1945 yılında sona eren 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından dünya da güç dengeleri alt üst olmuş ve taşlar yeniden dizilmişti. O zaman kadar dünyanın egemen emperyalist gücü olan İngiltere ve Fransa bu statülerini kaybetmiş. Saltanatlarını savaştan en az yıpranmayla çıkan ABD’ye devretmişlerdi. Savaşın mağlup tarafı Almanya ise tamamen harap olmuş durumdaydı. Savaşın kazanan taraflarından olan SSCB’nin Balkanlar ve Doğu Almanya’ya kadar uzanan Sosyalist ve Halk Demokrasileri ile etki alanını genişletmesi gerçekliğine 1949’de Çin’de gerçekleşen devrimde eklenince dünya Soğuk Savaş ve NATO gibi iki yeni olgu ile tanışıyordu.
1923’den 1950’ye kadar iktidarı elinde tutan Kemalist’ler içinde artık hiçbir şeyin aynı kalmayacağı açıktı. Ya dünyanın yeni “efendisi” ABD’nin çıkarlarına uygun bir form alacaklardı ya da güçlerini kaybedeceklerdi. 27 yıldır tek başına iktidarda olan ve daha çok İngiliz-Fransız emperyalistleri ile sıkı ilişki içerisinde olan Kemalistlerin ne yeni paradigmayı kavrayacak öngörüleri ne de siyasi esneklikleri yoktu.1950 yılında yapılan genel seçimlerde ABD’nin açıktan desteklediği DP ve Adnan Menderes %52,7 oy oranı ve 480 sandalyelik Meclisin 420 üyeliğini kazanarak ezici bir zafer elde ediyordu. DP, vakit kaybetmeksizin bir yandan TSK içinde tasfiyelere diğer yanda CHP’nin taşınmaz mallarına el koymaya başlıyordu. Köy Enstitüleri ve Halkevleri kapatılırken 1952’de NATO’ya üye olunuyor ve Özel Harp Dairesi faaliyete geçiriliyordu.1960’a kadar süren DP iktidarı süresince siyasi gücünü önemli oranda kaybeden Kemalist’ler TSK içindeki orta kademe subaylar üzerinden darbe mekanizmasını harekete geçirmiş ve 27 Mayıs 1960’da DP hükümeti bir darbe ile devrilmiştir. Başbakan ve hükümet üyeleri tutuklanıp idama giden sürecin ilk adımı atılırken TSK içinde de 235 General ve 3500 Subay emekliye sevk ediliyordu. Sermaye ve halk içinde kitle desteği zayıf olan Kemalistler bu kaygı ile olası ABD müdahalesine karşı orta sınıflar ve SSCB’nin desteğini almak için 1961 yılında göre o zamana göre yapılanlardan daha ileri bir anayasa hazırlıyordu.
1961 Anayasasının sağladığı örgütlenme hakları ile aynı yıl Türkiye İşçi Partisi kurulmuş ve geniş bir kesim içerisinde etkin bir sosyalizm propagandası faaliyetine başlamıştı. 12 sendikacının kurduğu bu TİP siyasi hedefini işçi sınıfı ve aydınları aynı zeminde buluşturmak olarak ilan ediyordu. 1965 yılına gelindiğinde Meclise 15 vekil göndermeyi başaran TİP, kitleler içerisinde popülaritesini fazlasıyla arttırıyordu. 1959 yılında Küba’da gerçeklesen devrimin rüzgarları tüm dünyayı sarmışken ABD emperyalizmine karşı Vietnam halkının direnişi, ABD ve Avrupa’da yükselen 68 öğrenci eylemleri ve Çin’de başlayan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin de etkileri ile Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrimci gençlik hareketi hızla gelişmekteydi.
Dünyada ve Türkiye’de yaşanan bu politik atmosfer içerisinde 1967 yılında Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları (DİSK) kuruluyordu. Türk-İş’in sınıf uzlaşmacısı çizgisine karşı devrimci bir sendikacılığı savunan DİSK 1970 kadar geçen sürede bir yandan Türk-İş’i hızla zayıflatırken diğer yandan pek çok grev ve fabrika işgali örgütlemeyi başarıyordu. KOÇ Ailesi başta olmak üzere pek çok fabrikada örgütlenen ve kazanımla sonuçlanan grevler üzerinden “kan davalı” iki egemen klik olan Kemalistler ve Adalet Partisi (İdam edilen Menderes’in devamcısı durumunda olan parti) işçi sınıfına karşı ittifaka girmiş Türk-İş’inde açıktan desteği ile işçilerin özgür bir şekilde sendika seçmesine olanak veren 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik önerisini hızla meclisten geçirmişlerdi.
Bu yasaların iptali ile DİSK’in örgütlenme hakkı fiili olarak ortadan kalkarken sendikal hareket “kanun yoluyla” ile Türk-İş’e zimmetleniyordu. 13 Haziran’da onaylanan bu yasanın ardından 14 Haziran’da DİSK’in Merter’deki binasında 800 iş yeri temsilcisi ile bir toplantı alıyordu. Bu toplantı da işçi temsilcileri ağırlıklı olarak direniş çizgisini seçiyordu. Söz alan bir işçi temsilcisinin konuşması günün havasını yansıtmaktadır:
“Sayın Proleterya sınıfı, ben Türk Demirdöküm adına Recep Akgül. Arkadaşlar, halen yürürlüğe sokmak istedikleri bir kanun meclisten geçmiş vaziyettedir… Belli oluyor ki kapitalist düzende burjuva sınıfının koyduğu kanunlar, müeyyideler, daima onlar tarafından, onları yaşatmak için çıkartılan kanunlardır. Her zaman da işçi sınıfını ezmek için, kendini ayakta tutmak için başvurdukları yollardır. Biraz evvel bir arkadaşımız bir şey söyledi. ‘Benim iki yaşında evde bir çocuğum var. Baba akşama eve gelirken bana ne getireceksin’ dediğini anlattı. Onun, ‘Oğlum, ben akşama eve gelmeyeceğim, savaşa gidiyorum’ demesi lazım. Çünkü bu savaş babasının değil, oğlunun gelecekteki savaşıdır. Bugün alacağımız savaşın kararı, bizden sonra gelecek işçi sınıfını yaşatmak için yapacağımız bir savaştır. Arkadaşlar, biz Türk Demirdöküm olarak bu savaşa her zaman hazırız. Her zaman onlarla savaşmaya, her zaman gırtlak gırtlağa gelmeye, hatta sonuna kadar artık onlar ne şekilde yapacaklarsa yapsınlar onları da kabullenmeye razıyız arkadaşlar. Türk Demirdöküm olarak biz burada kararlıyız. Savaşa hazırız arkadaşlar. ”
15 Haziran’da DİSK örgütlü olduğu fabrikalarda iş bırakma ve işgal eylemlerine başlamış 115 işyerinde fiili direnişe geçmiş işçiler Anadolu yakasından Kartal’dan Kadıköy’e doğru, Avrupa yakasında da Topkapı’dan Eminönü istikametine doğru bir yürüyüş başlatmıştı. Yürüyüşe katılanların sayısı kısa sürede 75.000’i geçmiş TİP üyeleri ve Türk-İş’e kayıtlı işçilerde kitlesel destek sunmuştu. 15 Haziran’da Kadıköy’de işçilerin üzerine polis tarafından ateş açılması ile 3 işçi ölmüş pek çok işçi de yaralanmıştı. Bu saldırının direnişçi işçilerde yarattığı öfke ile 16 Haziran’da sokağa çıkan işçilerin sayısı 150.000’i aşıyordu. Hükümet sıkıyönetim ilan ederken şehrin pek çok noktasında polis barikatları kuruluyor ve zırhlı birlikler işçilerin işgal ettiği fabrikaları kuşatıyordu. 16 Haziran günü 170 iş yeri direnişe aktif katılıyordu, yaşanan çatışmalarda bir önceki güne göre çok daha şiddetliydi 4 işçi ve 1 polis hayatını kaybediyordu. İşçilerin birleşmesini engellemek için vapur seferleri iptal edilmiş ve köprüler açılmıştı.
16 Haziran günü DİSK yönetimi ile Sıkıyönetim Komutanlığı ile yapılan görüşme ardından DİSK Genel Başkanı İstanbul Radyosundan yaptığı bir çağrı ile işçilere, “İşçi kardeşlerim! İşçi sınıfının bilinçli temsilcileri! Sizlere sesleniyorum. Beni iyi dinleyiniz. Anayasal haklarınız için direndiniz. Direniyorsunuz. Anayasamız, her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler Anayasa’ya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuzdan, hiçbir hareketimiz Anayasa’ya aykırı olamaz. Ne var ki, bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta, kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizi uyarıyorum.” diyerek bir anlamda direnişin bitişini ilan ediyordu. 16 Haziran gecesi İstanbul ve Kocaeli’nde 30 gün süreyle sıkıyönetim ilan edilirken 80 DİSK yöneticisi ve 420 işçi temsilcisi evlerinden gözaltına alınacaktı. İş yeri sahiplerinin işçi liderlerini polise ihbar etmesi ile tutuklu sayısı artmış 1974 yılında çıkan genel affa kadar farklı sürelerle işçiler hapis cezasına mahkum edilmişti.
15-16 Haziran işçi direnişi 2 gün gibi kısa bir zaman dilimini kapsamış olmasına karşın sermayeyi fazlasıyla korkutmuş ve hatta bazıları bu korkuları ile “devrim oluyor” diyerek ülkeyi terk etmişti. O zaman kadar üniversite gençliği ve aydınlar üzerinden yürüyen sınıf mücadelesinin bayrağı ilk defa gerçek sahiplerinin elinde dalgalanmıştı. “Türkiye’de işçi Sınıfı yoktur ya da aydınlar, askerler ve gençlik devrimin diri gücüdür” gibi ucube tezlerin hepsi çöp olmuştur. O zaman kadar yaygın olarak “devrimci bir kurum” olarak görülen ve kitle eylemlerinde “Ordu-gençlik el ele” sloganı ile ilerici bir misyon biçilen TSK’nın karşı devrimci niteliği aleni bir şekilde ortaya çıkmıştı. Egemen sınıf klikleri arasındaki yarılma derinleşmiş, keskin bir hesaplaşmaya dönüşmüş ve 12 Mart 1971 faşist darbesine giden darbe dinamikleri harekete geçmiştir. Egemen sınıflar sendikal bir mesele üzerinden 150.000 işçinin sokaklarda asker ve polisle çatışması barikatları aşması ve ülkede bir anda “devrim oluyor” havası yaratmasının şokunu uzun süre atlatamamış faşizan ve baskıcı bir yönetim biçimini hayatın her alanında uygulamaya sokmuştur. 15-16 Haziran Direnişi sonrasında devrimci bir sınıf partisinin öncülüğünden yoksun işçi sınıfının nicel olarak ne kadar kitlesel direnişlere imza atsa bile bunun varacağı en ileri noktanın ekonomizm olacağı pek çok devrimci tarafından açık bir şekilde anlaşılmıştı.
Buradan hareketle dönemin devrimci gençlik örgütleri 1971 ve 1972 yılında THKP-C, THKO ve TKP (M-L) olarak illegal partileşme ya da örgüt kurma yönelimi içerisine girmiştir. Sınıf hareketinin devrimci bir öncü ile bütünleşmesi ihtimali üzerinden ABD, Özel Harp Dairesi, egemen sınıflar ve parlamentodaki temsilcileri geniş ve tam uzlaşı içerisinde bir ittifaka girmiş ve bu hareketleri fazla büyümeden fiziki olarak imha etme siyasetini benimsemişlerdir. Dönemin devrimci öncüleri faşist bloka karşı şehirlerde, darağaçlarında ve dağlarda birbirinden bağımsız ama birbiriyle örtüşen bir şekilde dayanışma ve direnişi tercih etmiştir. 1973 yılına gelindiği de devrimci öncüler fiziki olarak imha edilmiş olmalarına karşı geride bıraktıkları devrimci direniş geleneği ile devrimci hareket kısa bir zaman dilimi içerisinde yüz binlerce insanın desteği ile büyümüş gelişmişti.
Bugün de devrimci-yurtsever güçlere karşı tüm egemen sınıf siyasi temsilcileri, sermaye, TSK ve emperyalist güçler ittifakı ile geliştirilen imha operasyonları aynı şekilde devam etmektedir. Hayata Dönüş, Barış Pınarı, Çökertme Planı, Pençe Kilit Harekatı işçi sınıfını, emekçileri ve yurtsever Kürt halkını teslim almanın gayesini amaçlayan karşı devrimci faşist saldırı dalgalarıdır. 15-16 Haziran ve 71 devrimciliğinin bize bıraktığı tarihsel miras işte tam burada yakıcı önem kazanmaktadır. Faşizmin saldırıları bizleri fiziki olarak imha edebilir fakat bu saldırılara karşı direniş çizgisine sarıldığımız oranda yeni, daha büyük ve gelişkin bir devrimci dalganın önündeki engelleri kaldırmış olacağız.
Bu yazı ilk olarak Birleşik Devrim Dergisi’nde yayımlanmıştır