Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Özgürlük özne ve nesne ilişkisi

Özgürleşme sosyalist sistem yaratıldıktan sonra başlayacak soyut bir ideal değil, an da ve mücadelenin yürütüldüğü somut yaşamda, kendini istem, irade ve düşünce olarak katıp, özneleşerek mücadele içinde yer almaktır

Sömürücü sınıflı sistemlere, baskı ve tahakküme karşı insanı eyleme geçiren temel dayanaklardan biri hiç kuşkusuz özgürlüğe duyulan tutkudur. Bu tutku kendini yeniden yaratmanın, insanca yaşam mücadelesinin güç ve iradesidir. Her türlü baskı ve yanıltsamalara rağmen insan bu yanını korur ve özneleşerek yarattığı değerlerle yaşatır, canlı tutar. Öyle bir özgürlük tutkusunun yaşamsallaşması özneleşmeyle doğru orantılıdır. Özneleştiğimiz oranda belirlenen değil, kendi yaşamını belirleyen, yabancılaşan değil, bilincinde olan itaat değil, isyan eden birey ve toplumlar olarak varlığımızı anlamlandırabiliriz.

Öncelikle özne-özgürlük ilişkisi, birey-toplum bütünlüğü düzleminde ele alınıp bu temel üzerinden kritize edilerek formüle edilmelidir. Zira bireyin özgürleşme mücadelesi toplumun nesneleştirilmesine karşı bir duruştur. Bir başka ifadeyle, bireyi özneleştiren toplumsallığı, toplumu özgür kılacak olansa bireylerin özneleşmesidir. Bu açıdan birey ve toplum özgürlüğü simbiyotik bütünlük içinde ele alınıp, en etkili savunma gücü olan birlikteliği korunmalıdır. Bu nedenle bireyin ideolojisi olduğunu söyleyen ve özünde bireyin önündeki engelleri kaldırarak onu güçlendirdiğini, özgürleştirdiğini iddia eden liberalizm gerçekte bireyi en fazla güçsüzleştirip etkisiz kılan ideolojidir. Toplumla sıkı bağları olmayan bireyin gücünden bahsedilemez. Doğanın zorluklarına karşı olduğu gibi, sömürücü sınıflı sistemlere karşı da en etkili savunma gücü toplumsallığıdır. Toplumsallık dağıtılmadan birey tahakküm altına alınamaz, nesneleştirilemez.

Bireyi merkeze koyarak bireyciliği salık veren liberalizme karşı dururken, bireyi yadsıyan kaba toplumcu yaklaşıma da düşülmemelidir. Aksi takdirde bireyin yadsınması beraberinde toplumun yadsınmasını getireceğinden, gücü elinde bulunduranın hüküm sürdüğü otoriter sistemlerin yolu açılacaktır. Bu açıdan özgürlük sorunsalına yaklaşım ve pratik uygulamalar gerek sosyalizm deneyimlerinin bıraktığı miras, gerekse de kendi tecrübelerimizin sağlaması önemli veriler sunmaktadır. Özgürlüğü bilinçli ve iradi bir tercih, uğruna mücadele verilerek anda inşa edilmeye başlanması gereken bir değerden ziyade, çoğu zaman dürtüsel temelde peşinden koşularak tarihin kaçınılmaz ereğinde yaşanmaya başlanan bir olgu olarak ele alındı. Bu bağlamda toplumun, bireyin, kadınların ve sınıfların özgürleşmesine ereksel temelde yaklaşım sergilendi. Temel sorunlara çözüm üreterek özgürlüğü inşaya bugünden adım adım başlamak yerine, öndeyisel çıkarımların mutlaklığında geleceğe bırakılarak ötelemek tercih edildi. Neticede zorunlulukları aşma yönünde mesafe katetmek bir yana, yeniden üreterek pekiştiren sosyal-siyasal pratikle birlikte şekillenen düşünsel-kültürel formasyonun ön kapayıcı çıkmazına girildi.

Özgürlük sorunsalının kökeni her ne kadar çok daha gerilere uzansada, kapitalizmin gelişmesiyle yükselen ve Ortaçağ karanlığına tepki olarak gelişen burjuva aydınlanmacılığının aklı, bilimi merkeze koyup insanı basitleştirerek nesneleştiren, pozitivist felsefeden etkilenmenin önemli payı vardır.

Ereksel bir bakış açısıyla, ilerlemeci tarih anlayışından beslenen pozitivizm, insan iradesini, tercih ve tesadüfleri önemsizleştirerek akla, bilime ve ilerlemeye dinsel bir konum verir. “En son gelenin en iyi olduğu” ön kabulüyle yaşamın vede düşünsel değişimin doğal yasalar düzleminde üçlü adımdan (teolojik-metafizik-pozitif) geçerek özgürlükler dünyasına doğru sürekli ilerlediğini iddia eder.

Bu akışta öznellikle nesnelliğin diyalektik bütünlüğü yadsınarak insana atfedilen etkisel rol ise, tarihsel sürecin doğal yasalarını kavrayıp önündeki engelleri kaldırarak hızlandırmadan ibarettir. Pozitifizm tarihsel yasaları, olguları ve nesnel gerçekliği kavramaya temel önem yüklediğinden, bileni-bilgeliği öne çıkarır. Öne çıkardığı oranda da bilenin otoritesini itaat edilmesi gereken tek otorite olarak tanımlayıp, toplumu ve bireyi yetkisiz, iradesiz, üzerinde çalışılan nesne konumuna indirgeyerek araçsallaştırır. Neticede otoriter ve egemenlikçi bir yönelimle çoğulculuğu dıştalayan pozitifizm, insanın binlerce yıllık birikimini bilimlerin darlığına, kesinliğine ve tek doğrucu kıskacına sıkıştıran, üstten belirlenimci, insanın değersel yanını önemsizleştiren, determinist bir bakış açısı olarak karşımıza çıkar.

Özgürlüğün gerçekleşmesini determinist bir tasvirle dünyanın nihai ereği olarak tanımlayan Hegel’e göre tarih, doğal yasalar çerçevesinde üçlü adımdan (tin-doğa-mutlak tin) geçerek özgürlüğün yasa olduğu, mutlak tin’in dünyasına doğru akan bir ilerlemdir. Ne var ki, bu ilerleme zounluluğun yasa olduğu güç, bela ve kotlanmalar içerisinde elde edilmektedir. Yasaları sezmiş olanlar ise bilen/bilgi, tarihin seçtiği kişilerdir. Toplumların yapması gereken, gerek yol boyunca gerek ise özgürlükler dünyasında, büyük kişilerin manevi otoritesine itaat etmeleridir. Fakat manevi otoritenin içerimi Platon’un aristokratik devletinde olduğu gibi kurumlar ve konumlar üzerinden şekillendirdiğinden, maddi bir otoriteye dönüşmektedir. Nitekim tarihin doğal yasaları bağlamında özgürlüğü kadifiye eden Hegel, zorunlulukların takdisiyle kişi ve kurumları yüceltirken, toplumu araçsallaştırmaktaydı.

Hegel, determinasyon mantolitesiyle bağlantılı olarak özgürlüğü “zorunluluğun bilincine varmak” olarak tanımlıyordu. Engels ise tanıma katılmakla birlikte insanın bilinçli dinamik rolüne vurgu yaparak “zorunluluğa karşı mücadele etmeyi ve değiştirmeyi” ekliyordu. Yaşanan sosyalzim deneyimleri ve kendi siyasal pratiğimizi göz önüne aldığımızda nasıl bir mücadele sorusu karşımıza çıkıyor. Zorunlulukları yücelterek bağımlılıklar içerisinde bir mücadelemi? Yoksa zorunlulukları aşma yönelimiyle tüm bağımlılık ilişkilerini kırarak bir mücadelemei?

Geçmişte ve günümüzde özgürlük nosyonunu tanımlamada ereksel pozitivist yaklaşımların etkisinde kalındı. Teorinin diyalektik oluşum gerçekliğiyle, Marks ve Engels’in kimi temel konuları muhtelif yorumsamaları ve de geliştirememiş olması, ardıllarınca format atılarak telakki edilmenin düşünsel-kültürel zeminini oluşturdu. Öyle ki özgürlükler uğruna verilen mücadeleyi, metafiziğe sirayet eden bir anlayışla insanın irade, hedef ve tercihlerini önemsizleştirerek, içsel şartlanmışlıkla peşinden koşarak yürüttüğü bir mücadele olarak yorumlanabildi. Hegel’in Tin’in fenomolojisi formülasyonun imitasyonuyla toplumlar tarihinin doğal yasalarının koşullamasıyla üçlü aşamadan geçerek komünizme erişebileceği tasavvur edildi. Sınıfsız toplum savlamasıyla sıralamalı tarih anlayışı, bilimsellik olarak mutlaklaştırıldı. “Yadsımanın yadsınması” felsefi belirlemesiyle formüle edilen bu sisteme göre, tarihsel süreç, yabancılaşmayı, bağımlılığı ortadan kaldırarak, insanın olumsuzluklardan sıyırlmasına yol açacaktır. Özgürlükler dünyasında ilksel komünal daha üst biçimiyle ortaya çıkacaktır. Özel mülkiyet ortadan kalkıncada bütün kötülükler tarihin çöplüğünde kalacaktır argümanıyla müteşekildir. Tarihsel süreç özgür bir dünyaya doğru akan doğal ilerleme olarak görüldüğünden, insanın etki gücü, engelleri kaldırarak hızlandırma düzlemiyle sınırlandırıldı. Dolayısıyla bireyin, toplumun, kadının, sınıfların özgürleşmesine ereksel temelde yaklaşım sergilenip, yürütülen mücadeleler de bu bakış açısına göre şekillendi. Bu yaklaşımı Marks’ın sınıf mücadelesine biçtiği rolle bağdaştırmak güçtür. Çünkü sınıf mücadelesi, insanın tarihe bilinçli müdahalesidir.

Marks ve Engels’i yaşadıkları dönemin atmosferi ve spesifik özellikleriyle ele almak, anlaşılmaları açısından zaruridir. Her düşünür döneminin yakıcı sorunlarına cevap arayarak ve verili olanın mütalası içerisinde teorisini oluşturur. Nitekim Marksizmin ortaya çıktığı koşullarda burjuva aydınlanmacılığının etkileri devam etmekteydi. Hemen her toplumsal olay ve olgu kimya, fizik gibi bilimlerin ruhsuz mekanikliğiyle açıklanmaktaydı. Aksi taktirde, gerici bulunarak itibar görmemekteydi. Bilim, akıl ve ilerleme yüceltisi içerisinde sanayileşmeye yüklenen anlamla “kapitalist medeniyete” özel önem atfediliyordu. Bu eksende toplumlar sanayileşme düzeylerine göre kategorize edilerek “ilerici” ya da “gerici” tanımlamalarla tasniflenmekteydi. Dolayısıyla Hegel’in ilerleme doğrultusunda misyon yüklediği ‘’tarih ulus’’un meşalesi, İngiliz sömürgeciliğinin ellerinde yükseldiğine inanılmaktaydı.

Marks ve Engels sonradan aşma yönlü çaba sarf etselerde dönemin bakış açısından etkilenmişlerdi. Öyle ki sömürgeciliğin karanlık dünyasında rutinleşen vahşi ve insanlık dışı uygulamaları her ne kadar sert biçimde eleştirselerde, işgalcilerin “kapitalist medeniyeti” taşıyarak tarihin çarkını döndürdüğü düşüncesiyle müspet bir paye biçmekteydiler. Örneğin İrlanda’nın özgürlük mücadelesine, Hindistan, Afrika ve Amerika’da yaşanan işgallere problemli yaklaşımları, dönemin etkilerinin teoriye yansımalarıydı. Bu yaklaşım, ne halkların çektiği acıları, yaşadığı katliamalar ne de onların kendileri olarak, duygu, istem ve düşünceleriyle kendi yaşamını belirlemeleri yeterince önemsenmemekteydi. Toplumların gelişimi üretici güçlere endekslenerek, tarihsel akışın mekanik seyrinde araçsallaştırılarak ele alınmaktaydı.

Sömürgelerde yaşayan halklara yaklaşımda olduğu gibi sosyalizm inşa pratiklerinde de kitlelerin özneleşmesine problemli yaklaşılmaktaydı. Bilen insanlar ön plana çıkarken belirleyeni de “yüce” ve “her şeyi bilen, yanılmaz” önderler olmuştur. Bu da kurtarıcılığa soyunan parti anlayışını takdis ettiği gibi temel sorunların çözümsüz kalmasına neden olmuştur. Kitleler tabilik ilişkisi içerisinde, parti yöneticilerinin doğrularının peşinden sürüklenen konumdaydılar. Önder ve “en bilinçli, en ileri” unsurları bünyesinde barındıran parti, toplum yerine düşünerek sorunlara çözüm ürettiği ve özgürlüğün önündeki engelleri kaldırdığı argümanı telakki edilmekteydi. Ne var ki toplumsal devrimler kişi ya da grupların istemine ve kararlarına göre yön belirliyorsa, varılacak yer özgürlük değil, sömürücü sistemlerin köleleştiren durağıdır.

Nitekim Lenin’in “tüm iktidar Sovyetlere” ve Mao’nun halk komünleri modellerinin gerçek anlamıyla yaşamsallaşamamasında, bürkratikleşerek kitlelerden uzaklaşan parti/devletin rolü belirleyici yerde durmaktadır. Kitlelerin düşünce ve iradeleriyle yönetime katılmaları özneleşerek özgürleşme bilinci oluşturmalarına gereken önem verilmiyor, bireysel ve toplumsal değişim basitleştirilerek ele alınıyordu. Dolayısıyla, sömürücü sistemlerin ürünü olan ulusal, sınıfsal, cins vb temel sorunların çözülmesi bir yana, her geçen gün derinleşerek bürokrasi (yani burjuvazi) eliyle sistemi çözülmeye götürmüştür. Oyasa ki birey ve toplumun siyasetten- savunmaya tutalımda yaşamın her alanına, güne ve geleceğe dair kendilerini ilgilendiren her soruna, duygu, istem ve düşünceleriyle katılıp özneleşebilmeleridir. Bunun olmadığı yerde bürokratikleşmede, hedeften sapmada kaçınılmazdır.

Doğa bilimlerini topluma uyarlayarak bir bitki gibi koşulları değişince insanında değişeceği önkabulüyle, insanı duygu, düşünce ve istemleriyle nesneleştirip, onun adına karar verme ve davranma hakkını gördüler, görebiliyoruz. Eğer özgürlük nasyonu özüne uygun yorumlanarak uygulansaydı, bireyin tabilik ilişkisi, kadının ezilmişliği, bağımlı ulusların yok sayılması, özcesi egemenlik ilişkilerinin olduğu yerde sosyalizmin topalladığ, ruhunun kararıp hedefinden saptığı görülürdü.  Birilerinin doğrulaırnı peşinden gidilerek, sosyalizm özüne uygun özgür, eşit ve adaletli bir modelin yaratılamayacağı, ancak yeni efendilerin ortaya çıkıp kolayca kendi iktidarlarını kuracağı anlaşılırdı.

Bu açıdan baktığımızda bizim mücadelemiz de geçmiş sosyalizm pratikleri gibi aktirist ve kitleler pasif, özne başkalarının kararları ve doğrularının peşinden giderek nesneleşen topluluklar gibidir. Bireyin bireyciliğine karşı çıkarken, bireyselleşmesini savunarak, mücadeleye düşünce ve iradeyle kndini özne olarak katmasının metod ve kültürünü oluşturmada yetersiz kalmaktayız. Benzer yetersizlik kitleleri tartışma süreçlerine katmadan tutalımda, toplumun insiyatif alıp kendini ifade edebileceği araçları oluşturmada da görülmektedir.

Burada yapının geçmiş yaklaşımlardan kopamamasının rolü olduğu gibi, bireyin düşüncel ve kültürel açıdan sistemle yüzleşmede yetersiz kalmasınında önemli payı vardır. Sürekli kurtarıcı araya, sorunların çözümünü başkalarından bekleyen, kendi olmayı yadsıyıp çok bilenin, sorumlu olanın takdirine bürünenlerin özneleşmeleri de, devrimcilikleri de sorunludur. Kendini hep tabilik ve tarafgilik içinde var ederler. Ve “efendilerin” ve “önderlerin” doğrularının peşinden koşmaksızın ayakları üzerinde duramazlar. Bu şekilleniş, ideal ve değerler yitimiyle paralele ilerlediğinden çevrelerine yozlaşma yaymaları kaçınılmazdır. Nitekim hem yaşanan inşa pratikleri hem de bizim pratiklerimizin problemli yanları, birey ve kitlelerin mücadeleye tabilik içerisinde katılmasının düşünsel ve neslen zeminini sunuyor. Bu da kaçınılmaz olarak bürokratlaşmanın önünü açarak belli bieyleri öne çıkarırken çoğunluğu şeyleştiriyor. Özgürlük sorununu bu mekanik ele alış, devrimcilerin başarısızlıklarında kurtarıcılığa soyunarak bürokratikleşmede, ulusal, kadın vb farklılıkların sorunlarına bakışta da önemli payı vardır.

Özgürleşme sosyalist sistem yaratıldıktan sonra başlayacak soyut bir ideal değil, an da ve mücadelenin yürüütldüğü somut yaşamda, kendini istem, irade ve düşünce olarak katıp, özneleşerek mücadele içinde yer almaktır. Bu nedenle kitlelerin karar alma süreçlerinde yer almaları, yaşamları ve gelecekleri hakkında kendi sözlerini özgürce ifade etmeleri, başkalarının kararlarıın peşinden gitme ve sürüklenen olmaktan çıkarıp özneleştirecektir. Özneleşmekte özgürleşme bilincini büyütecektir. Özgürleşme bilinci gelişen kitlelerde kolay kolay tahakküm altın alınamaz, egemenlik ilişkilerine mahkûm edilemez.

Mao, yaşanan temel sorunlar karşısında doğru bir formül geliştirerek BPKD ile kitleleri nesneleştirmekten çıkararak özneleştirme yolunu seçmiştir. Ne var ki baştan böylesi bir bilinç ve kültür oluşmadığından amaçlanan sonuç elde edilememiştir. Bu nedenle bugünden bireyin ve toplumun özgürleşmesi temelinde yürütülmeyen özgürlük mücadelelerinin katı bürokratik iktidarlaşmadan kaçamayacağı görülmelidir. Kurumun sorunun çözümüne dönük kollektif önderlik modeliyle koordinatörlük ve değişkenliği tercih etmesi önemlidir. Bununla uyumlu olarak bireyin, kademe ve örgütlemenin karar ve politikaların belirlenmesinde söz ve etki sahibi olması sağlanarak özneleşmenin yolu açılıyor.

Kitlelere dönük, komün, konsey, meclis örgütlenmesiyle sosyalizmin temelleri bugünden atılarak toplumun insiyatif oluşturup önderliği paylaşması amaçlanıyor. Aynı amaçla yerelin, söz-karar-yetki halka şiarıyla aşağıdan yukarı iradeleşmesi, yönetime düşünsel katılımın önünü açıp bürokratikleşmeyi engelleyecektir. Bu doğrultuda yapılması gereken karar alma süreçlerinde kişi ve kurumları değilde, kitleleri öne çıkarıcı yaklaşımların benimsenmesi, kitlelerin yaşamıyla ilgili kararları ve savunma gücünü kendisi örgütlemelidir. Kitleleri kurtarıcılığa soyunan, onlar adına davranan, karar alan anlayışın yarattığı sorunsal görülmelidir. Bunun yerine mücadele ve iktidarı gerekli olan ideolojik-politik önderlikle birleşmiş kitlelerin icra etmesini sağlamalıyız. Bunu yaparken de nesnel gerçekliği önemsizleştiren volontarist yaklaşıma düşmeden kültürel, bilinçsel ve somut gerçekliğimizle bütünlüklü bir düşünsel yapı oluşturmalıyız.

Olumluluklar kazanım ve değerlerimizdir. Her zaman korunmalı ve büyütülerek ileri taşınmalıdır. Fakat olumlulukları sayarak sorunlar aşılmıyor. Tam aksine Marks’ın yolun başındayekn söylediği gibi “var olan her şeyin acımasız eleştirmeni olacağız.” Bu bilinç ve özgürlükçü bir kültürle, her türlü bağımlılık ve egemenlik ilişkilerinin yoksandığı insan ilişkilerini örgütleyerek genişletmek sosyalist olmanın gereği olmalıdır. Çok bilenlerin hükmettiği süreçler değil, herhesin kendini geliştirdiği, iradesini özgürce kullanabileceği süreçlerle özgür bir dünyanın yolu açılabilir. Bu nedenle özgürlük temel sorunumuzdur. Bütün düşünsel sistemi bu yönelimle yeniden ele almalıyız. Bunun bizler açısından bilince çıkarılması çok önemlidir. Çünkü özneleşme kendi irade ve kararlarının peşinden zorunlulukları fetetme perspektifiyle tüm bağımlılıkları kurma yolunda gittikçe büyütülecektir.

Bir tutsak Partizan



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler