Theodor W. Adorno’nun 1959 ve 1967 yıllarında verdiği iki konferans, başlıkları korunarak ‘Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri ve Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?’ adıyla Şeyda Öztürk ve Tarhan Onur’un çevirisi, Volker Weiss’ın sunuşuyla Metis Yayınları’ndan çıktı. İki konferansta da benzer noktalara değinen Adorno, faşizmi oluşturan ön koşullar devam ettikçe sağ radikalizmin de devam edeceğini işaret ederek bugüne ışık tutmakta.
Yaşar Kemal, bir konuşmasında, “Deniz anası gibidir Türkiye’deki politika, yakalayamazsın. Türkiye’deki politikaya tavır alamıyorsun, boyuna geziniyor ortada” demektedir. Esasen milliyetçiliğin en güzel benzetmelerinden biridir bu söz zira milliyetçilik, imparatorluklar yıkıldıktan sonra kurucu elitlerin elinde bir köken miti yaratarak geçmişi, tarihi ve kimliği kendine göre değiştiren bir kavramdır.
Ancak daha kötüsü, bu değişimin sürekli olması, milliyetçiliğin her kalıba uyum sağlayan yapısının kitleleri manipüle ederek bir şekilde ayakta kalmasıdır. Bu minvalde Almanya örneği üzerinden sağ radikalizmi açıklıyor Adorno, çünkü sağ radikalizmin faşizmi oluşturan ön koşullara sahip olduğunu görmekte: Dönem Almanya’sında Keynesçi liberalizm enflasyonu arttırıyor ve Fordizm revaçta. Bu yüzden de “teknolojik işsizlik hayaleti” kol gezmekte ve insanlar kendilerini potansiyel olarak işe yaramaz sanmaktalar. Aynı sebepten dolayı insanlar öfke dolu fakat öfkeleri onları bu hâle getiren devlete ve devlet aygıtlarına değil, aksine ne olduğunu bilmedikleri sisteme.
Onların ne olduğunu bilmediği sistemle özdeşleşen, bundan çıkar sağlayan gruplar da eski Naziler, yani hayaletlerin hayaletleri, fakat bu hayaletler artık kurmaca veçhelerle Alman halkının karşısındalar. İlkin “insanlık” sözcüğünü mütemadiyen kullanmaktalar ki bu sözcük Adorno’ya göre insanları öfkeden kudurtur zira kaygı ve zayıflık hissine neden olur. İkinci olarak sağ radikalizmin sosyolojik tabirle “karizmatik liderleri”, yazarın tabiriyle “otoriteryen kişilikleri” veya manipülatif tipleri” hareketin başından beri üstüne basa basa felakete gittiklerini söylemekte.
Bununla birlikte Almanya, dünya siyasetinden soyutlanmakta ve kabuğuna çekilmekte. Bu iklimde giderek alevlenen öfkenin bastırılması için de “kültürel sektör” kavramı doğmuş. Kültürel sektörün işlemesi için ise her milliyetçi iktidar gibi potansiyel bir düşman zorunlu. Nitekim yazar, komünizmin gücünü kaybederek bir mitosa dönüştüğü o dönemde bile iktidarın arzusu dışında hareket eden herkesin, özellikle de entelektüel kesimin komünist sıfatı aldığını belirtmekte. En ufak bir iktidar karşıtlığı “esnek komünizm” içerisinde etiketliyor insanı. Bu yüzden de taşra-kent karşıtlığı artmakta, “kol emeği görenler” ile “zihin emeği görenler” arasında nefret ilişkisinin tohumları atılmakta. Sağ radikalizmin en tehlikeli veçhesiyse “demokrasi” kavramına istediği şekli vermesi zira bu iktidarın amacı ajitasyonla halkı köpürtmek fakat oyunu kuralına göre oynayarak.
“Şimdi, bu sadece dışsal bir çatışma olmakla kalmaz, aksine demokratik oyun kurallarına uyma mecburiyeti, davranış biçimlerinde de belli bir değişim yapma mecburiyetini beraberinde getirir ve bu açıdan, bu hareketler tam da geri döndükleri bu aşamada, nasıl demeli, bir kırılma yaşarlar. Bariz antidemokratik unsurun üzerine bir çizgi çekilir. Tam aksine: sürekli hakiki demokrasiden bahsedilir ve başkaları antidemokratik olmakla itham edilir.” (s.46)
Öyle ki, gözlemlerine dayanarak neofaşizmin en etkili şiarlarının “Tekrar seçime gidilebilir” tarzındaki ifadelerin olduğunu ortaya koyar Adorno. Tabii bu ifadelerin içini doldurmak için halkı, sonsuz propagandayla bilgi kirliliğinde boğmak ve Hitler’in “büyük yalanlar” tekniğinden faydalanmak gerekir. Bu noktada soykırımda katledilen Yahudi nüfusunun altı milyon mu yoksa beş buçuk milyon mu olduğu üzerine yapılan tartışmaların ne denli dehşet verici olduğunu gösterir yazar.
Hatta NPD (Almanya Ulusal Demokrat Partisi), İsrail’e ödenecek tazminat miktarını on katına çıkarmıştır. Ancak bu otoriteryen kişilik modeli kendi çıkarları mevzubahis olunca hemen değişebilir, denizanası gibi elle tutulmaz olabilir. İşte tüm bu özelliklerden dolayı Adorno, sağ radikalizmi ideolojik bir sorundan ziyade gerçek bir siyasi sorun olarak değerlendirmektedir.
Geçmişin işlenmesi hadisesi ise geçmişi tabiri caizse hasıraltı etmeye çalışmak. Şunu belirtmekte fayda var ki Adorno, psikanaliz kuramını toplumsal ölçekte sınayan bir düşünür. Kelimenin “işlemek” veya “işlenmek” anlamlarına gelen, Almancası “Aufarbeitung” olan sözcük dipnotta belirtildiği üzere psikanalizdeki “Durcharbeitung”, yani “içinden çalışma, üzerinde çalışarak içinden geçme” terimiyle tamamen örtüşmese de dirsek temasında. Yaygın anlamıysa bekleyen işlerin bitirilmesi. Kaba tabirle hesap defterinin hesaplaşmadan kapatılması, diyebiliriz. Nitekim bu kısır döngüyü şöyle açıklıyor Adorno:
“Geçmişten kurtulunmak isteniyor; haklı olarak, çünkü onun gölgesinde yaşamak imkânsızdır ve suç ve zorbalık yine sürekli suç ve zorbalıkla ödenecekse, bu dehşetin sonu yoktur; haksız yere, çünkü kaçıp kurtulmak istenilen geçmiş hâlâ capcanlıdır. Nasyonal sosyalizm hâlâ yaşıyor; ama fazla canavarca olduğu için kendi ölümünden sonra da sürüp giden bir şeyin hayaleti midir, yoksa zaten ölmemiş midir, ağza alınamayacak olanı yapma eğilimi hem insanlarda hem de onları kuşatıp sınırlayan koşullarda yaşamaya devam mı etmektedir, bunu bugün bile bilemiyoruz.” (s.61)
Bu minvalde yazımın başlarında zikrettiğim kaç milyon Yahudi vatandaşın katledildiği (onlar için “öldüğü”) üzerindeki tartışmalar konuyu hafifleterek insanların nezdinde bunu olağan hâle getirmenin ve sürüp giden bir demagojiyle, ajitasyonla suçluluk kompleksinden kurtulmak istemenin stratejik bir pratiğidir. Bunun bir adım ötesiyse mağduru oynamaktır. Yine de ne geçmişi oluşturan nedenler ne de sağ radikalizmi güçlendiren nedenler ortadan kalkamaz. Belki de bu ikilik sayesinde milliyetçilik her daim siyaset sahnesindedir.
Son olarak, Volker Weiss’ın sunuşuna değinmekte fayda var. Bu metin kitabın aşağı yukarı dörtte birini kaplıyor. Weiss hem dönem Almanya’sında hem de günümüzde gidip gelirken yer yer Adorno’nun tespitlerinin bugün devam edip etmediğini sorguluyor ve olası tehlikelerin altını çiziyor. Değindiği noktalardan biri Adorno’nun Weimar Cumhuriyeti’nden nasyonal sosyalizme geçişin çizgisel ilerlediği.
Diğeriyse Adorno’nun konferanslarında sıkça geçen “hayalet” kavramının izahı: “Seçmen davranışlarında bölgesel süreklilik Adorno’ya bir hayaletin hayaleti gibi görünür ve bu hortlak bugün de belli yerlere musallat olmaya devam etmektedir” diye yazmış. (s.18) Bununla birlikte üzerinde ısrarla durduğu bir nokta da “Adorno’nun sağ radikal hareketlerde siyasetin esasını propagandanın teşkil ettiği tespiti” .(s.26) Zaten bu propagandanın günümüzde oldukça gelişen kitle iletişim araçları ve sosyal medya üzerinden nasıl bir boyut kazandığı aşikâr.
Bu minvalde Adorno’nun tespitlerinin günümüzde ne kadar geçerli olduğunu kavrayabilmek adına sunuşun, konferans metinlerinden sonra okunması daha faydalı olacaktır, diye düşünüyorum.
Bu makale ilk olarak Gazete Duvar’da yayınlanmıştır