Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Mehmet Yeşiltepe yazdı: Geri dönüşsüz aşklara dair

Yaşamla bağını estetize edememiş, yaşamdan beklentilerini ve genel anlamda duruşunu inceltememiş toplumlara baktığımızda; kahramanlarının “savaş kahramanları”, değerlerinin kutlamalar, bayramlar ve benzeri olduğunu yani mutluluğa “törensel” bakıldığını görürüz. Halbuki gerçek mutluluk, yaşamın en sıradan anlarında dahi üretilebilmelidir. Bu, yaşamla bağların inceliği, bunun için plan yapabilme kabiliyetinin ve harcanan emeğin sürekliliği ile ilintilidir.

Tedavi niyetine Şostakoviç
’53 sonrasını düşündükçe
Garip bir hüzün Çöker içime.
Bir aşkın çözülmesi,
Bir sevgilinin hafızasına kıymak gibi gelir.
Anlayamam…
Daha ötesi yaşanmamış bir aşktan,
Neden geri dönülür?
Bir cevap belirir içimde,
Kendime bile itiraf edemem;
Neden yeni insan yaratılamadı?
Yaşamın bizzat kendisinin
Kapitalizme alternatif olduğu anlatılamadı.
Kişinin metaya ilgisi önlenemedi.
Sigortalar yitirildikçe
Derinleşme ve kalite yerine,
İlgi, arabesk flaşlara yöneldi.
Ve sonuçta
Sosyalizmin varlıkları
Kapitalist piyasaya aktarıldı.
Leningrad yerini St. Petersburg’a bıraktı.
Homosapiens’in kemikleri sızladı
Bu ters evrim karşısında.
Yine de
İnsanlığın bu ilk ve gerçek Ekim’i boşa gitmedi.
Hasat gecikti sadece.
Bir gün mutlaka
Güneşin üzerini örten bulut dağılacak.
Ve fast food doyumun
Doyumsuzluk olduğu anlaşılacak.
İnsanlara tedavi niyetine

Kim bilir belki de Şostakoviç dinlettirilecektir…Sosyalizmin güncel inşası yolunda bir tuğla
Bugün gelinen aşamada, insanın geleceği görebilme, düş kurma ve tasarı yapma potansiyelinin yanında kötülüklerin, tahribat ve yıkımların vardığı boyut sosyalizme dair yeni ve çok şey söylemeyi gerektiriyor. Sosyalizm hedefi bir yanıyla gerçekten güzel olduğu kadar basittir de. Çünkü yabancılaşmanın çeşitlenen ve boyut büyüten tahribatının bilincine varıldığı oranda, devrimci iradenin yaratıcılık ortamında düşlerin gerçek olması uzak bir olasılık değildir. Hatta diyebiliriz ki insan, sosyalizmde yabancılaşmamış etkinliği ile kendine özgü bir hayat inşa edecek ve bugüne dek engellenmiş düşlerini sınırlarından arınmış bir yaratıcılıkla gerçekleştirecektir. Bu özgürleştirici yaratıcılığın ölçüleri, bugünün mutluluğu için neden ipucu olmasın? Ve “Marksizm 2012” toplantıları kapsamında İstanbul’a gelen Marksist bilim insanı Terry Eagleton’ın dediği gibi sosyalizm neden “AŞK” olmasın?Bugün bizleri de aşan nedenlerle tartışma konuları çoğalmış ve çeşitlenmiştir. “Geri dönüş” meselesi, sosyalizmin güncel olasılıkları, “bugün yeniden inşa edilse nasıl olur”un cevabı vb. hafife alınmaması gereken zorlu konulardır. Belki zaman alacak ama bu konudaki samimi her çaba ve katkı bir “tuğla” özelliği gördüğü oranda anlamlı olacaktır. Bu alanda üretilmiş fikirleri kitap sayfalarından ve insanların yaşanmışlıklarından bulup derlemek, doğru başlangıçlar içinde işlevlendirmek büyük önem taşıyor. Bu, “sosyalizm estetik bir hayatın yolunu açar” biçiminde tanımlama yapan Oscar Wilde için de “sosyalizm insanın içindeki son gizli barınağa kadar ulaşmayı bilecek ve orada yüzyıllar boyu damla damla birikmiş irini akıtacaktı; aksi takdirde yeni bir şey gelemezdi,” diyen  Andrey Platonov için de geçerlidir.Geçmişten geleceğe “yeni insan” meselesi
Yeni insan, celladı ile uzlaşan değil, imkansız düşleri yaşama, yaşamı aşka içerebilendir.
Milat öncesinin ilkel komünal elbisesini çekip uzatarak bugüne giydiremeyiz. Kapitalizm ise toprağı çapalansa da sosyalizm kokan çiçekleri beslemez.

Yaşamla bağını estetize edememiş, yaşamdan beklentilerini ve genel anlamda duruşunu inceltememiş toplumlara baktığımızda; kahramanlarının “savaş kahramanları”, değerlerinin kutlamalar, bayramlar ve benzeri olduğunu yani mutluluğa “törensel” bakıldığını görürüz. Halbuki gerçek mutluluk, yaşamın en sıradan anlarında dahi üretilebilmelidir. Bu, yaşamla bağların inceliği, bunun için plan yapabilme kabiliyetinin ve harcanan emeğin sürekliliği ile ilintilidir.

Sokaklarda hoyratlık, kabalık ve linç üreten bir toplumda, yaşamla kurulan bağın, insanı hayvandan ayıran yanına pek de yatırım yapılmadığını, bu konudaki egemen yönlendirmelerin inceltici değil, “kalınlaştırıcı” rol oynadığını söylemek abartılı olmaz.

“Yaşamla inceltilmiş bağlar kurmak” derken, elbette akla sanat/estetik gelmeli ama ne yazık ki insanlığı inceliklere taşıma potansiyeli içeren yol ve yöntemlerden de çıkar ve kabalık damıtmak, sadece piyasa koşullarında değeri olan üretimlere yönelmek mümkün. Bu nedenle, sanattan haberdar olmamak, bir filmde tek bir bakıştan, tek bir kareden, içinin tüm taşlarının yerinden oynayacağı denli duyarlıklar taşımamak nasıl bir eksiklikse; şiir yazarken, söylerken veya üretirken içinin sesini değil, piyasanın beklentilerini ölçü almak, aynı oranda bir eksikliktir; incelmenin değil, “incelmenin istismarının” göstergesidir.

Genellikle iyinin, güzelin olduğu yönü gösteren istikametlerden yaşanan geri dönüşler; yolun içselleştirilemediğini, yürek ile ağız arasındaki açının kapanamadığını düşündürür. Büyük bedeller ödediği yollardan dönenleri, şaşaalı evlilik törenlerinden üç gün sonra eşini dövenleri kast etmiyoruz sadece. Bir öğretmeninin öğrettiği şeyi içselleştirmemiş olması biçimindeki, görülmesi daha güç tıkanıklıkları, “ihanet” sayılabilecek düzeydeki tezat geçişleri, yaşam adına yaşamın derinliklerinden haberdar olunmamasını kast ediyoruz.

İnsanın, en ileri konularda eğitim alsa dahi farkında olmadan ters yönde mesafe almasının belki de en ağırlıklı, en önlenemeyen nedeni, gündelik hayatın her gün yeniden, “karşıtlık üreten” küçük fiilleridir. Dünyayı/yaşamı anlama ve dönüştürme pratikleri, belirli anlarla ve kurgulanmış etkinliklerle sınırlı kalırken, bunun dışında kalan ve gerçekte yaşamın ağırlıklı bölümünü oluşturan “gündelik yaşam” sessiz ve derinden, taşındığı varsayılan kimliğin tersini üretir, onu adım adım aşındırır. Bu nedenle, birden bire yapılan tezat tercihler, gerçekte tamamlanmış bir olgunun, bir tükenmenin ilanıdır.

Bir insanın dünya görüşü, değer algılaması nasıl birden bire değişmezse, davranış normları da değişmez. Bu nedenle, ne “yoldan çıkıp” günlük yaşam pratiklerinde savrulan kişi, bunun gerekçelerini dışsal gösterip kendini kandırmalı, ne de etrafındakiler onu sonuçtaki tek müsebbip olarak görmelidir. İnsan, yaptığı işi, durduğu yeri sevmediği, bütünleşmediği sürece, onunla arasında boşluklar oluşacak ve bu boşluklar ile sistemin ona uygun dolgu alternatifleri arasında bir çekim yaşanacaktır.

Sanki
Yaşamın içine gireceğimize
Kabuklarında dolaşıyoruz
Çoğu kez.
Monoton ve sıkıcı bir döngü
Esir alıyor üretkenliğimizi.
Büyük oranda atıl kalıyor enerjimiz.
Sonra da
Mayakovski’nin intihar etmeden önce
Yazdığı son şiirde dediği gibi
Aşkın küçük kayığı
Hayat ırmağına kafa tutmadığı için
Dayanamayıp parçalanıyor…

Gündelik hayat, sosyalizmin reddi değil doğrulanma alanıdır
Dikkat edilirse insanlık, 1917 Şubat’ında, Ekim’inde veya Dünya Savaşı gibi büyük pratiklerde değil, yeni insanı tarif eden değerler bütününün, yaşamın içinde her türlü ayrıntı ve kesitte yeniden üretilmesinde kaybetti. Gündelik pratikler, gündelik hayat küçümsendi. Gerçekte ise bunlar yaşamın kendisiydi. Tasarlanmış önemli görevler/pratikler dışında kalan yaşam görevden sayılmadı. Bu açı kapanacağına giderek büyüdü. İnsanlar devrimciliği, yaşamın kendisi değil de olağanüstü zorunlu haller gibi algılayınca adeta yaşam bunun dışında kaldı. Veya olmaması gereken bir karşıtlık gelişti. Halbuki Rabindranath Tagore, ne güzel anlatmış, görevin de sevinç olabileceğini:

“Uyudum, rüyamda hayatın sevinç olduğunu gördüm, sonra uyandım, hayatın görev olduğunu anladım. Çalışmaya başladığımda bir de baktım, görev de sevinç olabiliyormuş.”

Lefebvre, Sovyet devriminin gündelik hayatı dönüştüremediği için başarısız olduğunu savunur. Ona göre, toplumsal dönüşümün gündelik hayatı dönüştürmeden gerçekleşmesi mümkün değildir. Lefebvre’in, “Gündelik Hayatın Eleştirisi” açısından asıl önemi ise; gündelik hayata ilgi uyandırmasıdır. O, gündelik hayatta sıradanlaşmış, bu nedenle göz ardı edilen davranış kalıplarını araştırmanın çok önemli olduğuna dikkat çekmiştir.

Eğer yorulma, zorlanma, tereddüt hallerinde, “biraz da yaşayalım” diyerek, sisteme dönüş eğilimi taşınıyorsa, olgunun özü anlaşılamamış demektir. Halbuki işin de aşın da aşkın da insana en yakışan biçimiyle devrimcilikte yeri vardır. Sosyalizm ise devrimciliğin somutlanma alanı, toplumsal karşılığıdır.

Öğrencilikten sonra, işe girildiğinde veya evlilikle beraber yaşanan geri dönüşler, bu nedenle bir çeşit “aşktan geri dönüş” sayılır. Ve kişinin geri dönüşü ile ülkenin geri dönüşü özde aynı nedenlere dayanır. Bu bağlamda, değerleri, inancı içselleştirmenin gerçek imtihanının “eş, iş, aş” pratiklerinde verildiğini söylemek abartılı olmaz. Özellikle teorinin donuk hali ile pratiğin canlı/yeşil yanı arasındaki geçişkenlikte yaşanan yeniden üretim ve yaratıcılık eksiği, bir çeşit yaşamsal tıkanma ve tekrar olarak dışa vurur.

Ütopya, özgürlüğün düşsel karşılığındaki “ada”dır
Anlık kesitler ile değerler arasında bağ kurma yetersizliği kişiyi, her an kuşatıldığı kapitalist iklimin adım adım kendisini hissettiren etkisine sokar. Bir süre sonra, sahip olunan duruşun ruhsal gıdası zayıf düşer; heyecanlar daralır, giderek söner. İşte tam da burada, somutlanmış biçiminin gönül okşayıcı temaslarından yoksun olunsa da bir ütopyaya sahip olmanın, kimi basamakları düş kurarak çıkabilmenin önemi artıyor.

Düş kurmak, insanın mekan ötesi ufku, gelecek tasarımına imkan veren kabiliyetidir. Bu, ruhsal gıdanın önemine işarettir aynı zamanda. Sistem, tam tersine, “kısa yoldan anında kazan” biçiminde, sabırsızlıkla ve plansızlıkla malul bir duruşu koşullarken, gerektiğinde düşle yol alabilmek, bir çeşit karşı duruştur.

Ütopyayı “mümkünün kıyısı” olarak tanımlayan Ernst Bloch, gündüz düşlerinden söz eder. Ona göre gündüz düşleri, uyanık haldeki kişinin düşüncelerinin, arzu imgelerinin veya ileriye yönelik tasarılarının bir derlemesidir. Bloch, gündüz düşlerini ütopya ruhunun barınabileceği bir tür koruma alanı olarak görür.

İnsanın ufkunu, düşüncenin sınır ve menzilini genişleten, hayal edebilme kabiliyeti hafife alınmamalıdır. Andre Gide, “gelişme, ütopyaların gerçek olmasıdır” der. Victor Hugo, ütopyayı “yarının gerçeği” olarak tanımlar. Thomas More’nin “olmayan yer” anlamında kullandığı ütopya, giderek bir gelecek düşü, bir özgürlük tasarımı olarak kavramsallaştı. Özgürlüğün düşsel karşılığındaki “ada”dır ütopya; gerçek özgürlüğe kadar insanın ruhsal beklentilerini karşılayan, içini ısıtan, nihai amaçla an arasında bir sığınaktır. Başka türlü, “Kaf dağı”nın ardındaki, herkesin durduğu yerden tanımladığı bir hedef/amaç için heyecan, motivasyon hanesini dolu tutmak adeta olanaksızdır. Bu alandaki çaba, ilerleme, aklın sınırlanmış dar alanlara hapsedilmesini de önler.

Bu konuda belki de en öğretici üretim, hapishane pratikleridir. Örneğin F tipinde vakit ancak karanlığın alnını karışlayabiliyorsanız geçer. Bunu kendine rehber edinerek yaşayanlar dışarısı dahil nerede olursa olsun, sıkıldıkça veya rehavete düştükçe bir “otouyarılma” refleksiyle irkilir. Bu aynı zamanda kolay yollara, ucuz yöntemlere yönelmenin önünde bir sigortadır; anı da kazandırır geleceği de; sosyalizmin nüveleriyle bugün örgütlenirken gelecek de kazanılır.

Bu yazı ilk olarak Son Haber‘de yayımlanmıştır.



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler