Gördüğü her duvara kendini afişleyen,
başkasına kör açlıklar,
doyuma değil
yalnızlığa ve ruhsal obeziteye çıkarır….
paylaşmak ise çoğaltır,
renge renk niteliğe nitelik katar.
Böylesi dönemlerde düşünce sarkacı uçlarda oynar
Dünya, kişiler, olgular, nereden ve nasıl baktığımıza bağlı olarak farklı anlamlar, farklı önem ve içerikler taşıyor. Bugün pandemi/fiili karantina koşullarında bu bakış açısı daha da önemli hale geliyor. Örneğin vaktimizin önemli bir kısmını geçirdiğimiz ev, bir zindana da dönüşebilir, anlamlı vakit geçirme alanına da…
Belki yaşamın anlamına dair insanın temel önemde sorgulamalarda bulunması için, olağanüstü süreçler şart değil ama çoğu kez bu türden sorgulamalar ancak felakete benzer çok özel anlarda gerçekleşiyor. Rutine, Godot’yu Beklerken oyununda olduğu gibi “kendi eylemsizliğine” veya Che’nin “en kötüsü” dediği, kişinin kendine yenildiği bir tarihsel kesitte olağanüstülük, farkındalık için bir neden oluşturuyor.
Çok sevilen birinin ölümü, tutsaklık, deprem gibi büyük yıkıntılar vb. karşısında kişi, farklı bir davranış sürecine girer. Kübler-Ross‘un, “yasın aşamaları” olarak tanımladığı insan davranışları, bize böylesi olağanüstü dönemdeki davranışları anlamayı sağlar. Buna göre, “İnkar-öfke-pazarlık ve depresyon” sonrasında kabullenme gelir. Bu, yüzleşme halidir. Özetle bu, Viktor Frankl‘ın “kader eğer değiştiremeyeceğiniz kadar güçlüyse burada yapacağınız tek şey vardır o da o kaderle yüzleşme cesaretini göstermektir.” dediği durumdur. Ve kişinin felaket karşısında da olsa insiyatifi eline almasını, kendi davranışını geliştirmesini, kendi yolunu çizmesini sağlar.
Tutsaklık gibi karantina koşulları, daha derin yoğunlaşmalar için bir zemin, doğru değerlendirebilenler için bir “şans”tır. Daha önce okuduğunuz kitabın başka tadlar verdiğini, satır aralarında başka patikaların uzandığını, kitabın saklısında başka anlamlar yattığını, oraya dalmanız halinde kitabın birkaç kitaba dönüştüğünü, bitmek bilmediğini veya bitmesini istemediğinizi görürsünüz. Özellikle yaşamın anlamı gibi, mutluluk gibi aşk ve toplumsallığın bir arada mümkün olup olmaması gibi konuları, daha geniş bir perspektifle ve daha farklı bağlamlar içinde ele alma şansı olur. Örneğin böylesi bir süreçte, Ahmed Arif‘in zindandan dışarı taşmayı başaran, sedayla kavgayı, aşkla yaşamı harmanlamış şiirlerini, hayatın tecride rağmen nasıl güzelleştirilebileceğini, kavganın ve sevdanın mekanlar ve sınırlar ötesi niteliğini gösteren dizelerini rehber edinmek, yeniden ve tecrid koşullarında onunla empati kurup onu yeniden keşfetmek “penceremizi” büyütecektir. Ahmed Arif demişken, korona günlerine şiir aralığından bakmaya devam edelim.
Dizelerin özgürleştirici ufku
Ölümlerin sayıyla ifade edildiği, bir günde 70’li-100’lü rakamlarla ölümün kanıksandığı koşullarda, ölüm-yaşam ve hakikat insanların gündemine anlam arayışı ve anlam sorgulaması eşliğinde girmeye başladı.
Ölüm bu denli gerçekse ve yanıbaşımızdaysa, bu denli yakınsa üretmenin, yaratmanın, kalıcılaşmanın “ne anlamı var” diye düşünenlere yıllar öncesinde Nazım, “Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin /hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil” diyerek seslenmişti. Aynı koordinatlardan benzer bağlamlar içinde ve daha yakın bir tarihten Ataol Behramoğlu sesleniyor; yaşadıklarından öğrendiklerini paylaşıyor; yaşamın an ve gelecek diyalektiğini kuruyor. Bizleri yaşamın içinde, doğanın içinde, bir başka insanın içinde derinleşmenin anlam ve tad aralığında gezdiriyor.
Eluardça veya Cibranca bakarsak acıya
Her acının sonunda açık bir pencere olduğunu söyler Eluard. Bugün bunu doğru okuyup anlayabilenleri, acı teslim alamaz, nefessiz bırakamaz. Halil Cibran “hepimiz hücredeyiz, kimimizin hücresinde pencere var kimimizinkinde yok” der. Herkesin kendi hapishanesini kafasında taşıması gibi insanların penceresini de kendisinin oluşturduğunu, yanında taşıdığını anlatır.
Kaç kişi gördü, kimler o kör hücreleri tanıdı bilmiyorum; ama Selimiye Kışlası’nın bodrumunda tabut kılıklı hücreler vardır “E-F-G” diye. Orada pencere ya düşseldir ya da yoktur.
Böylesi mekanlar ve orada geçirilen anlar kişiyi ya zindancının amaçladığı gibi bitirir ya da en zifiri karanlıklarda bile kendine bir pencere açacak şekilde eğitir. O zaman da hücrenin, evin veya odanın kaç metrekare olduğu ikincilleşir. Kişi, kendi özgürlüğünün kanatlarını şansa bırakmaz ve bir albatros gibi fırtınaya karşı eğitir.
Ahmed Arif’i zindanda bu denli özgürleştiren, uzaktan da olsa “Leyla”sını bu denli güzelleştiren de bu her koşula rağmen özgürlük, her mesafeye rağmen aşk değil mi?
“Mutluluk, başka insanlar için yaşamaktır”
Söz Tolstoy‘a ait. Ama aynı içerikten pek çok yazara ve esere ulaşmak mümkün. Yukarıdaki tanımlara ek olarak, olağanüstü süreçlerin ya yıkıcı ve bencilleştirici ya da yapıcı ve anlam kazandırıcı olduğunu söylemek mümkün. Kitaplar, adeta içinde yolculuk yaparak incelenemediğinde, hatta yazarla empati kurup söylemediklerine de ulaşılmadığında, örneğin Albert Camus Veba’da toplum için uğraşlarla aşkı, sevilen biriyle geçirilecek yaşamla veba için mücadele etmeyi karşı karşıya getiriyormuş gibi gelebilir. Veya Tolstoy’un tanımından aşk öznesi bireyin öneminin reddedildiği, toplumla onun birbirini yadsıdığı sonucu çıkarılabilir.
Peki kişi başkaları için yaşayınca, toplumsal bir mesele için vakit-imkan-enerji vb. tüketince kendisi için yaşamış olmuyor mu? Veya salt kendisi için yaşamak, mutluluk getirir mi?
Aynı soruları geliştirmeye devam edelim. Hayatını, ardında bunca ürünü bırakacak şekilde düzenleyen, yoksulluk ve açlık içinde çocuklarını kaybeden Marks’ın mutsuz bir hayat sürdüğü söylenebilir mi?
Dostoyevski‘nin sadece Yeraltından Notlar’ına bakalım. Pek çok sinema, tiyatro ve edebiyat eserine ilham veren, bunca kişiyi etkileyen, kendisinden sonra da ilhamının devamını sağlayan bu kitabının, bu derin ve içsel söyleşisinin nasıl bir dağarcığa denk geldiği düşünüldüğünde, kendisinin yaşamın anlam arayışında çıktığı seviye de dikkate alınarak mutsuz olduğu söylenebilir mi?
Pandemi koşullarında özgürlük arayışı
Nereden nereye geldi insanlık değerlerinin devamı iddiasındaki özgürlük arayışları… Sanki aklın ve bilimin gereklerinin zorluğu karşısında bir tutam bilgiyle var olabilmek için soruların da cevapların da anlamsızlığına razı olan bir kesim, kendi ihtiyaçlarında danışıklı bir sınav gerçekleştiriyor.
Giderek insanların birbirini anlamalarına bile ihtiyaç olmayan, konserve gibi tüketilip atılan ilişkilere doğru gidiyoruz. Üstelik bu eğilim, sanıldığından da öte bir yaygınlıkta. Kalıcı ve nitelikli bir ilişki yerine, değişikliği zenginlik addeden, zahmetten/emekten kaçınan, anı yaşayan ilişkiler teşvik ediliyor.
Kısaca “mutluluk ve erdeme, hiçbir değere bağlı kalmaksızın ulaşılabileceğini savunan öğreti” olarak özetlenebilecek sinizm yaygınlaştırılıyor. Özsaygıya ihtiyaç duymayan, “böyle de olur” diyerek hiçbir değer için emek harcamaya yanaşmayan bir insan tipi söz konusu olan. Ve bu, bizim değer olarak bildiğimiz her şeyin altını boşlatmayı amaçlıyor; böyle bir zeminde herkes herkesle çıkara dayalı uzlaşabiliyor.
Buna rağmen, egemen rüzgara karşı durup, “ben senin kalbinde hiç yabancılık çekmedim/ çünkü göğüs kafesine gümrük ödemedim” biçiminde şiirler yazanlar var. İnsanlık, tarih boyunca ne büyük bedeller ödedi bu değerler için. İşte birbirimizi aynı yolda, yeniden ve daha büyük heyecanlarla keşfetmemiz biraz da bu nedenle gereklidir.
Bu makale ilk olarak Artı Gerçek’te yayınlanmıştır.