Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya’nın 50. ölümsüzlük yılına ilişkin söyleşi dizisi gerçekleştiriyoruz.
Kaypakkaya’nın 68 kuşağı içerisindeki özgün yanı, 68 kuşağı ve özelde Kaypakkaya’nın tarihsel mirası, Cumhuriyetin ikinci yüzyıl tartışmaları ve Kemalizm’in günümüzdeki durumu, Kaypakkaya’nın ve 68’in günceldeki önemi gibi sorulara cevap aradığımız söyleşi dizimizin ikinci konuğu H. Selim Açan.
H. Selim Açan’la gerçekleştirdiğimiz söyleşi şöyle;
İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin üzerinden 50 yıl geçti. 50. yılında Kaypakkaya’yı özgün kılan nedir? Eskimiş, şablon, modası geçmiş, devrimci bir kaynak, eylem kılavuzu, yaslanmamız gereken deneyim tartışmaları içerisinde 68 kuşağını, özelde de İbrahim Kaypakkaya’yı değerlendirir misiniz?
H. Selim Açan: ‘68 Hareketi, dünyada da Türkiye’de de her şeyden önce bir başkaldırıdır. Mevcut burjuva rejimlerin ve emperyalist kapitalizmin sorgulanması, dahası hedef alınması bu isyanın öne çıkan yönünü oluşturur. O isyanı üstünkörü bir bakışla değerlendiren yaklaşımlarda da salt bu yön öne çıkarılır. Bu değerlendirme bütünüyle yanlış değildir elbette ama eksiktir, yetersizdir. O hareketin derinliğini, bu bağlamda tarihsel anlam ve önemini tam yansıtmaz.
’68 Hareketi, yine Türkiye’de olduğu gibi dünyada da yerleşik bütün anlayış ve alışkanlıklara, kurum ve kurallara bir başkaldırıdır. Sadece burjuva devlet ve politika anlayışına değil kendisini sosyalist hatta komünist olarak tanımlayan muhalefet saflarında da devrimci ruhunu yitirmiş, taşlaşmış ve bürokratlaşmış geleneksel sol siyaset anlayışı ve alışkanlıklara isyan ve meydan okumadır. İlkiyle bütünlük içinde ona ‘tarihsel bir kopuş’ özelliğini kazandıran yön asıl olarak bu ikincisidir. Tarihçi Eric Hobsbawn bu kopuşu “alışılmış siyaset ve sendikacılık oyununu” terk etmek olarak tanımlar.
Bu devrimci kopuşun sonraki gelişimi her ülkede aynı olmamıştır gerçi ama bu yöndeki arayış o olağanüstü günlerin yaşandığı istisnasız her ülkede o sarsıcı eylem dalgasının geri çekilmesinin arkasından da sürmüştür. Türkiye’nin ‘68’i -gelişim sürecinin farklılığı yanında- bu yönüyle de Avrupa’daki dönemdaşlarından ayrılır. Burjuvaziyi olduğu kadar geleneksel komünist parti yönetimlerini ve sendikal bürokrasiyi de aynı ölçüde korkutan hareket bu şer koalisyonunun ittifakı tarafından kuşatılıp nefessiz bırakıldıktan sonra düzen karşıtı yeni bir siyaset yolu açma ısrarından vazgeçmeyen cüretkâr devrimciler son bir gayretle Almanya’da RAF, İtalya’da Kızıl Tugaylar, Fransa’da Doğrudan Eylem olarak mayayı tutturmayı bir kez daha denediler ama başarılı olamadılar. Türkiye’de ise bu maya tuttu. ’71 devrimci kopuşunun öncüleri Türkiye’de de fizikken imha edildiler ama onların açtıkları yol, bıraktıkları miras ve esinledikleri devrimci ruh bugüne kadar öldürülemedi. Ve artık sökülüp atılamayacak kadar kökleşti.
’71 Devrimci hareketi dediğimiz zaman üç ana kulvar ve üç sembol isim gelir akıllara: TKP/ML-TİKKO, THKO ve THKP-C yani İbo, Deniz ve Mahir ve elbette Ali Haydar, Yusuf ve Hüseyin, Sinan-Alpaslan-Kadir ve Kızıldere’de ölümsüzleşen yoldaşlarımız.
Nedir bu yoldaşlarımızın ortak özellikleri? Her şeyden önce onlar radikal bir dönüşüm yaşayan arayış halindeki bir toplumun öne fırlamış öncüleridir. Can Yücel’in dizeleriyle “En sekmez lüverin namlusundan fırlayan” mermilerdir, Her biri “Aşk olsun sana çocuk..” denilmeyi fazlasıyla hak etmiş yol açıcılardır.
Onları karakterize eden ortak özelliklerin başında ‘rüya sahibi’ olmaları gelir. Lenin’in “Büyük bir rüyanın ilhamı olmadan kimse devrimcilik yapamaz” sözünün canlı örnekleridir. Onların rüyası, eşitlik ve özgürlüğün hüküm süreceği sömürüsüz-sınıfsız bir dünyanın kurulmasıdır. Bu yola baş koymuşlardır.
Onlar ikinci olarak eylemle karakterize olurlar. Her biri söylediklerinden de önce yaptıklarıyla öne çıkmışlardır. Onların devrimciliği her şeyden önce eyleme dayalı, örgütlü mücadele içinde gelişip düzey atlayan bir devrimciliktir. Bu özellikleriyle “önce eylem vardı” düsturunu rehber alan ve “dünyayı sadece yorumlamakla yetinmeyen” Marksist devrimcilik anlayışının ruhunu temsil ederler. Bu yön özellikle Deniz’de çok belirgin ve baskındır.
Yalnız bu eylemcilik Türkiye devrimci hareketinde ‘marifetmiş’ gibi algılanan dar pratikçi tek yanlılık şeklinde anlaşılmamalıdır. Soluğu eninde-sonunda tıkanan bu sığ devrimcilik anlayışından farklı olarak ’71 Hareketi’nin sembolleri, söz ile eylemin, teori ile pratiğin devrimci birliğinin örnekleridir. Özellikle İbo ve Mahir örneğinde onlara ölümsüzlük kazandıran asıl etken bu birlikteliğin olağanüstü örnekleri olmalarıdır. Onların bıraktıkları teorik miras bazı yönlerden artık aşılmış, geçmişte kalmıştır, bazı açılardan tartışmalı bulunabilir ama kimi yönleriyle de hâlâ canlı ve yol göstericidir.
Üstelik onlar bu teorik ürünleri çok elverişsiz koşullarda, kendilerini imha için peşlerine düşmüş olan devletin soluğu enselerindeyken üretmişlerdir. Mahir, birincisini 1971 Nisan’ında yayınladığı Kesintisiz’lerin II. ve III. bölümlerini Maltepe firarının arkasından tamamlar. Kaypakkaya ise teorik görüşlerinin omurgasını oluşturan Türkiye’de Milli Mesele, Kemalizm eleştirisi ve Şafak Revizyonizmi ile Ayrılıklarımızın Kökeni ve Gelişimi başta olmak üzere teorik-siyasal çözümlemelerinin en olgun eserlerini 1972 yılının kaç-göç günlerinde kaleme alır. Keza THKO’nun programatik görüşlerini ortaya koyan Türkiye Devriminin Yolu manifestosunu Hüseyin İnan Mamak zindanında, başlarının üzerinde celladın ipinin sallandığı koşullarda yazar. Her biri gözü pek eylem adamları olan bu yiğit devrimcilerin teoriye verdikleri önem ve teori yapış tarzları, onların mirası içinde başlı başına örnek almayı gerektiren bir değeri oluşturur.
’71 Devrimci Hareketi’nin öncüleri olan yoldaşlarımız arasında kıyaslama yoluyla hiyerarşik bir sıralama yapmaya kalkmak her şeyden önce yakışıksız bir tutum olur. Kaldı ki uğrunda ölüme gittikleri devrim ideali ve dünya görüşleri itibariyle de onların ‘biricikleştirilmeye’ ihtiyaçları yoktur. Bu tür çiğ yaklaşımlar, onların öncüleştikleri dönemin ruhunu kavramaktan uzaklığı göstermekle kalmaz, materyalist tarih anlayışına da sığmaz. Seçilmiş bazı yön ve özelliklere dayalı olarak kişileri fetişleştirmeyi esas alan idealist tarih anlayışına özgü bir yaklaşımdır bu tarz.
Onlar bir dönemin öncüleri, öne çıkan temsilcileridir. O dönemin karakteristik özellikleriyle ruhunu temsil eden sembollerdir. Sadece dönemin hakkını vermeleriyle değil onun ötesine geçen izler bırakıp geleceğe uzanan yollar açmalarıyla öne çıkmışlardır. Efsane kahramanları değil canlı varlıklardır. Olağanüstü çarpıcılıkta gelişkin yönleri yanında gelişmemiş zayıf yanları da vardır. Esin kaynağı olmaya devam eden eylem ve katkıları yanında hataları da olmuştur. Sonuçta onlar ’71 Devrimci Kopuşu ya da kısaca ’71 Hareketi olarak tanımladığımız bölünmez bir bütünün birbirini tamamlayan parçalarıdır. Bir dönemi simgeleyen sacayağının ayaklarını oluştururlar. Onları birbirlerinden kopararak tanımlamaya kalkmak, dahası kıyaslama yoluyla birbirlerinin karşısına çıkarmak en başta onların temsil ettikleri değerlere saygısızlık olur.
Bu elbette aralarında hiçbir farklılık olmadığı anlamına gelmez. Aralarındaki diyalektik etkileşim ve birbirlerini tamamlama ilişkisi hepsini tek bir tornadan çıkmışcasına aynılaştırmak olarak da anlaşılmamalıdır. Bu bütünlük ilişkisini unutmamak kaydıyla Kaypakkaya’ya daha yakından bakacak olursak üç özgün çizgi öne çıkar:
’71 devrimci hareketinin geneli esas olarak devrim stratejileri üzerine yoğunlaşmıştır. Yakınlaşmalar ve farklılıklar da bu eksende şekillenmiştir. Bu stratejik konuda Kaypakkaya, sadece bir devrim stratejisi üzerine yoğunlaşmakla kalmayıp onu Türkiye’deki rejimin ideolojik temelleri ve tarihsel yapılanmasıyla ilişkisini kurarak inşaya yönelmesiyle Mahir ve Deniz’lerden ayrılır. Ona Türkiye devrimci hareketi içinde özel bir öncü konum kazandırmakla kalmayıp tutsak düşmesinden aylar sonra zindanda işkenceyle katledilmesine neden olan Kemalizm ve Kürt ulusal sorunu çözümlemeleri bu yönelimin sonuçlarıdır.
Kaypakkaya, ayağını dolaysızca Türkiye ve Kürdistan toprağına basan bir sosyo-ekonomik yapı çözümlemesine yönelmesiyle de dönemin devrimciliğinden ayrılır. Çorum İlinde Sınıfların Tahlili ile Kürecik Raporu çalışmaları onun bu yöneliminin ilk somut adımlarıdır. Katlinden sonra ailesine teslim edilen eşyaları arasında çıkan harita metot defterindeki notlar, yaşayacak olsaydı hem Kemalizm ve Türk burjuva devletinin tarihsel gelişim süreci hem de Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısının çözümlenmesi konularında attığı ilk adımların arkasını çok daha yetkin ve derinlikli olarak getirmeye hazırlandığını gösterir.
Kaypakkaya’yı Mahir’ler ve Deniz’lerden farklı kılan bir özelliği de onun diğerlerinden daha belirgin ve baskın bir Marksist-Leninist kimliğe sahip olmasıdır. Mahir’ler ve Deniz’ler de Marksizm-Leninizm’e uzak ve yabancı değillerdi kuşkusuz. Fakat onların ilişkisi daha çok ‘etkilenme’ sınırları içindeydi. Onlar asıl olarak dönemin popüler gerilla stratejilerine de kaynaklık eden Latin Amerika kökenli halkçı devrimci ideolojileri benimsemişlerdi. Kaypakkaya ise Uzun Süreli Halk Savaşı stratejisini de içeren Maocu yorumuyla da olsa kendisini ve kurduğu partiyi ‘ihtilalci Marksist-Leninist’ olarak tanımlayacak ölçüde net ve belirleyici bir ML tutuma sahipti.
Bu ideolojik netlik onu Türkiye devriminin karakteri ve gelişim çizgisi konusunda da devrimci halkçılığın sınırlarını aşarak Leninizm’e daha yakın bir konuma getirdi. O dönem Türkiye solundaki temel yarılma konusu olan Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim saflaşmasında tıpkı Mahir’ler ve Deniz’ler gibi Kaypakkaya da MDD saflarındaydı. Demokratik devrimciliğin köylülüğü esas alan Maocu yorumunun yoğun etkisi altında olmakla birlikte proletaryanın öncülüğü konusundaki netliği yanında demokratik devrimle sosyalizme geçiş arasına belirsiz bir aralık koyan aşamalı demokratik devrimcilikten farklı olarak tayin edici noktayı proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyiyle yoksul köylülükle kurduğu ittifakın sağlamlığında gören Leninist kesintisiz devrim anlayışının nüvelerini içeren bir yaklaşıma sahipti. Bu nüveleri özellikle sistematize edilmemiş notlarında görebiliriz.
’71 devrimci hareketinin öncüleri içinde İbrahim Kaypakkaya’yı ‘farklı’ kılan ana çizgileri bu ana başlıklar altında sanırım böyle özetleyebiliriz.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına gireceğimiz bu günlerde “Demokratik Cumhuriyet” güzellemeleri ve “ulusalcı-cumhuriyetçi” medeniyet paradigmaları ve resmi ideoloji konularını Kaypakkaya’nın fikirleri üzerinden nasıl değerlendirebiliriz? 21 yıllık AKP iktidarı dönemindeki Ilımlı İslam ve yeni Osmanlıcılık fikri dolayısıyla Kemalizm yeniden “bir kurtuluş reçetesi” olarak halkın gündemine sokulmuş durumda. Kemalizm’in günümüzdeki durumunu Kaypakkaya’nın tespitleri doğrultusunda değerlendirir misiniz?
H. Selim Açan: İki zıt kutbu temsil eden andığınız projelerin gündemde olması her şeyden önce bu Cumhuriyet’in gerçekte iflâs ettiğini gösterir. Düşünün, 100. yılını karşılamaya hazırlanan bir Cumhuriyet’iniz var ama ilericisi de gericisi de onun artık bu haliyle sürdürülemeyeceği noktasında buluşuyorlar. İlericilik hatta komünistlik iddiasıyla boy gösteren kesim “demokrasi” ile çiftleştirip kamuculuğu hortlatarak onu tekrar eski ‘parlak’ günlerine döndürmenin derdinde; saltanat özlemi içinde olan karşı kutup ise daha da geriye girerek Osmanlı’nın asr-ı saadet dönemini hortlatma rüyasını görüyor. Dikkat ederseniz her ikisi de tarihin tekerleğini geriye doğru çevirme, çoktan akıp gitmiş sularda bir kez daha yıkanmanın peşinde. Yani yüzleri -tarihsel hedef olarak- geriye dönük, bu anlamda ‘gericilikte’ birleşiyorlar. Aralarındaki farklılık tür ve yoğunluk farkı.
Bu noktada sorulması gereken bir soru daha çıkar karşımıza: Aradan 100 yıl geçtiği halde Cumhuriyet mayası neden tutmadı bu topraklarda? Zıt yönlerde de olsa toplumun hatırı sayılır bir çoğunluğu onu neden hâlâ sorguluyor? Onu hepten tasfiye edip yıkmak isteyenlerin derdi-niyeti zaten ortada ama sahiplenip yaşatmak isteyenler dahi neden radikal bir restorasyon zorunluluğunu kabul ediyor?..
Bu soruların yanıtlarını Kaypakkaya’da buluruz. Bundan tam 50 sene önce yaptığı Kemalizm çözümlemesiyle serer önümüze Cumhuriyet’in bu kaçınılmaz iflâsının nedenlerini. Nedir İbo’nun önümüze serdiği yanıtların özü?
O, her şeyden önce bu Cumhuriyet’in sömürücü sınıf karakterini sergiler. Onun işçilerin ve köylülerin uzlaşmaz sınıf düşmanları olan komprador Türk büyük burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler ve eşraf takımının kurduğu bir rejim olduğunun altını kalınca çizer. Bu sınıfların kan emici karakteri yanında sermaye birikiminin yetersizliği nedeniyle ülke içinde işçi sınıfı ve emekçi halkı insafsızca sömürüp soyarken diğer yandan emperyalist burjuvaziyle nasıl yeni işbirliklerine yöneldiğine dikkat çeker. Bu bağlamda Abdülhamit döneminde başlayıp İttihat ve Terakki iktidarı tarafından Ermeni Soykırımı boyutlarına taşınan ‘sermayeyi ve ekonomiyi Türkleştirme’ politikasını aynen sürdürerek azınlık milliyetlere ve Kürtlere karşı nasıl amansız bir milli baskı, soygun ve imha siyaseti izlediğini vurgular. Kemalist Cumhuriyet rejiminin sınıfsal karakteri nedeniyle nasıl emek düşmanı anti komünist bir karaktere sahip olduğunu sergileyerek onu “işçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde askeri faşist bir diktatörlük” olarak tanımlar.
Uzun sözün kısası, Kemalist Cumhuriyet’in bugünkü krizinin nedenleri yanında şurasını burasını yamayıp restore ederek onu ayakta tutmaya çalışmanın yararsızlığını, dahası -özellikle de sosyalist ya da ilerici olduğunu iddia eden bir politika açısından- gerici karakterini bizlere 50 yıl öncesinden haber verir.
Kaypakkaya’nın Kemalizm ve onunla bağlantısı içinde ulusal sorun çözümlemesinin uzak görüşlülüğü ve öncü karakteri yanında altı çizilmesi gereken bir özelliği daha vardır: O, bu çözümlemeleri Kemalizm’in ideolojik etkisinin devrimci hareket üzerinde dahi baskın olduğu bir dönemde yapmıştır. Bu gerçek, o çözümlemelerin tarihsel anlam ve değerini büyütmekle kalmaz, Kaypakkaya ve ’71 Hareketi’nin öncülerinden asıl neyi örnek almamız gerektiğini hatırlatır.
Dünya ve Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak ‘68 kuşağı ve özelde İbrahim Kaypakkaya bize hâlâ neyi öğütlüyor?
H. Selim Açan: Bu sorunun yanıtı öyle uzun boylu düşünmeyi gerektirmeyecek kadar açık, gözümüzün önünde duruyor aslında: Marksist teorideki tanımla dünyada ve Türkiye’deki ‘nesnel koşulların’ olgunluk düzeyine bakalım, bir de sınıfsız-sömürüsüz bir dünyanın özlemini duyan komünistler ve devrimciler olarak siyasal ve toplumsal yaşamdaki etki ve ağırlığımızı gözümüzün önüne getirelim…
Dünya çapında iflâs etmiş bir sistem gerçekliği var karşımızda. Ne eskisi gibi olabiliyor ne de yenisi, ona dair belirginleşmiş çizgiler var ortada. Belirsizlik ve kaosla karakterize olan bir ‘fetret devri’ içindeyiz. Böylesi geçiş süreçlerinin temel talep, daha doğrusu zorunlu gereklerinden biri klasik kalıpların sınırları içinde düşünme ve tepkime alışkanlığından kurtulmak. Gel gör ki dünyada da Türkiye’de de sol hâlâ “dünün savaşlarında yaşıyor”, dünün zihniyeti ve alışkanlıklarıyla hareket ediyor.
Üstelik bu ‘dün’ ’68’in öngünlerinden farklı. Peş peşe darbeler alıp yenilgiler yaşadığımız bir dün. Somut bir tarih vermek gerekirse dünyada 1989, TDH’de 2000 sonrası. Bu dönemde şekillenen ruh hali, düşünce tarzı ve alışkanlıklar ‘yenilgi psikoloji’siyle malul. Elde avuçta kalanı da kaybetme korkusuyla hareket eden ‘savunmacı’ bir ruh hali egemen. Bunun maddi bir temeli de var: Karşı devrimden yediğimiz darbeler yanında kendi hatalarımızın da sonucu çok kan kaybetmiş durumdayız. Gücümüz ve olanaklarımız daralmış. Bunlar ayağımızda birer taş. Siyaset yaparken, sadece pratikte değil politika ve strateji üretimi sırasında da fazlasıyla ürkek ve temkinli olmaya zorluyor hepimizi.
’68 ruhuna olan ihtiyacımız bütün yakıcılığı ve aciliyeti ile işte bu noktada çıkıyor karşımıza. İbo’ların, Mahir’lerin, Deniz’lerin sadece burjuvazi ve onun devletine değil sol’da yerleşik siyaset tarzı, anlayış ve alışkanlıklardan kopuş konusunda da sergiledikleri cüret ve cesarete ihtiyacımız var. Onların mirasını sahiplenip yaşatmanın yolu da buradan geçiyor öncelikle.