Afrika’da çocuk olmak
“Devlet bütün iyilik ve kötülük dilleriyle yalan söyler; her ne derse yalan der, -ve her nesi varsa çalmadır. Onda her şey sahtedir, çalınmış dişlerle ısırır (..). Gereksizler için icat edilmiştir devlet”. (1)
Sınıflı toplumları temsilen oluşan devlet aygıtının fonksiyonu (15 ve 16. yüzyıllar) günümüze dek, tüm işleyiş ve amacının (!) aynı mantık ve hedefe yönelik değişmeksizin sürdüre gelmiştir.Toplumda, güçlünün zayıfı içinde eriterek kendi güç egemenliğiyle belirleyici ve de hükmedici olmak istemiştir. “Modern” devlet oluşumundan (devlet destekli sınıflı toplum) günümüze dek hiçbir zaman bir arada yaşayan toplulukları çoğulculuğun kabulü ve herkese eşit oranda mevcut koşullar üzerinden yükselen bir yönetim tarzı olamamıştır. Toplum yaşamında eşit koşulların belirleyici olamaması ve bununla mevcut sınıfsal farklılıkların öncelenmesi belirleyici olmuştur. Kaçınılmaz olarak “segregation” (egemen kültür dayatması) sınıflı toplumlarda ısrarla öncelikli kılınmış ve bu ilişki bütünün birleştiği noktada “devlet” denilen yapının etkisi hep belirleyici rol oynamıştır. Deyim yerindeyse; “aynıları aynı yerde ve ayrıları ayrı yerde” misali, toplumda herkesin yer ve konumuna göre bir “vatandaş” olma zorunluğunun dayatıldığı koşullarda hayat ancak sürdürülebilmektedir. Bu varoluş nedeni “etki tepki” sürecine dönüşken, tarih boyu ezen ile sömürülenler arasında kıyasıya bir mücadele tüm uzlaşmazlığıyla hep devam etmiştir. Ezilenlerin karşı tepkisi bilinçli sınıf mücadelesine dönüşmesi kaçınılmaz olurken; eşitlikten, demokrasiden ve sömürüsüz bir toplumda yaşama talebi olarak antikapitalist ve devrimcilerin birincil derecede hedefi olmuştur.
Günümüz dünyasında sömürüsüz bir toplumda yaşamak ve bu talebin etnik, dini veya azınlık meselesiyle sınırlandırmak doğru değildir; tüm bu taleplere “insan hakları” sorunu olarak bakmayı gerektiriyor. Zira, bu savun mantığının yansıması ister istemez toplumun bütününü çerçeveleyen; azınlık veya çoğunluk ayrımı yapmaksızın çoğulculuğun özgür yaşama talebi “sürekli” gündemde olması mutlaktır. Bu yaklaşımla insanların özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi noktasında daha geniş yelpazede birleştirici rol oynamasını sağlamıştır. Ezen ve ezilen halkların burjuva ve sömürü sınıfı ister istemez “insan hakları” talebi karşısında aynı suçlu işliyor demektir -ve her iki egemen sınıfın ortak düşman kategorisinde olduklarını görememek olası değildir.
Dolayısıyla; “azınlık” meselesi yaşamın her diliminde “insan hakları” sorunundan ayrı düşünülemez, bunu bütünün parçası olarak savunmak, birleştirici ve güç sağlayıcı olur. Bu yaklaşımla ülke halklarının mücadele ve güç birliği daha da önem arz ederken ve bundan da güç doğacaktır. Toplumsal demokrasinin talep ve istemleri her süreçte sınıfsal perspektifi içeren bir mücadele anlayışı ile yol alması mutlaktır. Irk ve cinsiyet ayrımının olmadığı, çoğunluğun egemenliği değilde çoğulculuğun talepleriyle ön planda olan bir dayanışma ortamı güç verir. Bundan böyle, “insan hakları” talebinin toplumda yaşanır kılınması, kaçınılmaz olarak sınıfsal nitelikteki değişim ve dönüşüme bağlıdır. Şüphesiz bunun adı antiemperyalist ve antikapitalist mücadele birliğinden beslenen eşitlikçi, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum olma özlemidir. Amasız ve de fakatsız bir gerçeklikten hareketle ayakları yere basan ve “insan hakları” meselesiyle bütünleşen bir toplumda ancak yaşanır olmamız mümkün olacaktır.
Devlet tarafından organize uygulamalı ve de tüm yaptırımlarıyla yüzyıllar boyu “insan hakları” ihlali egemen güçlerce sürdürülürken -ve bundan en büyük nasibini alan da Kara Afrika kıtası olmuştur. Nietzsche’nin deyimiyle, “bütün iyilik ve kötülük dilleriyle yalan söyleyenlerin” örgütü olan “devlet”, “insan hakları” için bir çözüm olmamıştır. Dolayısıyla; sömürü, baskı ve ırkçı bir düzenin olmadığı sınıfsız bir toplumda ancak insanca ve de herkesin yaşama özgürlüğü olabilir!
“Modern devlet ve ekonomi dünyasını ortaya çıkaran şey, düzeni, emniyeti, hukuk sistemini ve mülkiyet haklarını sağlayabilen bu tür devletlerin yükselişidir”. (2)
Belli sınıfların çıkar amaçlarına hizmet eden ve korumakla mükellef olan devlet; her zaman toplumun çoğunluğunu karşısına alırken onlara bir “hukuk” devleti değilde, polis devleti olarak yanıt vermiştir. BU baskı rejiminin açık örneği Afrika’da yaşanırken; cuntalarla rejimlerin devamlılığını tesis etmek iddiasıyla yasaklarla boğucu bir hava estirir olmuştur. Baskılarla polis devleti olma yolunda geri adım atmayan ülkelerden Türkiye ve benzer birçok ülke yönetimleri söz konusu “modern devlet” olma iddiasıyla hep öne çıkmışlardır. Tüm bu ülkeler her dönem gelen dış baskı ve eleştirilere verdikleri yanıt, aynı olmuştur; “demokrasiyi tesis etmek”, “devlet karşıtı güçleri bertaraf etmek” veya “devletin bekasını iç ve dış tehditlere karşı korumak” savunu olmuştur. Bu retorikle devleti savunma söylemi farksız olarak tüm antidemokratik ülkelerde dillendirilen ortak ve de benzer bir yöntem olmuştur…
Ah be Afrika, gözü yaşlı yoksul ve çaresizliğe terkedilmiş; Afrikalı çocukları simgeleyen rölyefinin adı Biyafra Çocukları. Batı sömürgeciliğin çocuklara bıraktığı en büyük miras; sabahın karanlığından başlayan günde 12 saat 1 dolara çalıştırılan çocuklardı. İş için ailelerine ekmek götürebilmek için; Afrika’nın zengin altın, elmas, kobalt maden ocaklarında, kuyularında çamur içinde, özel şirketlerin tuttuğu paralı askerlerin dipçikleri altında boğaz tokluğuna çalıştırılan o çocuklar. Yarı çıplak ve çamurlar içinde çıplak ayaklarla aç karnına çalışan beş-altı yaşlarındaki o çocuklar.
İşe girebilmek için fuhuşa zorlanan o küçücük kız çocukları! Gözü doymaz emperyalist ülkelerin şirketleri kazançları uğruna dipçik altında, ölümüne çalıştırılan Biyafralı, Ganalı, Kongolu, Zambiyalı, Güney Afrikalı ve Angolalı masum çocuklar! Lüks yaşam uğruna, altı-yedi yıldızlı otellerde uyumak, kumarhanelerde para saçmak, boyunlarında, parmaklarında, kollarında ışıltılarla dolaşmak için, bir parça ekmek uğruna bir dolara çalıştırılan aç ve yoksul çocuklar! Maalesef bu trajedi günümüz Afrika’sında ve de dünyanın başka ülkelerinde de geçmişe kıyasla farklı bir yerde değildir.
Yüzyıllar boyu köle olarak sömürülen, satılan, çalıştırılan, öldürülen ve “diğer Afrikalılara gözdağı olsun diye kolları kesilen Kongolu köylüler” (4), Kara Afrika’nın o masum insanları!
Önce geçmiş kuşaktan Afrikalılar ülkelerinden koparılıp, el ve ayaklarına prangalar vurularak gemilere doldurulurken Avrupa’ya ve Amerika’ya sürdürüldüler. Yüzyıllarca boğaz tokluğuna ıssız pamuk tarlalarında, metro dehlizlerinde çalıştırılan masum Afrikalılar! Bu manzara 2020’de de farksızdır; üstlerine bir takım siyah elbise, ayaklarına bir çift siyah rugan ayakkabı giydirilip, ünlü otellerin şık mağazaların kapılarında, kapı mankeni olarak çalıştırılan siyah işçi köleliler olarak hayatlarını sürdürmeye zorunlu olmuşlardır. Var olmak uğruna; doymak ve yaşamak için küçücük botlara tıka basa ülkelerinden kaçıp, Avrupa şehirlerine sığınan insanlar…
“Paris’te, Roma’da, Amsterdam’da ve Londra’da bir-iki euro uğruna, müşterilerin paketlerini taşımak için, market kapılarında bekleşen onurlu siyahi insanlar”. (5)
Benzeri baskı ve düzen uygulamaları kapitalist sistemde yol alarak ilerlerken; bunun adı “tek bir” kapitalist sistemdir. Günümüzde bu sistemi temsil eden iç ve dış rekabetle kendini “serbest ticaret” üzerinden pazarlayan çoklu güçlerin dünyasında tek bir kapitalist sistem vardır. Bugün yürütülen tartışmalarla bir Batı ve Doğu Ekseni “farklılığı” üzerinden bilinçlice kapitalist sistemin günahlarını teberru etmekten başka bir şey olamaz. Kapitalist sistemin insanlık dışı yaptırımında hiçbir sınır tanımı olamaz, o, çok daha kâr ve mümkün olduğunca sermayenin egemenli uğruna yeni benzer arayışlarla yol almayı tercih eden günümüz “dünya” sistemidir. Tek fark; günümüz kapitalist sistemin etki alanı post-sosyalizm süreciyle birlikte ve bir bütün olarak bir dünya “gücü” konumuna gelmiş olmasıdır. Kapitalist sistemin doğası gereği ve nedeni olduğu iç huzursuzluk, rekabet ve çatışma alanlarının yaratılması kaçınılmaz olarak var olmaya devam edecektir. Bu uzlaşmazlığın olmamasını düşünmek, kapitalist bir dünyanın olmadığı anlamını taşır; bunu düşünmekte açıkçası dünyaya gözü kapalı uçmaktır!
Yararlanılan ve kullanılan kaynaklar
Nietzsche, F. W., “Zerdüşt böyle diyordu”, Varlık Yayınları, İstanbul 2002, sayfa 46.
Fukuyama, Francis, “Devlet İnşası”, Remzi Kitabevi, 2. Baskı, İstanbul 2005, sayfa 13.
Welgraven, Co, Trouw (gazete), 11 Şubat 2017.
Ataş, A. Can, “Küçük Amerikaların Entegrasyonu”, Altınçağ Yayımcılık, İstanbul, Şubat 1996, sayfa 74.
Eti, Sevim, “Yok olan Sesler – Rönesans Sanatı”, Ofset Yapımevi Yayınları, İstanbul 2022, sayfa 115.
Devam edecek…