Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Yabancılaşma ve emeğin özgürleşmesi!

Burjuva sistem içinde yabancılaşmış emek, yabancılaşmış insan, yabancılaşmış yaşama karşı mücadele ederken; kapitalist sistemin yerine baskının, sömürünün olmadığı bir dünyanın yaratılmasıyla yabancılaşmanın ortadan kalkacağı bilinciyle hareket edilmelidir

“Gerçek emek, zenginler için harikalar yaratır, ama işçiler için yoksunluk üretir. Emek zenginler için saraylar, ama fakirler için mezbeleler üretir. Emek zenginler için güzellik, ama fakirler için kararıp solma üretir. Emek emeğin yerine makineleri geçirir, ama böylece işçilerin bir bölümü barbarlık tarzı emeğe geri döndürür, öteki bir bölümünü de makine durumuna getirir.”

Yabancılaşma kavramı gerek içeriği gerekse de toplumsal yaşamda kapsadığı alan itibariyle oldukça geniş ve çok yönlü irdelenmesi gereken bir olgudur. Ancak bu yazımızda toplumsal yaşamın neredeyse her alanında karşımıza çıkan bu olguyu sadece giriş mahiyetinde ve bazı yönlerini ele almakla yetineceğiz. Özellikle içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte, her nesnenin kâr amaçlı olduğu bir dünya gerçekliğinde; emeğinden yabancılaşma ve emeğin özgürleşmesi üzerine daha fazla durulması gerektiği kanısındayız. Emperyalist kapitalist sermaye, dünyanın her köşesine girdiği, işçi sınıfının köle durumunda çalışmak zorunda kaldığı bu süreçte; emeğine yabancılaşma kavramının ve içeriğinin tartışılması, geniş bir şekilde açılması gerekmektedir. Kısaca, yazımızda yabancılaşmanın bazı yönlerini açmaya çalışacağız. Zira gün geçtikçe yabancılaşmanın boyutu toplumda derinleşmekte, üretici güçlerin kendi aralarındaki sosyal ilişkileri kâr ve rant ilişkilerine dönüşmekte, üretimin devindirici güçleri, toplumun kurtuluşunu sağlayan işçi sınıfı, yani dünyanın esas sahipleri arasında, sosyal ve politik bağ azalmaktadır. Bu sebepten dolayı, bu kısa yazımızla yabancılaşmanın bazı yönlerine dikkat çekmek istiyoruz.

Yabancılaşmanın kısa tarihsel gelişimi!

“Yabancılaşma” bugüne özgü değildir. Toplumun sınıflara bölünmesi, değişik iş bölümünün ortaya çıkması sonucunda toplumun devrimci dinamiğini oluşturan tarih yaratıcıları arasında da “yabancılaşma” başladı. Yani emeğin gasp edilme olgusunun ve farklı iş bölümünün toplum sahnesine çıkmasıyla yabancılaşmanın temeli de oluştu. “Yabancılaşma”nın ekonomik temeli emeğin gasp edilişi olmasına rağmen, bu süreçten kısa bir dönem öncesinde, kadın cinsinin erkekler tarafından ötekileştirme çabasını unutmamak gerekiyor. Çünkü özel mülkiyet ortaya çıkmadan kısa bir dönem önce farklı iş bölümü (hayvancılık ve tarımcılık) kadınlar üzerinde cins baskısı yarattı. Kadın cinsi ötekileştirilmişti, yani kadın cinsinin ötekileştirilmesi sınıfların ortaya çıkmasından daha önce başlamıştı. Erkek ve kadın arasında görev bölümü kadın cinsi ile erkek cinsi arasındaki yabancılaşmanın temelini oluşturdu, zira kadının sömürülmesi ve ezilmesi bu görev bölümü üzerinden yükseldi.

Toplum ve doğadaki yasaları araştıran filozoflar, bu soruna eğilerek yabancılaşmanın siyasal, psikolojik ve ekonomik kaynağını araştırmışlardır, ancak farklı farklı sonuçlara varmışlardır. Değişik sonuçlara varsalar da bunların tümünü iki kampta toparlamak mümkündür.

Birinci kampta yer alanlar; Hegelciler, daha sonra Durkheim, Simmellerdir. Hegel okulunda okuyan filozoflar yabancılaşmayı özetle şu şekilde tarif etmekteydiler: Doğa başta olmak üzere çevre kültürü ruhun sonucu olduğunu anlamadıkları için insanalar yabancılaşmışlardır. İnsanlar ruhun her şeyi yarattığını anladıktan sonra yabancılaşmadığını belirtmekte, yabancılaşma olgusunu metafizik cephede değerlendirmekteler. Tinin, her şeyin üzerinde olduğu başlıca esas veri olduğunu savunmaktalar. Yabancılaşmanın aşağıda alıntı yapacağımız veri üzerinde sonucuna varmışlardır:

“Hegel için insanal öz, insan, özbilince eşittir. Bunun sonucu insanal özün tüm yabancılaşması, özbilincin yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Özbilincin yabancılaşması, insanal özün gerçek yabancılaşmasının, düşünce ve bilgide yansıyan dışavurumu değildir. Tersine, somut olarak görünen gerçek yabancılaşma, en içten -ve yalnızca felsefe tarafından aydınlatılmış- gizli özüne göre gerçek insanal özün yabancılaşmasının, özbilincin yabancılaşmasının belir tisinden başka bir şey değildir.” Karl Marks

Yabancılaşmanın esas vurgusu ve ele alışı felsefe biçimiyle Hegel’le başlamasına rağmen, Hegel’deki bu tanım gerçek realitenin ortaya çıkarılmasında eksik kalıyordu. Üretim süreci içindeki işçilerin kendi emeğine nesnesine yabancılaşması, Hegel’de esas sorun olarak alınmıyordu. Tin olgusu onun teorik yapıtların başköşesini oluşturuyordu. Hegel’in okulunda okuyan ve onun ilk planda görüşlerini savunan Ludwig Feuerbach yabancılaşma konusunda Hegel’den uzaklaşmışsa da köklü kopuş sağlayamamıştır, Feuerbach’ın, insanlar ne kadar tanrıdan uzaklaşırsa o kadar yabancılaşmadan uzaklaşır veya insan tanrı için ne kadar çalışırsa kendisi için o kadar az çalışır vurgusu, Hegel’in okulunda ayrışımı sağlıyordu ve o dönemin koşullarında sıçrama yaratmaktaydı. Hakikate varmaya çalışan Feuerbach sorunun ekonomik temelini görmekten uzaktı. Feuerbach yabancılaşmanın maddi temelini göremedi, dinin yabancılaşmanın üzerindeki etkisini ancak görebildi ki o dönemin koşullarında kiliseler tarafından sevilmeyen birisi olarak tarihe geçti. Feuerbach, Hegel ve Marx arasında bir köprüydü, Feuerbach’ın siyasal çıkmazını onun kendi yaşantısında ekonomik olarak yaşadığı zor koşullarda belki de aramak gerekiyordu. Öldüğünde, ölüsünün örümceklerle kaplı evde olması kötü koşullar içinde yaşamasının sonucuydu. Feuerbach hakkında Karl Marks şunları söylüyor: “Feuerbach, Hegelci diyalektik karşısında ciddi, eleştirel bir tutuma sahip ve bu alanda gerçek buluşlar yapmış olan tek kişidir.” “Feuerbach’ın büyük eylemi şudur: 1. Felsefenin, fikirler biçimi altına konmuş ve düşünce tarafından açındırılmış dinden başka bir şey olmadığını;* insan yabancılaşmasının bir başka biçimi ve bir başka varoluş biçiminden başka bir şey olmadığını; öyleyse bir o kadar kınanabilir olduğunu tanıtlamış bulunmak…”

İkinci kutupta yer alan materyalistlerdi. Karl Marx emeğin yabancılaşmasının teorik temelini oluşturduğu, emeğin de yabancılaşmayı din eksenli sorundan uzaklaştırıp, ekonomik temelin özünü ortaya çıkararak, yabancılaşmayı kapitalist ekonominin emeği gasp edilişine indirgeyerek, Hegel’in teorisini ‘I. Mantık; II. Doğa felsefesi; III. Tin felsefesi’ konulardaki yabancılaşmayı eleştirir ve şu belirlemeleri yapar:

“Hegel, modern ekonomi politiğin bakış açısında yer alır. O, emeği öz olarak, insanın doğruluğu gösterilmiş özü olarak kavrar; emeğin yalnızca olumlu yönünü görür ve olumsuz yönünü görmez. Emek insanın yabancılaşma içinde ya da yabancılaşmış insan olarak, kendi için oluşudur. Hegel’in bildiği ve kabul ettiği tek emek, tinin soyut emeğidir. Kısacası, demek ki felsefenin özünü oluşturan şeyi, kendinin bilgisine sahip insanın yabancılaşmasını ya da kendi kendini düşünen yabancılaşmış bilimi Hegel, emeğin özü olarak kavrar ve bu nedenle daha önceki felsefe karşısında, kendi felsefesinin çeşitli uğraklarını bir araya getirip onu tek felsefe olarak sunabilir…

1. Marks’a göre yabancılaşma, insanın emeğinin gasp edilmesiyle ortaya çıkmış, insanın kendi emeğine yabancılaşması ilk bu dönemde başlamıştır. Yabancılaşma, emeğin üretim süreci içinde başkaları tarafından gasp edilmesi maddi temeli üzerinde yükseldiğini belirtmiştir. Emeğin başkaları tarafından gasp edilmesi, emekçinin mal içinde nesnelleştirdiği emeği karşısında da yabancı duruma gelir. Yani emeğinde yabancılaşır, uzaklaşır. Bu sorunu yazımızın ileriki bölümlerde açıklamaya çalışacağız.

Modern sanayinin gelişmesi ve yabancılaşma!

Modern sanayinin en belirgin özelliği, “Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öteki bölümünü de makine durumuna getirir…”Yabancılaşmanın modern biçimi burada başlamıştır. Bu barbarlık üzerinde hukuk, sanat, devlet yükselmiş, işçi sınıfına bu barbarlığı kanıtsayarak özgürlük olarak sunulmuştur. Modern sanayi dönemine girmeden kısa bir paragraf açmak istiyoruz. İlkel toplumun köleci topluma dönüşmesi ile insanlık tarihinde yeni bir dönem başladı. Köleci toplumda köleler kendileri için nesnel güç olma özeliğine sahip değildi, bir başkası için yaşamaktaydılar. Keza feodal toplumda da toprak rantına dayanan feodal sömürü üretim faaliyeti içinde çalışanlar kendi emeğine de yabancılaşmıştı. Siyasi bağlılık ilişkisi sonucu köylülük, sosyal yaşantısında kendisi için değil toprak beyi için yaşantısını sürdürmekteydi. Fiziksel, ruhsal, sosyal ve iktisadi olarak toprak ağası ile bağlılığı sürdürürken, o kadar da kendisinden kopuyordu. Dönem yabancılaşmanın en acı boyutunu kadın cinsi yaşamaktaydı. Onlar geleceğe dahil ve kendi vücudu üzerinde herhangi bir hakka sahip değildiler. Kendi geleceğini belirlemede söz hakkı yoktu. Kendi vücudunu yönlendirmede kendi bilinci ve aklıyla yol alamıyordu, bir başkası onu yönlendirmekteydi, her davranış ve eylem biçimi kendisine tersti yani kendisi için değil başkası için yaşıyordu, kendisi nesnel olarak kendisine yabancılaşmıştı. Dönemde yabancılaşmanın siyasal ve psikolojik tahribatı kadınlar üzerinde çok ağırdı. Tekrar paragrafı kapatalım.

Kapitalist üretim biçimi kapalı ekonomiyi yıkarak, toplumsallaşmış üretimi yarattı. Üretimi merkezileştirerek bölgeler arasındaki sınır çizgilerini yıktı, küçük loncaları, manifaktür üretim biçimini tekeller içine aldı veya bunları yuttu, büyük üretim dallarında işçi sınıfını yan yana getirdi, işçiler arasında sosyal ilişkiler sağlandı. Böylece işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin maddi temeli de yaratıldı, kapitalistler kendi mezarlarını kendileri de kazdı. Kapitalist sanayi dönemi, işçi sınıfının emeğinin kapitalistler tarafında sömürülmesi ve artı değerin elde edildiği dönemdir. İşçi sınıfının kendi emeği sonucu üretilen nesnenin kendi karşısına yabancı bir nesne olarak çıkmasının en belirgin dönemi modern kapitalizmin ortaya çıktığı bu dönemdir. Kapitalist ekonomi politiği inceleyen Adam Smith, David Ricardo ve diğerleri kapitalist ekonominin üretim içindeki işçi sınıfının kendisinde yabancılaşması sorununa dikkat çekmemişlerdir. Başta belirtiğimiz gibi bu sorun Karl Marks tarafından detaylı bir biçimde açıklanmıştır, Adam Smith ve David Ricardo ise işçi sınıfının üretim içinde kendi nesnesine, kendisine, doğaya karşı yabancılaştıklarını açıklamıştır. Kapitalizmin ortaya çıkmasıyla belirgin biçimde başlayan yabancılaşma, bugün metanın girdiği her alanda ezilen halkın kendi emeği karşısında yabancılaştıkları gerçeğini yaratmıştır. Kapitalist üretimin yoğunlaşarak merkezileştiği bu dönemde, üretim ve tüketim olmak üzere toplumsal üretimin değişik dalları, dünya çapında birkaç tekkelin elinde toparlandı. Her üretim dalı kendi içinde üretici güçlerini bölerek değişik iş alanına dağıttılar. Çünkü aynı iş alanında toplu çalışan işçiler arasındaki sosyal ilişkilerin kurulması işçilerin örgütlemesinde önemli bir faktör olduğundan dolayı, kapitalistler iş kollarını küçük üretim birimlerine bölerek aynı iş kolunda çalışanları birbirine yabancılaştırma politikası güttüler. Japonya’daki üretim ve esnek üretim olarak belirtilen politika budur. Böylece üretici güçler arasındaki dayanışma ruhunu yok edip sosyal ilişkileri birbirinden kopararak yabancılaştırma politikasını uyguladılar.

Emperyalist ve kapitalist sistemde üretim araçları üzerinde özel mülkiyet olmasından dolayı, üretim dağılımı da eşitsizce olmaktadır. Üretim araçlarının azınlığın elinde olması sonucu üretici güçlerin emeği daha fazla sömürülürken daha fazla üretim üretilmektedir. Fazla malın üretilmesi kısaca, üreticinin mal içinde emeğinin nesnelleşmesi ve ürettiği mal karşısında emekçinin değersizleşmesidir. Daha fazla emekçinin kendi emeğine yabancılaşmasıdır.

Yaşadığımız sistemde üretilen nesnenin başkasına ait olması sonucu ne kadar fazla üretim olursa işçi nesnel ürettiği şey karşısında o kadar yoksullaşır, değersizlesir.

Kapitalist sistemde işçi kendi emeğine ve ürettiği nesneye yabancıdır!

Üretim süreci içinde üretim güçleri olmadan üretim olmayacağı açıktır. Yani üretimin olmasının temeli üretim güçleridir. Üretim güçlerin özgür olmaması, üretimi kendisi için değil bir başkası için soyut ve somut enerjisini kullanarak yapması, kendi harcadığı emeğinden de kopmasıdır. Çünkü nesneleştirdiği üretimin sonucu elde edilen nesneden kopuktur. Dolayısıyla kapitalist sistemde işçi kendi emeğine yabancı hale gelmiştir. Ne kadar fazla çalışırsa, daha fazla mal üretirse, o kadar kendi soyut ve somut enerjisini kullanmaktadır; ortaya çıkardığı üretimden uzaklaşmıştır. Kendisinin kullandığı emeği ona yabancı bir nesne olarak karşısında durur. Mal içinde nesneleşmiş emeği ona karşı döner. Ürettiği maldan yabancılaşması üretim içinde cisimleşen kendi varlığıdır. Üretici ürettiği mal karşısında onu uzakta görür, ne kadar sevimli ne kadar güzel veya tatlı bir şey olduğunu söyler, ancak ürettiği mala sahip olamaz, ürettiği malı kullanamaz, kendi geçimleri gereği olsa bile onu elde edemez. Kendi soyut ve somut, fiziki ve bedensel emeğiyle ürettiği mal başka bir sınıfın denetimi altına girmiş ve emekçi kendi emeği sonucu ürettiği malla yabancı olmuştur. Üretim içinde çalışan işçi harcadığı kendi emeğine sahip değildir. Çünkü emek, mal içinde nesneleşmiş fiziki ve bedensel nesnedir. Fiziki ve bedensel faaliyetle herhangi bir nesne içinde var olur. O nesnenin var olması emeğin iki kısmın içinde olmasını zorunlu kılar, aksi biçimde nesne yani mal üretilemez. Emeğin ürünü olan nesnenin emekçi sınıfından yabancılaşması, ”Emeğin ürettiği nesne, yani emeğin ürünü, emeğin karşısına yabancı bir şey olarak, üreticiden bağımsız bir güç olarak çıkar.”

Emperyalist kapitalist sistemde emeğin ürettiği nesnenin kendi emeğinin karşısına yabancı nesne olarak çıkması, üreticinin dokunmaz biçime bürünmesi en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu sorunun anlaşılması açısından iki örnek vermek istiyoruz. Araba fabrikasında çalışan işçilerin ve teknisyenlerin somut ve soyut emeği sonucu arabalar üretilmekte. Arabalar işçinin emeği sonucu ortaya çıkmış, nesnel olarak işçi emeği taşımaktadır, ancak arabanın üzerinde yazılı olan fiyattan dolayı satın alamamaktadır. Kendisinin cisimleştiği nesne kendisine yabancıdır. Veya ekmek fabrikasında çalışan emekçi tüm emeğini harcayarak ekmek üretmektedir. Ancak ürettiği nesneyi yani ekmeği kendi evine götürememekte, köle olarak çalışması sonucu ücret aldığı cebindeki parayla satın almaktadır. Yani kendi ürettiği nesne emekçiden yabancılaşmıştır kendisine ait olmayan metayı para vererek almakta; ürettiği mala sahip olamamakta mal onun karşısına yabancı bir meta olarak çıkmaktadır. Emekçi yalnızca emeğin nesnesine yabancı duruma gelmemiştir, kendi harcadığı emeğine de yabancı duruma gelmiştir. Yani kendisinin kattığı emeğe yabancılaşması kendisine de yabancılaşmasıdır. Kısacası işçi ürettiği nesneye yabancılaşmış ve kendi emeğine yabancılaşmıştır. ”İnsanın kendi kendisiyle ilişkisi, onun için ancak başkası ile ilişkisi aracıyla nesnel, gerçek bir ilişki olabilir. Öyleyse o kendi emek ürününe karşı, kendi nesneleşmiş emeğine karşı, yabancı, düşman, güçlü, ondan bağımsız bir nesne olarak davrandığı zaman, bu nesne ile kendisine yabancı, düşman, güçlü, kendisinden bağımsız bir başka insan ona sahipmiş gibi bir ilişki içindedir. O kendi öz etkinliği karşısında, özgür-olmayan bir etkinlik karşısındaymış gibi davrandığı zaman, ona karşı bir başka insanın hizmetinde, bir başka insanın egemenliği, zorlaması ve boyunduruğu altındaki bir etkinlik olarak davranır. ”

 Yabancılaşma sonucu gönüllü değil zorla çalışılır!

“Kaygı ve yoksulluk içindeki adam en güzel oyun karşısında bile duyuşuzdur.” Kapitalist sistemde fabrika çarkları içinde ezilen emekçilerin yaşamaları için zorunlu olarak çalışmaları gerekiyor. Barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçların temin edilmesi için zorunluluktur bu. Her gün nasırlı elleriyle üretim faaliyetini sürdüren işçi sınıfı en ağır koşullarda çalışarak geçinebileceği ücret almaktadır. Bu şu anlama gelmektedir. Kendisinin yarattığı malı yine kendi iş gücünü satarak satın alabilmektedir. Pazarda satın aldığı mal satın alan kişinin faaliyeti sonucu elde edilmiş ancak ona yabancılaşmıştır. Üretim faaliyeti içinde kendisine kendi emeğine yabancılaşma iş faaliyeti içinde çalışmama veya çok eskilerde iş makinalarını kırmaya kadar varan işçi sınıfının tepkisine yol açmıştır. Karl Marks’dan bu sorun üzerine bir paragraf aktarmak istiyoruz:

“İlkin, emeğin işçinin dışında olması, yani onun özüne ilişkin olmaması, demek ki emeğinde işçinin kendini olumlamayıp yadsıması, mutlu değil mutsuz duyması, özgür bir fizik ve entelektüel etkinlik göstermeyip bedenine ve tenine eziyet etmesi olgusuna. Sonuç olarak işçi, ancak çalışmanın dışında kendi kendisinin yanında* olma duygusuna sahiptir ve çalışmada kendini kendi dışında duyar. Çalışmadığı zaman kendi evinde gibidir ve çalıştığı zaman da kendini kendi evinde duymaz. Öyleyse çalışması istemli değil ama istemsizdir, zorlama çalışmadır. Öyleyse bir gereksinmenin karşılanması değil ama yalnızca çalışma dışındaki gereksinmeleri bir karşılama aracıdır. Emeğin yabancı niteliği, fizik ya da başka bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz çalışmadan veba gibi kaçılması olgusunda açıkça görünür. Dışsal emek, insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir onur kırılması çalışmasıdır. Son olarak emeğin işçiye dışsal niteliği, onun işçinin kendi öz malı değil ama bir başkasının malı olması, işçiye ilişkin (ait) olmaması, işçinin ernekte (çalışmada) kendine değil ama bir başkasına ilişkin olması olgusunda da görünür. Dinde insan imgeleminin, insan kafasının ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytansal yabancı bir etkinlik olarak etkili olursa, işçinin etkinliği de tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına ilişkindir, kendi kendinin yitirilmesidir bu etkinlik.”  Marks bunu belirterek bugünkü sistemde işçi sınıfının üretimdeki gönülsüz çalışmasını, emeği sonucu üretilen malın işçi sınıfı tarafından sahip olunmamasının sonuçlarını açıklamaktadır.

Burjuvazinin esas amacı fazla kar ve artı değerdir. Emekçilerin kanlarını sömürerek artı değer elde etmekte bunun için de en ileri üretim araçlarını üretim sürecine koyarak, seri üretim biçimini sağlamaktadır. Sonuç olarak üretim faaliyeti içinde olanları iş makinenin birer parçası haline getirmişlerdir. Çünkü fazla üretim işçi sınıfının daha fazla yabancılaşmasını ve köle olmasını sağlamaktadır. Üretim faaliyeti içinde üretimin artması üretici güçlerin daha fazla ezilmesi ve yoksullaşmasıdır.

“İşçi ne kadar çok zenginlik üretirse, üretim güç ve büyüklük bakımında ne kadar artarsa, o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, şeyler dünyasının değerinin artmasıyla doğru orantılıdır.” Üretim faaliyeti içinde kendisine yabancı olan mal üretmek istemez, üretiminde de gönüllük olmaz. Burjuvazinin ezilen halka tanıdığı da budur. Yaşaması için kendi emeğine yabancılaşan ve ürettiği nesneye yabancılaşan yaşantıyı emekçi halka dayatmıştır. Yabancılaşan kişi doğaya karşı da yabancılaşır. “İşçi, doğa olmadıkça, duyulur dış dünya olmadıkça, hiçbir şey üretemez. Doğa, işçi emeğinin içinde gerçekleştiği, işçinin içinde etkin olduğu, ona dayanarak ve onun aracıyla ürettiği maddedir.” “Ama nasıl ki doğa emeğe, emeğin üzerlerinde çalıştığı nesneler olmaksızın yaşayamayacağı anlamında, geçim araçları sunarsa, tıpkı öyle, öte yandan da dar anlamda geçim araçları, yani işçinin kendisinin fizik geçim araçlarını da sağlar.”

Doğa insanların yaşamları ve geçim araçları olarak imkân sağlamaktadır. Barınma, geçinme olanaklarını insanlara sunar. Bu imkanlar olmadan insanların yaşayamayacağı gibi canlılar da yaşamaz. Keza, üretimin olması için nesnel araçlar doğadan elde edilir. Kapitalistler doğanın insanlara sunduğu nimetleri tekelleştirerek özel mülkiyet denetimi altına almış, kapitalist ekonominin gelişmesi ve azami kâr için dünyanın doğal yapısını, atmosferdeki sıcaklık derecesini, hava kirliliğini değiştirmişlerdir. Doğanın sunduğu imkanlar kapitalistler tarafında paralı yapılmıştır. Kapitalist tekeller dünyanın sonuyla oynamaktalar. 200 yıl önce doğanın insanlara sunduğu yaşam araçlarının paralı olacağı söylenseydi, o dönemin koşullarına göre deli olmak yeterliydi. Ancak bugün canlıların en temel yaşam aracı olan havanın seneler sonra paralı olamayacağını söylememek için deli olmak gerekiyor. Ayrıca doğanın bize sunduğu her şeyi havanın dışında metaya dönüştürmüşlerdir; su, ağaç… Hatta hava kirliliği bazı ülkelerde öylesine had safhaya ulaşmış ki, kirli havadan dolayı maskeyle gezen insanları görüyoruz. Dağlar, ormanlar, sular, denizler parsellenmiş, emperyalist devletlerin denetimi altına girmiş, kısacası doğa emekçilere yabancılaşmıştır.

Kısaca, özel mülkiyeti elinde bulunduran kapitalist ve emperyalist tekeller, doğa üzerinde de özel mülkiyet kurmuş, doğaya karşı yabancılaşma sağlanmıştır. Yer altı yer üstü kaynakları ezilen halktan çalmışlardır. Kendi türsel varlığından yabancılaşma, üretim faaliyetinde kendisinde ve kendi faaliyetinde yabancılaşma üretim içinde ve sosyal faaliyetlerde kendi türsel varlığında da yabancılaşmayı getirir. Kapitalist üretim meta üretimin üzerinde işleyiş sağlar. Her nesne metalaşmıştır, Paraya dayanmayan sosyal ve ekonomik ilişki kalmamıştır. Barınma, beslenme gibi günlük sosyal hayatta zorunlu olarak kurulan ilişkilerin tümü para karşılığındadır. Sistem içindeki bu ilişkiler sonucunda insan kendi türsel varlığına da yabancılaşmıştır. Günlük metanın satın alımında, en temel ihtiyacın karşılanmasında karşıdaki satan ve satın alan arasındaki yabancılaşma ve birbirlerine karşı eğilim iki ayrı bakış olarak karşılarına çıkmaktadır. Aynı sınıfın mensupları oldukları gerçeğinim tali planda kalmasıyla kendi sınıfına yabancılaşmışlardır. Daha iyi anlaşılması açısında basit bir örnek vermek istiyoruz. Ev sözleşmesi yapan her iki tarafın ezilen sınıfa mensup oldukları düşünelim. Ev anlaşması yapılmasında bir taraf sözleşmeden kendi lehine öbür taraf kendi lehine bazı avantajlar ister, birbirine karşı aynı sınıfa mensup olmayan davranışları içine girerler. Bu davranışlar nesnel üretiminde yabancılaşan emekçilerin keza kendileriyle de yabancılaşmalarının sonucudur.

Bilinçli üretim faaliyeti

Üretim güçlerinin kendisine yabancılaşması sonucu, bilinçli üretim faaliyetinden koptuklarını, sistemin sınırları içinde hapsoldukları gerçeğini görebiliyoruz. Burjuvazinin dayattığı, iş ve ev hayatı arasında ömürlerini geçirme, bilinçli üretken yaşamdan uzak tutma istemlerinin sonucudur. Bilinçli üretken yaşam içine girmeyen kişi burjuvazinin sınırları ve imkanları içinde güzel yaşama, güzel geçinme koşulları ve şartları aramaktadır. Burjuvazi de bunu istemektedir. Burjuvazinin ezilenlere dayattığı şey, ezilenlerin yaşamı değiştirme faaliyetinden uzak olmasıdır. Biraz daha açarsak, bizim istediğimiz yalnızca yaşamak değildir, yaşamak canlı olan herkesin yaptığı faaliyettir. Aslında bizim yaşam faaliyetimiz kendimizi koruma, yaşatma, besleme faaliyeti olamaz ve olmamalıdır. Bilinçli faaliyet, kendi emeğine ürettiği nesneye kendi türevine doğaya bilinçlice sahip çıkma ve korumadır. Bilinçli yaşam içinde olanlar yalnız kendisinin özgürlüklerini, yaşam biçimini düşünmezler, onlar, dünyanın değişik kıtalarında haksızlığa karşı mücadele etmeyi kendi mesleği olarak görmektedirler. Halkın acıları onların acısı, halkın sevinçleri onların sevincidir. Yani Che’nin;

“Dünyanın neresinde olursa olsun, haksız yere birisinin suratına atılan tokadı, kendi suratında hissetmeyen kişinin insanlığından şüphe ederim.” belirtmesi gibidir. Burada belirtilen bilinçli yaşamdır. Ezilen yoksul kesimin baskı ve sömürü altında yaşadığı süreci, bu sömürü ve baskıyı biz kendi benliğimizde hissetmeliyiz. ‘Beni ilgilendirmez’, ‘Benden uzak olsun’ gibi gerici anlayışlar terk edilmelidir. Bu kapitalist ve emperyalist kültürün emekçilere aşıladığı kültürdür. Marks’ın “Emek zenginler için zeka ama işçiler için budalalık, aptallık üretir” dediği de budur. Bu kapitalist sistemin, emekçileri kendi sınıf dayanaklarından uzaklaştırarak, sistemin parçası haline getirme çabasının sonucudur. Sistemin getirdiği budalalık ve boyun eğme kültürüne karşı çıkan, on binlerce insan Türkiye-Kuzey Kürdistan zindanlarında mahkûm edilmiştir. Doğru siyasi düşüncelerle donanan kişiler toplumun dönüşmesinin belirli süreçlerinde objektif rol oynamaktadırlar. Dolayısıyla, toplumların değişmesinde sübjektif öğe olan bilinçli faaliyet yalnızca sübjektif öğe olmakla kalmamakta keza objektif öğedir de aynı zamanda. Toplumların değişmesinde bilinçli faaliyet toplumdaki değişimin dinamiğini teşkil etmektedir.

Sonuç olarak, yabancılaşma olgusunu tartışanların üzerine vardıkları sonuç dünya üzerinde yaşayan insanların büyük bölümü (hatta%90 olduğunu söyleyenler de var) kendilerine yabancılaşmıştır. Bunun sebebi ise kapitalist ve emperyalist sistemin siyasal, kültürel, ideolojik, ekonomik dayatmaları olduğu belirtilmektedir. İnsanların dünyada yaşayan değişik türsel varlıklara ve doğaya yabancılaşması emperyalist sisteminde kaynaklanmaktadır. Burjuvazi daha fazla azami kâr için işçileri kendi varlık koşullarında uzaklaştırmış, emekçi halkların kendi haklarına sahip çıkma bilincini bulanıklaştırmış, onları modern köle olmaya zorlamıştır. Özgürlük, demokrasi söylemleriyle, karnımızı doyuracak dualarla köle durumuna getirme çabaları tüm yönleriyle sürmektedir. Karl Marks’ın belirttiği gibi, “Modern dünyada her birey, aynı zamanda hem köle hem de topluluk üyesidir. Ama burjuva toplumun köleliği, görünüşte en büyük özgürlüktür, çünkü bu, kendi yaşamının, örneğin mülkiyet, sanaii, din gibi kendi yabancılaşmış öğelerin -genel ya da insan bağlarından kurtulmuş- dizginsiz hareketini kendi öz özgürlüğü olarak gören bireyin görünüşte bireysel bağımsızlığıdır. Oysa gerçekte bu, onun köleliğinin ve insan dışılığının tamamlanmasıdır. Hukuk burada ayrıcalığın yerini almıştır.”

Sosyal faaliyet içinde yabancılaşmaya karşı mücadelemizi yoğunlaştırmalıyız!

İnsan sosyal bir varlıktır. Eğlenme, gülme, sohbet etme, sosyal aktivelere katılma insan olmanın temel özelikleri arasındadır. Bu olgudan hareketle bilinçlerimizin tazelenmesi ve yeni bilinç öğenin elde edilmesinin diğer ayağı da belirttiğimiz sosyal faaliyete katılıp tartışma, sohbet etme yoluyla elde edilecektir. Mao’nun “Kitlelerden kitlelere…” teorisinin yabancılaşmaya karşı panzehir olduğunu burada belirtmemiz gerekiyor. Sosyal alandaki yabancılaşmanın getirdiği bireysellik ve sosyal siyasal faaliyetlerden uzak kalma toplumda önemli şekilde kendi varlığını devam ettirmektedir. Sosyal faaliyetlerde yer almamız, kitleleri daha yakın tanımamız onlarla siyasal ve toplumsal sorunları tartışmamızı sağlayacaktır.

Sistemin getirdiği yoksullaşma ve fakirleşme sosyal zeminin daralmasına da yol açmaktadır. Çünkü yoksulluk emekçilerin daha fazla çalışmasını sağladığı gibi ağır iş koşulları sosyal faaliyete katılmayı engellemektedir. Özelikle bilinçli biçimde kapitalistler kitlelerin sosyal faaliyetlerini engellemekte, soysal faaliyet sağlanan alanlar kapatılmakta veya özelleştirilmektedir. Örneğin Almanya’da her mahallede olan kütüphaneler, gençlik evleri, çoğu mahallelerde kapatılmıştır. Gençlerin buluşmaları ve okumaları burjuvazi tarafından bilinçli olarak engellenmekte, sistemin bilinçli politikasıyla bunlar kötü alanlara yönlendirilmektedir. Böylece toplumda süren yabancılaşma sosyal ilişkilerde de boyutlanmıştır.

Toplumsal üretim faaliyeti içinde, pratik hayat yaşamımızla yabancılaşmaya karşı mücadelemizi kararlılıkla yürütmemiz, teorik ve siyasal düşüncelerimizin öznesi olmamız gerekmektedir. Her hareketimizi buna göre biçimlendirmemiz gerekiyor, bu da pratiğimizin teori ve siyasal düşüncelerimizin denetimi altında olmasıyla mümkündür. Yani yaşam biçimimiz bilinçli denetimimizin altında olmalıdır. Aksi takdirde söylem ve pratik arasında kocaman fark ortaya çıkar, teorik düzeyde esas doğru sözler söylenir veya sol görünür, pratikte de tersi durum ortaya çıkar. Yani söylemlerimize inanmama durumu aynaya yansır. Yaşantımızda, sohbetimizde bazı arkadaşlarımızın çok konuştukları plan ve programlarda çok nasihat ettiklerini biliyoruz, buna karşı değiliz, yapılsın, yapılmalı da, ancak buna uygun hareket edilmelidir. Aksi durum söylenen şeyler inandırıcı olmayacak söylenen şeyler kendisine de yabancı olur. Üstte emekçilerin üretim süreci içinde emeğini satarak karşılığında olan mala sahip olamadıklarını vurguladık, yani onun emeği sonucu elde edilen ürün arasında derin uçurum ortaya çıktığını belirttik ve emekçi kendi emeğine sahip olamadığından ona yabancılaştığını belirttik. Tıpkı onun gibi saatlerce fiziksel ve ruhsal enerjisini harcayarak teorik söylemlerde bulunan arkadaşların bu teorik söylemlere bağlı olmaması kendi nesnesine yabancı olması sonucudur. Dolaysıyla yabancılaşma belirttiğimiz teori ile pratik arasındaki ilişkilere de yansıyor.

İnsanların üretim mücadelesi yalnızca herhangi fabrikada çalışmakla özdeş değildir; toplumsal hareket içinde yazma, resim yapma, toplantı düzenleme kısacası toplumsal üretim mücadelesinin değişik biçimleridir. Kişi, fiziki enerjisini kullanarak konuşur, yani bir emek verir, eğer bu verdiği emeğe sahip çıkmazsa emek ondan yabancılaşır, o kişinin pratik hattı ile sarf ettiği emek arasında derin uçurumlar olur. Burada yabancılaşma daha fazla görünüyor, zira fikirde dik duruş genel ilkelerdeki dik duruşu sağlamaz. Bir an heyecanıyla dönemin getirdiği küçük burjuva heyecanlanma belirli dönemde devrimci faaliyette bazı yoldaşlarımızı ön plana çıkarması eğer onların bu fikirleri kendi davranış ve hayat yaşantısına göre düzenleyerek genel ilkelere bağlılığı sağlanmazsa kısa süre sonra devrimci mücadeleyi terk edeceklerdir. Fikir, davranış ve hayat koşullarını değiştiremiyorsa fikre denk düşen anlayış, pratikte doğru ve uzun süreli duruş sağlayamaz. ”Ama ayağa kalmak için, tinin yalın gevşek getirmeleri ile yıkılamayacak gerçek ve duyulur boyunduruğu gerçek ve duyulur kafası üstünde egemen bırakarak, düşüncede ayağa kalkmak yetmez” Ayağa kalmak burjuvazinin baskı ve katliamlarına karşı durma, ideolojik ilkelere bağlılık ve buna göre değişme ve dönüşmeyi zorunlu kılar.

Sonuç olarak, burjuva sistem içinde yabancılaşmış emek, yabancılaşmış insan, yabancılaşmış yaşama karşı mücadele ederken; kapitalist sistemin yerine baskının, sömürünün olmadığı bir dünyanın yaratılmasıyla yabancılaşmanın ortadan kalkacağı bilinciyle hareket edilmelidir.

Burjuvazinin ortaya çıkması kendi karşıtını oluşturan proletarya sınıfını da ortaya çıkarmıştır. Bu çelişki içinde proletarya gelişmeyi, güçlenmeyi, burjuvazi ise gerici niteliğinden dolayı gerilemeyi, tarih sahnesinde ortadan kalkmayı teşkil etmektedir. Bu gelişme kendiliğinden olacak bir durum değildir. Çetin mücadele biçimleriyle çelişki yön değiştirir. Burjuvaziyi tarih sahnesinde silen proletarya aynı süreçte kendisini de tarih sahnesinde silerek yabancılaşmaya son darbeyi vuracaktır.

*Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü dergisinin 13. Sayısında yayınlanmıştır



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler