Varlığın anlamına, zuhur ve tecellisine gönül kafasıyla yaklaşan, irfanı anlama kudreti olarak gören sufi bir şairdir Melayê Cizîrî. Orta dönem klasik Kürt şiirini tasavvufla derinleştirdi. Ona varlık, bilgi ve aşk şairi diyebiliriz. Ben, Kürt klasik şiirinin Hâfız-ı Şirâzî‘si diyorum.
Melâ için yaşam bir handikaptır; dolambaçlı, engebeli, çileli bir yoldur. Bu yolun uzunluğunu ve şaire katacaklarını şairin şiir evreni tayin eder. Halkın kırımlar ve acılarla nişanelenmiş bağrında uzayıp giden bir yol vardır. Melâ bu yolda, düşen ve kalkan insanlarla birlikte yürümeyi sever. Hiç düşmeyen veya düşüp de hiç kalkmayan insanlardan korkar.
1566 yılında, bir şiir incisi gibi parlayan Cizre/Botan’da, Botî aşiretinin bir mensubu olarak doğdu. Bu tarih, doğru mudur bilemem. Sanırım doğrudur. Çünkü doğan bir şiir kâhinidir. Bir kâhin doğduğunda bir başka kâhin ölür. Tam bu tarihte, büyük bir kâhin, mitik iklim içinde sembollerle düşünen, farklı dillerden sözcüklere takla attıran Nostradamus ölmüştür.
Melâ‘nın ilk öğretmeni, hali vakti, rahlesi, kemaliyesi yerinde olan babasıdır. Kur’an okumayı ve Arapçayı ondan öğrendi. Okuduğu ilk kitaptır Kur’an. Köklerinin Halid bin Velid’e dayandığını iddia eden Azîzân Mîrlerinin canlandırdığı medreselerde, Amed, Hakkâri, Çewlîk, Hasankeyf ve İmadiye’de geleneksel eğitim gördü. Amed’e bağlı Strabas Medresesi’nde başmüderrislik yapan, “Bilimlerin Ustası” veya “Melâ Mazina” olarak da anılan Melâ Tahâ’dan icazetname aldı. Bağdat’ta belagat, tasavvuf bilgisi, matematik, astronomi, fıkıh, tarih, estetik ve hikmet alanında kendini yetkinleştirdi. Bu çok yönlü bilgi yetkinliği ile dört dile hakimiyeti, Melâ‘nın şiirini zenginleştirdi, tasavvufu ve hikmeti önceleyen bir ‘Hikemî Tarz’a yaklaştırdı. Bu yetkinlikle, Cizre’deki Medreseya Sor’da ( Kızıl Medrese) müderrislik(öğretmenlik) yaptı, şiiri öğrencilerine bir aşk kelâmı olarak sundu. Şanslıydı. Cizre o zamanlar bereketli toprakların merkezinde, ince taş ustalığının yarattığı bir uygarlık merkeziydi. Kürtçenin kalbiydi. Deve ve katır kervanlarının mal alıp mal boşalttığı önemli bir ticaret merkeziydi aynı zamanda; gün boyu terleyen bir hamaldı. Kuzeyden çağlayıp Musul’a yönelen Dicle gibi bir ırmak; bal, tereyağı, badem, ceviz ve şamfıstığ yüklü kelek ve kayıkları taşıyan hamal bir ırmak geçmekteydi içinden.
Bununla birlikte, Botan’da şartlar çetindi. Kendine olan saygısını ve güvenini yitirmiş, kendi kalbini yiyen ve kendi tini üzerinde tepinen bir yaşamı solumaktaydı şair. “Söylenmeyecek kadar derindir yaralarımız,” der. Böylesi bir yaşamda, acıya değil, yaşam sevincine yönelir. Gerçeği mi yoksa hayal dünyasını mı konuşturuyor, bilemiyorum. Şöyle diyor:
“İnci yüzlü, yıldız gibi parlak güzeller raksa kalktı hep beraber
Raks halkasında gördüm, sanki bir dolunaydı o peri-dilber.”
Kürtçe’nin tüm lehçelerine hakim olan Melâ’nın, Kurmanç lehçesiyle yazılmış 114 gazel, kaside, rubai, methiye, terkîb-i bend, müşaare (atışma) ve az sayıda tercî’-i bend tarzında kaleme alınmış şiirinden oluşan bir divanı var. Kürtler, yok olmaktan kurtulan bu Dîwanî Melayê Cezîrî’yi büyük bir merakla okudular. Varlık, bilgi ve aşk sacayağı üzerinde kurulan bu divan, Farsça’nın ağır egemenliğine karşı, Kürtçe’nin varlığını korumasında ve gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Ahmedê Xanê başta olmak üzere bir çok şairin dil ve şiir dünyasını etkiledi.
Fars, Arap, Kürt ve Osmanlı şiir göğünün astroloğu diyebileceğim Melâ‘nın üzerinde, genel olarak İran şiirinin, özel olarak da Hâfız-ı Şîrâzî ile Sadî’nin etkisi var. Hem metafor, imge ve konu benzerlikleri, hem de dilinin sade, süssüz, veciz, incelikli dokusu ile rindâne lirizmi, bunu düşündürtüyor bize. Arapça ve Osmanlıcayı bilmenin kazandırdığı dil zenginliğini de buna eklemek gerekiyor tabi. Melâ‘nın bu bereketli dil dağarcığı, kendine ve yarattığı şiire dair güçlü bir güven duymasına yol açıyor. Bundan olsa gerek, Goethe’yi bile etkisi altına alan, doğunun büyük şairi Hâfız-ı Şîrâzî ile kıyaslıyor kendini. Şîrâzî’nin divanında yer alan ilk gazele nazîre olarak:
“Eğer sen şiirden göz alıcı inciler görmek istersen
Gel Melâ’nın şiirlerine bak Şirâzî‘ye ne gerek var,” diyor divanında.
Üç büyük uygarlığın, Asur, Pers ve Bizans’ın birleştiği yerde, Botan’da ortaya çıkan Melâ, bazı edebiyatçılara göre şiirde, ilahi aşkın şairi İbnü’l-Fârız, Molla Câmî ve Fuzûlî çapında güçlü bir şairdir. Mevlana kadar da derindir tasavvufta.
Divanda yer alan şiirlerin felsefînde, Kürdistani, İrani ve antik Yunan damarları var. Yaşama sinen ve farklı güzellikler olarak görünen aşkın gücünü, tanrının bir tecellisi olarak değerlendiriyor. Aşk estetiğinin ruhunu ve dokusunu, dünyevi ve ilâhî aşk belirliyor. Metafizik bir iklim içinde, varlık sorunsalını da çağrıştıran derunî bir aşktır bu. Melâ’ya göre bu aşk, varlığın beşinci temel unsurudur.
Melâ‘nın hayatı, Hasankeyf Mirinin kızı Selma’ya meftun olduktan sonra, çekilen aşk acılarında, cevr ü cefâda, kahır ve azârda demlendi. Teşbihe, metafora, mecaza ve kinayeye bürünen duyguların biçimlendirdiği gazellerle kurulan bir hayat çıktı ortaya. Ağır ama incelikli bir dille biçimlenen bir hayattı bu.
Felsefi olarak, sonsuzluk alemini insanla anlamlandıran, o aleme insanın bilinci, duygusu ve ilahi aşk gözüyle bakan sufi metafiziğine, özellikle İbn Arabi’nin vahdet-i vücûd ile Sühreverdi’nin işraki düşüncesine ilgi duydu. Melâ için görülenler ve hissedilenler âlemi, mutlak varlığın görüntüsü ve tecellisidir. Görüntü suretten, gölge cisimden ayrı değildir. Hak, her şeydedir ve aşk ona ulaşmanın yolundan ibarettir. Yaşamın özünde, kâinatın bütün mal ve mülkünü, Hak’ın veya hakikatin bir tek inâyetine feda edecek bir duygu zenginliği var mıdır, yok mudur? Bu can alıcı bir var olma, anlam olma sorusudur Melâ için. Bu soruya olumlu cevap vermeden, varlıkta bütünleşme olmaz. Yetkinliğe erişmeyen insan ve onun sanatı, varlıkla bütünleşemez. Buradan hareketle, zaman kavramına pek sıcak bakmaz. Geçmişi ve geleceği, insanın kıdeminde, pişme halinde, yetkinliğinde, yani insanın erişmek istediği ilahi mertebede, varlık öncesinin aşk nurunda aynileştirir. Varlık ve varlık öncesiyle bütünleşme halidir bu; görünen, hissedilen farklılıkların, zamanın ve mekanın gerçekliğini yitirdiği haldir. Vehim perdesinden kurtuluşun, evreni sarıp sarmalayan, onu bir uyum ve anlam bütünlüğü haline getiren ulûhiyyet güneşini kalp gücüyle fark edişin adıdır bu.
Kendi döneminin aklı, kıyası ve burhanı merkeze alan ve birçok şairi etkileyen Meşşâî felsefesine sempatiyle bakmaktadır. Bu bakımdan onun felsefi hattında İşrakî ve Meşşâî renkler iç içedir. Melâ’ya göre varlık, nur, ya da güzellik tuğrası, birlik halinden çokluk haline geçerek görünür hale gelmiştir. Varlığın ilk aşaması, nurun veya güzellik tuğrasının, yani mutlak varlığın isim ve sıfatlarını kendinde toplayan ilmiyye aşamasıdır. Bu aşamada tüm var olanların yapıtaşları vardır. Bunlardan kaynaklanan görüngüler, envaiçeşit nesneler ise mevcudat âlemini oluşturur. Ona göre insan, başlangıcı ve sonu olmayan mutlak varlığın merkezindedir. İnsanın görkemli deryasal varlığı ezeli ve ebedidir. O, mutlak varlık içinde hem aşkın hem de içkindir. Bu noktada, insan merkezli bir felsefeye sahip olan Hallâc-ı Mansûr gibi düşünmektedir. Mansur, insanın fiziki varlığını Süryânîce nâsût, ilâhî özelliğini de lâhût sözcüğü ile nitelemiştir. Bu bakımdan Melâ‘ya göre insanı “süfli ve aşağı bir unsur” olarak görmek doğru değildir. Aksine insan, ezeli ve ebedi, mutlak hakikat nurunun tecelli ettiği en üst varlıktır. Tecelli ile anlaşılabilecek bir manadır. “Âlem ağaç, insan onun meyvesi”dir. Felsefi olarak, insanın, “süfli ve aşağı” yanlarının Mela’ya görünmemiş olması, onun en büyük açmazıdır. Meşşaî felsefesini tam olarak benimsememesinin nedenlerinden biri de budur bence. Yani, insanı yüceltmesi, ona, “lâhutu”u gizletmesi, onu “nasut Âlemin merkezi” haline getirmesidir.
Gelgelelim ki Melâ, kendi zamanının yaşayan insanını hiç de böyle görmüyor:
“Zamane insanları beni-adem mi acep Melâ
Farkları yok çünkü siyah eşeğimizle senin gamsız öküzünden.”
Melâ‘ya göre bu insanlar, güzel çiçeklerle dikenli otun ayırdında değiller. Hüsnü cemallerindeki parıltının, özlerindeki ilim ateşinin, kendilerini mutlak hakikate bağlayacak aşkın, şiirsel tılsımın farkında değiller. Bundan dolayıdır ki insan özüne, aslî gerçekliğine dönmeli, arizi ve itibarî olan eğilimlerine itibar etmemelidir.
Aşkın ontik ( var olanlara) ve epistemik (bilişsel-kavramsal) kerametine duygu üfleyen bu sufi şiir filozofu, şiiri varlıkla, yetkin ve güzel olanla bütünleşmenin bir aracı olarak görür. Aruz ustasıdır. Kullandığı soyutlama, söz oyunu, mübalağa, alegori, şaşırtı, çelişki ve çatışkı, gazellere hakim olan incelikli ahengin notaları gibidir. Sırrını ele vermeyen bir ses zenginliği var şiirinin kalbinde. Tümünün ruhuna aşk hakimdir. Melâ‘yı hasta eden, akılsız, şuursuz kılan, “meyhane köşelerinde kendinden geçiren” dünyevi ve sufi cevherin aşkıdır bu. Bu aşktan dolayıdır ki, “Ey kutsal yar cemalinden bir közüm ben,” diye iniler.
Gerçek dünyadan, gerçek ötesine, sufilerin deyimiyle hakikat mertebesine, Melâ‘nın deyimiyle de marifet cevherine, yani kurtuluş kapısından geçerek fenafillaha veya “vahdet-i vücuda aşk ile varılacaktır. Aklın ve duyuların gücüyle değil, kalbin ilahi marifetiyle, yani ona göre varlığın beşinci temel unsuru olan aşk ile varılacaktır. Bu, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından kurtulması, hakikatle birleşip, ‘Hak’ım diyebilmesi, sonsuz bir yok oluşla ölümsüzlüğe kavuşması durumudur. Bu, birlikten tecelli yoluyla çokluğa, çokluktan ise arınma ve aşk ile birliğe doğru cevlan eden döngüsel bir harekettir.
Melâ‘nın vahdet-i mutlak ya da vahdet-i sırf diye savunduğu bu felsefe, onun divanına egemen olan felsefedir. Mecaz, teşbih, istiare, kinaye ve benzeri soyutlama araçlarıyla biçimlendirilmiş, estetize edilmiş bir sufi metafiziğidir ki her medrese öğrencisi okuduğunda onun derunî dünyasına hemen vakıf olamaz. Ona göre de zaten, hakikatin anlamı mecazla anlaşılır. Kamil insan, farklılıklar mahşerinden, mecazlardan hareketle mutlak hakikatin bilgi ışığına ve aşkına erişir. Parıltı kendiliğinden değil, asıl ilimle ayan olur ve bu ayan oluştan da aşk ateşi alevlenir.
Aidiyet bilinci, kişiliği ve özgüveni güçlü olan bir şairdir Melâ. Genel geçer, beylik bir zamanla değil, kendi imbiğinde damıtılmış yaratıcı bir zamanla kurdu kendi şiirini. Kürdistan aşkı gizlidir şiirinde. Botan Kurmancasının ortak Kürt dili olmasından yanadır. Moğol ve Timur zulmü karşısındaki duruşu da berrak ve diktir.
1640’da öldü ve Cizre’de Azizan Emirliği’nin himayesinde yıllardır öğrencilerine ders verdiği Kırmızı Medrese’nin alt katına gömüldü. Bu alt kat, dün olduğu gibi bugün de halkın önemli bir ziyaretgâhıdır. Klasik Kürt şiirinin Kurmancî lehçesindeki sembolik zemini ve zirvesi gibidir.