Baban Emirliği döneminde ortaya çıkan üç büyük Sorani şairinden birisidir Salim. Diğer ikisi Nali ve Kurdi’dir. Kimi kaynaklar, 1800-1866, kimi kaynaklar da 1805-1869 arasında yaşadığını yazar. Hangi arada yaşadığını bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Salim’in şiir severler ile hasta yoksullar arasında doğduğu ve yaşadığıdır. Ancak şu kesin ki, Baban Emirliği’nin başkenti Süleymaniye’de gerçekleşen bu doğum, Kürtlerin Osmanlı boyunduruğuna karşı, Baban miri Abdurrahman Paşa liderliğinde, 1806’da isyan ettiği, asi Kürt emirlerinden boşalan yerlerin ise Osmanlıya bağlı Arap Halidi şeyhlerinin doldurduğu çatışmalı bir döneme denk geliyor.
Salim, ailece, İran sınırları içinde kalan Doğu Kürdistanlı Sahıbqıranlara mensuptur. Ailesinde anlatılan, doğuya ve güneye özgü direniş ve kahramanlık menkıbelerini dinleyerek büyüdü. Okudu doktor oldu. Doğu ve Güney Kürdistan’da, yarı gezginci bir doktor olarak, yoksul halkın sağlık sorunlarıyla haşır neşir oldu. Bu durum onun doğayı, halkı ve kendisini esaslı bir şekilde tanımasına yol açtı. Sadece dertler dermanlar değil, aynı zamanda farklı ruhlar, inançlar, ağızlar ve diller dünyasında da gezinip durdu. Halkla haşır neşir olan bu tip bir doktorluk, Salim’in sözcük dağarcığını zenginleştirdi, acılarla nakışlanmış bir yürek kazandırdı ona.
Tedavilerinin çoğunu ücret almadan yaptı. Halk sadece, Salim’e ve atına yiyecek veriyor, azık torbasını boş bırakmıyordu. Salim adını da sağlam ve sağlıklı olan, yaşamı da o hale getiren anlamında, halk takmıştı ona. Asıl adı, halkın verdiği adın gölgesinde kalan bir addır, Ewrehman Bege Sahıbqıran’dır.
Salim’in çocukken şiire olan ilgisi, eğitim döneminde serpildi. Kürt, İran, Arap klasik şairlerini okudu. Onun gezginci doktorluğu, medrese kütüphanelerine uğramayı, melalarla sohbet etmeyi, tartışmayı kucaklayan bir kültür doktorluğuydu aynı zamanda. En çok ilgi duyduğu, okuduğu üç şairden biri, büyük Kürt şairlerinin öncelikle hatmettiği Hâfız-ı Şirâzî idi. Diğer ikisi ise, daha çok gazelleriyle tanınan ve meliküşşuarâ (şairlerin meliki) unvanını alan Kalim Hemedani ve Nali idi. Salim’in tüm bu zorlu yaşam gailesi içinde yazdığı şiirleri, üç dilde, (Kürtçe, Farsça, Arapça) kendini gösteriyordu. Bunlar genellikle rübai ve gazel türlerindeydi.
Divanında, Kürt edebiyatının pek ısınamadığı aruz veznini de kullandı. Rübai ve gazellerinde aşk, yurtseverlik ve bağımsızlık temalarına, İrani renkler taşıyan tasavvuf ile derinlik kazandırdı.
İşgal edilmiş yerleşik bir uygarlığın dili eğer zenginse, acıları zamanla katmanlaşarak içselleşir, duyulmaz, hissedilmez hale gelir. İyi doktor, bu acıları hisseder. Salim sadece iyi bir doktor değil, aynı zamanda iyi bir şairdi. Hisseden, hissettikçe de ağırlaşan, ağırlığını sanata devretmeye çalışan bir kalbe sahipti.
Salim, şairlerin yıkılan Baban Emirliği’ni çoktan terk ettiği, dilin ve kültürün yaşama küserek kendi kalbine çekildiği bir dönemde öldü. Homeros, Hektor tarafından öldürülen Patraklos’un atının, cesedi görünce ağladığını ve yasa girdiğini söyler. Salim’in, hastalar arasında gece gündüz mekik dokuyan çilekeş atı Salim’e ağladı mı bilemiyorum ama halk ağladı. Tabutu omuzlayarak Süleymaniye’nin Gardi Saywan mezarlığına götürdü ve onu, amcası oğlu şair Mustafa Bey’in yanına gömdü.