını teyit eden dört (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) bölge devletine pay edilmiş ve Kürdistan’ın kuzey parçası da coğrafi ilişki üzerinden Türkiye’ye bağlanmıştır. O günden itibaren milli zulüm altında asimilasyona ve inkara direnen Kürtler, her ulus gibi ve bir ulus olarak Türk ulusu gibi kendi devletlerini kurma hakkı da dahil özgür iradesiyle kararlaştırdığı herhangi bir biçimde ulusal iradesini ortaya koyma özgürlüğünden vazgeçmemiştir. Yani ulus olma koşulları bulunan her ulus gibi bir ulus olarak Kürtlerin yaptığı şey de Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının peşinden gitmeleridir. Bu anlamıyla kürdün hiçbir direnişi, isyanı ve savaşı terör değil, ulusal kurtuluş mücadelesi, kendisi olma, kendi ulusal kimliğiyle var olma ve kendisini yönetme hakkıdır: Bu istek ve mücadele haklıdır, meşrudur, zorunludur! Hatta bırakalım Leninizm’in UKKTH ilkesini, TC’nin bağlı olduğu uluslararası egemenlik hukuku açısından da hukukidir. Kürtlerin mücadeleleri bu haklar için verilmiş, bu haklar için mücadeleler nedeniyle zülüm ve ölümle gelen devlete karşı isyanlar, direnişler göstermiş ve nihayet kırk-elli yıldır da gerilla savaşı bu haklara erişmenin vazgeçilmez mücadele tarzı olmuştur. Ama tekrar etmek gerekir ki öte yandan bu mücadeleler defalarca ve defalarca kanla bastırılmış ve bütün bunlar Kürt’le muhatap olan bölge ülkelerinin birbirleriyle ve efendileri emperyalist ülkelerle iş birliği içinde gerçekleşmiştir. 100 yıllık bu süreç boyunca Dersim 38’de bu bastırma soykırım düzeyine varırken bu düzey Halepçe’de kimyasal silahlarla sürdürülmüş İran parçasında ise kurulan idam sehpaları bugüne değin hiç kaldırılmadan çalışmaya devam etmektedir, “Kürt Sorunu” dendiğinde kürdün ve türkün tarihini bilip yaşayanların aklına ilk gelen ve esasen Türkiye halklarından saklanan gerçekler bunlardır.

Gerçekliğin diğer bir boyutu da şudur: bu büyük ve kadim ulus neden ulusal birliğini siyasal bir egemenliğe eriştirmeden emperyalizm çağına yakalandı? Bir özet gerekirse gerçekliği şudur: On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı imparatorluğu tarafından tutsak edilen ulusların başlattığı özgürleşme hamleleri Balkanlar, Afrika ve Ortadoğu’da her ulusun kendi egemenliğini elde etmesiyle sonuçlanırken Kürtlerin, kendilerine ve bölgeye özgü birtakım tarihsel kültürel sosyolojik sebepler nedeniyle ulusal uyanışı gecikti. Bu gecikmenin objektif sebeplerinden bazıları; Osmanlının Kürdistan’da Kürt beylikleri üzerinden kurduğu statünün Kürtlerin “kendilerini yönettiği” algısı, imparatorlukla aynı dini benimsemelerinin getirdiği kutsiyet bağının ulusal kimlikle var olmaya baskın gelmesi ve sosyolojik dokunun aşiretçilik üzerine oturmasının biriktirdiği iç güvensizliklerin Osmanlı ve TC tarafından ustalıkla kullanılması gibi nedenler, hem uyanışı hem de birliği geciktirmiş, Kürtler bu handikaplarını çözemeden devletsiz bir ulus olarak emperyalizm çağına yakalanmışlardır. Ve bu bağlamda göz ardı edilemeyecek en temel gerçeklerden biri de Ermeni Soykırımı sürecinde Kürt beyliklerini ve aşiret ağalığı sisteminin Ermeni halkının mal mülk ve servetlerine çökmesi üzerinden suça bulaştırılmış olması Kürtlerin ulusal bilinci üzerinde bir körlük etkisi yaratmıştır. Ermeni Soykırımı’ndaki bu kan ortaklığı Osmanlı’nın kalıntıları üzerinde Cumhuriyetle aldanan yeni sisteme Kürtler, bu, biri manevi diğeri de basbayağı “çağcıl” olan ‘Maddi Çıkarlar ‘üzerinden Cumhuriyetin kurucu kadrolarının verdiği sözlere inanmanın kefareti de yüzyıllık ölümcüllük olmuştur. Bu ölümcül olmuştur çünkü Cumhuriyetin kuruluşunu takiben baş gösteren hemen her isyanın önderliği görüşme barışma vadiyle tuzağa düşürülüp idama gönderilmiştir, Dersim örneğinde olduğu gibi bastırma soykırım düzeyine vardırılmış,…özyönetim direnişinde Kürtler, sığındıkları bodrumda gaz dökülerek diri diri yakılmış, direnişçilerin sığınakları kimyasal ve taktik nükleer silahlarla vurulmuş, hapishaneler ise yüz yıl anlatılsa bitmeyecek mili züllümün üretilip uygulandığı vahşet kafeslerine dönüşmüştür. “Kürt sorunu” olarak tarif edilen tarihsel sorunda yaşanan gerçekler öz olarak bunlardır.

TC devletinin bu aşamada, ilk kez bahçeli sözcülüğünde dile getirdiği çağrı ise, bu yüzyıllık “ağır ve tarihi” sorunun, yüzyıldır uygulanan asimilasyon, inkar, zülüm ve katliamlarla çözülemediğinin farkındalığına işaret olsa da çağrıyı koşullayan esas etken, dört parça Kürdistan’ın ilhak statüsünü Türkiye ve bölge devletlerine yüzyıllık bir zamanla hukuklandıran emperyalist oyun kurucuların, bu zamanın bitmiş olması sebebiyle yeniden devreye girerlerken TC’nin bu çıkışla dışarıya verdiği en temel mesaj “ben de varım”dır. Devlet bu çıkışla, “Bu statüyü korumak şartıyla (abç)bende değişmeye, taviz vermeye varım” demektedir. Belirsiz olan tek şey, (ki ihtimaller zemininde fikir üretmenin zorunluluğunu koşullayan şey de bu belirsizliktir) Kürdistan’ın statüsünün bu yeni süreçte nasıl olacağıdır. Yani, statü yeni baştan belirlenirken, bir kez daha ilhakçı bölge devletlerinin mi, bu devletlerin içinden bazılarına kaybettirirken bir ya da iki devletin kazanımlarının sürdürülmesi mi yoksa birliğini kurmuş bir devlet statüsüyle Kürtlerin mi kazanacağını söyleyebilmek için, perde arkasındaki sahneyi, oyuncular, dekor ve içerikle birlikte az çok görmeye ihtiyaç vardır. Ancak zamanla görülecek kurgu ne olursa olsun, tayin edici olanın, ezilen tarafın, yani Kürtlerin tutumu, birliği ve kararlılığının boyutu olduğu-olacağı ise tartışmasızdır.

İhtimaller ve sorumluluklar?

Daha geriye gitmeye gerek yok; son 3-4 aydır Barzani KDP’sinin desteğini alarak Irak Kürdistan’daki PKK üst alanlarını çevirme, geçiş hatlarına karakol ve kontrol noktaları oluşturmakla meşgul olan devletin, uzun süreden beri hayalini kurduğu PKK’ye Tamil Kaplamalarının akıbetini “hediye etme” çalışmasının, Erdoğan’ın, “kilit kapanmak üzeredir” sözlerinden de açığa vurduğu rüya, bir türlü bitmemekte ve devletin gerçeğe uyanmasını engellemektedir

Oysa Tamillerin mücadele koşulları, araçları ve kapasitesi bakımından Kürtlerle benzer hiçbir maddi temele sahip olmadıkları şu iki üç kıyaslamada görmek mümkündür. Tamiller bir ada coğrafyasında savaşıyordu. PKK dört parça Kürdistan’da ve bir kıta coğrafyasında büyük bir hareket esnekliğine sahiptir; Tamiller yaşadıkları dramatik sondan önce fiili bir özerklik statüsünü yaşıyor olmanın rehavetindeydi; PKK kırk yıldır gece gündüz dört parçada bombalar ve kimyasal saldırılar altında savaşmakta üstelik Kürdistan’ın dört parçasının ikisinde Kürtler, ırak parçasında uluslararası hukukla desteklenen bir özerk bölgeye, Rojava parçasında da fiili bir kendi kendini yönetme düzeyinde mevzi kazanmışlardır. Tamiller bir ada coğrafyasında, isteseler de fiziki olarak omuz omuza olacakları müttefik edinme imkanından yoksunken, PKK her yeni günde pek çok tarihsel fırsat ve seçeneği üretme özelliğine sahip satranç tahtası benzeri bir coğrafi zemininde taşlardan hangisini geri çekip yeniden oyuna süreceği, hangisini dinlendirip hangisine hamleler yaptıracağına imkân veren pek çok seçeneğe sahiptir…bunun gibi. Statükonun tarihsel siyasal koşul ve fırsatlarından yoksun olmaları ve Sri Lanka faşist devleti ile çıkarları bütünleşen büyük Hint faşizmi ile karşı karşıya olması örneklerini hatırlamak yeterlidir. Dolayısıyla ihtimallerden biri olarak devletin bu rüyadan uyanınca yüzleştiği gerçek, göredurduğu rüyanın motivasyonundan daha baskındır artık. PKK’yi bitirme ve “Kürt sorunundan” kurtulma temel hedefine bağlı kalmaktan asla caymayacak olan devletin zamana ayarlı bu hamleyle kazanmayı umduğu şey, Kürtlere karşı sürdürdüğü savaşta sıfırlanan bütçeye bir çözüm bulana kadar, bir önceki çözüm sürecinde yaptığı gibi Kürtleri oyalama, rehavete sürükleme ve paralel olarak savaş için kaynak oluşturma ve bölge devletleriyle ittifak olanaklarını yakalayarak silahlı ve örgütlü Kürt direnişini tasfiye etmektir. Tarihsel süreçler boyunca benzer çelişmelerin doğası hatırda tutulursa, bu beklenmedik çağrının çağrıştırdığı en güçlü ihtimal budur: Amacından vazgeçmeden söylem ve biçim değiştir!

Ama unutmamak gerekir ki tokalaşma ve Öcalan’ı parlamentoda konuşmaya davet, bir başlangıç değil sonuçtur ve bu girişimin bahçeli üzerinde yapılması da enine boyuna hesap edilmiş bir mesajdır. Mesajı Cumhuriyet tarihinin en pragmatik en yanar döner, sözleri ve vaatleriyle en güvenilmezi olan Erdoğan’ı bile bu özellikleriyle geride bırakan; “devletin bekası” söz konusu olunca kişisel onur ve haysiyet kaygısını burun silen bir peçete gibi fırlatıp atan Bahçeli’yle bu sürecin başlatılması, onun bu çıkışına karşı yalandan muhalefet yapanların yarattığı algının aksine CHP’nin Kürtlere devlet diye “Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmeyi” teklif etmesinden de anlaşılacağı gibi, Bahçeli’nin o an geldiğinde idam ipini göstereceğine duydukları güvenle bu “devlet kararı”na katkı yapmaktadırlar.

Gerçekliğin böyle kurgulandığını anlamak için gözden kaçırılmaması gereken en önemli veri, Erdoğan’ın, güya İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı tehlikesini görüşmek üzere, “İsrail’in saldırıları ve Ortadoğu’daki gelişmeler” gündemiyle 8 Ekim’de yaptırdığı kapalı meclis oturumudur. Bu oturum tam da şeytanın gizlendiği yer olarak kamuoyuna sunulduğu gibi “İsrail’in Türkiye’ye saldırı riskinin tartışıldığı gündemle” değil, sonrası tüm verileri diyalektik bir ilişkiyle değerlendirmeyi becerebilen her insan için anlaşılabilir ki asıl gündem Kürt sorununun çözümüne ilişkin devletin Abdullah Öcalan’la vardığı anlaşma taslağı konusunda tüm partilerin bilgilendirilmesi, devletin bu hamlesine kamuoyunun hazırlanması, danışıklı “muhalefetin” yapılış tarzına ilişkin kimin nasıl yapacağına dair herkesin rolünün dağıtılmasının kararlaştırıldığı bir oturum olmuştur.

Bul rol paylaşımına göre bugüne değin Kürtlerin inkârı ve imhasında başlat rol almış olan ve ama kamuoyu karşısında Bahçeli’nin deyimiyle “politikanın gereği” hep birbirine karşıymış gibi görünen iki partiden biri olan MHP, Kürtlere el uzattığında, CHP de bu eli “yükseltecek”; Bahçeli, Kürtler dilini konuşabilir dediğinde, CHP, “ben de el yükseltiyorum, Kürtlere, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum” diyecektir. Bu iki partinin ideolojik yedeği D. Perinçek de bu açılıma ateş püskürüyormuş gibi yaparken, “itirazları” arasına bu açılımın “devlete kaybettiren bir plan olduğunu” söylerken “planın”, PKK tarafından alkışlanacağı, cümlesiyle de Kürtleri bu plana iştahlandıracak, devamla, hesap kitap yapamayacak durumdaki kaba Türk ırkçıları ve iktidarın “oy deposu” olan vatandaşları rahatlatmak içinde, aslında bu çağrıyla amaçlanan şeyin Kürtleri bir kez daha tuzağa çekmek olduğunu, onların anlayacağı “cumhurbaşkanının bu planda kesinlikle rol almayacağını önemle bekliyoruz” cümlesiyle Kürtlerin bir kazanım durumuna yaklaşması halinde Erdoğan’ın masayı devireceğinden emin olmaları gerektiğini söylemektedir.

Kuşkusuz ki temeli sınıfsal perspektif tarafından belirlense de bu riski en iyi onunla savaşanlar bilir ve tanır

Ama hangi niyet taşınırsa taşınsın, kim hangi hesabı yaparsa, yapsın işin aslı-astarının gösterdiği şey, “tokalaşmayla” başlayan ve PKK’nin tutsak liderini parlamentoda konuşmaya davet etmekle devam eden süreç, devlet ve PKK’nin uzun süredir gözlerden uzak olarak sürdürdüğü görüşmelerin bir sonuca ulaştığına kanıttır. Bu duruma devrimci komünist perspektiften “iyi” ya da “kötüdür” demek abes olur. Olan şey, son kırk yıldır savaşan iki güçten sömürgeci ve mili zülüm uygulayan tarafın/devletin, bugüne kadar uyguladığı şiddet ve bastırma yöntemlerinden herhangi biriyle sonuç alamayacağını kabul etmiş olmasıdır. Ancak bu, “gel konuşalım ne istiyorsan veririm” demek anlamına gelmemektedir. Aynı şekilde, savaşı hiçbir şekilde bir tercih değil, tümüyle bir savunma biçimi olarak kullanan Kürtler’de “hayır gelmiyorum” demeyeceği gibi, “ne verirsen kabulümdür” de demeyecektir. Mücadele yasaları açısından şu bir gerçekliktir ki, “barışmak, anlaşmak ve uzlaşmak” gibi savaş pratiğinin zorladığı merhaleler, ulusal inkar ve ulusal haklar çelişmesi üzerinde savaşan tarafların eninde nihayetinde görecekleri aşamadır. Özellikle ezen ezilen ulus çatışmasında bu kesinlikle böyledir. Ama evet, bu aşamanın TC’nin özgür iradesiyle gördüğü bir aşama olmadığını da aşağı yukarı biliyoruz. Devleti bu çağrıyı yapmaya teşvik eden şey daha çok yasalarını yönetemedikleri koşullar ve konjonktürdür: Sistemin yaşadığı kriz ve savaşı devam ettirecek finansal kaynaklarının tükenmesi zorlayıcı sebeplerden bazılarıyken, Ortadoğu’daki gelişmelerin, bölgenin tümü için açık hale getirdiği konjonktürel yönelimin Erdoğan’ın “eş başkanlığını” yaptığı “büyük Ortadoğu Projesi’nin finale zorlamasıyla doğrudan ilişkilidir. Bilindiği gibi, “Ortadoğu” tanımının içerdiği ülkelerin içinde, Türkiye resmin dışındadır. Ama “Ortadoğu”yu,” “Büyük Ortadoğu”ya eriştiren EK, Türkiye’nin bu haritaya dahil edilmesidir. Demek oluyor ki Türkiye dışında bugüne kadar “Ortadoğu”da görmüş olduğumuz her ne var ise, onların finalinin yaşanacağı yer de Türkiye ve Kürdistan sahası olacaktır. Demek oluyor ki devlete bu adımı attıran itenek, tamı tamına bu koşullardır. Ve bu mecburiyet haline rağmen devletin kafasındaki düşüncenin “Midyat’tan pirinci alamadım, elim boş döndüm; bari acele edeyim de evdeki bulgurdan olmayayım” olduğu da aşağı yukarı kesindir.

Bu çağrıdan sonra, Kürt halkının geleceğine duyarlı kimi kesimler tarafından, Kürdün yaşadığı zülüm ve ödediği ağır bedellerle ete kemiğe büründürdüğü mevzilerini kaybedeceği kaygısıyla yapılan tüm değerlendirmeler aceleci, erken ve yanılmaya koşulludur. Kuşkusuz ki temeli sınıfsal perspektif tarafından belirlense de bu riski en iyi onunla savaşanlar bilir ve tanır. Devletin hasmına ilişkin bir tarihsel hile-hurda laboratuvarına sahip olduğundan hareketle, Kürtlere “aman ha!” derken, Kürtlerin de kırk yıllık savaşın canlı bir hafızasına sahip olduğunu unutmadan devrimci uyarılarımızı ve eleştirilerimizi yapmalı ve gelişmeler ışığında, ihtiyaç belirdiğinde yapacağız da. Ama daha işin başındayız, sarf edilmiş iki üç cümlelik sözden başka, neyin ne olduğuna ilişkin burnunu gösteren bir ilişki ve pratik henüz belirmiş değildir. Dahası, bu sürecin devlet katında yoğun olarak pratiğe davet edeceği enstrümanlar olacak ve doğaldır ki PKK ve Kürtlerde bu dilin anlamını bilmiş olarak karşı hamleler yapacaktır. Devlet, öncelikle çağrının muhatabı olan PKK’yi zayıf taraflarından yakalama, mümkünse içerden çatlatma, koordinesini bozma; dört parça Kürdistan’ın mücadele iradelerini birbirinden yalıtarak, birbirine güvensiz hale getirme ve mümkünse bir çatışmaya sürükleme; medya savunma alanları, üs bölgeleri ve Rojava güçlerine karşı stratejik askeri saldırılarda bulunma, askeri saldırıların şiddetini ve boyutunu artırma, kara propagandayı tüm araçların koordinesiyle daha merkezi hale getirme ve halkın vicdanında Kürtlerin pozisyonunu tartışmalı hale getirecek provokatif saldırılar yaparak bunları PKK’ye mal etme… gibi durumların bu gibi süreçlerde daha çok pratikleştirileceğini de unutmadan, bu çağrıyı öncelikle ezilen Kürt ulusunun özgürleşme taleplerine hizmet edecek bir sorumlulukla değerlendirmek, devrimci, demokratik güçlerin, komünistlerin ve halkların tarihsel sorumluluğudur. Bu bir fırsatsa, kazananın ezilen Kürt ulusu olması için herkesin sorumluluklarını bu yöne doğru yoklaması içinde de fırsatıdır.

Bu yazı ilk olarak Halkın Gülüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler