Hüzünlü, yumuşak bir sesle, dura dura anlatıyordu annesini. Giyimi, bakışları, bilgisi ve evi sadeydi. Eşyaların meramını anlayan, onları köleleştirip, mülk haline getirmeyen kültürlü bir kadına benziyordu. Küçük bir masa, üç sandalye ve duvara asılı üç resim: Udi Hrant, Gomidas, Tanburi Cemil Bey. Hepsi bu.
“Öksüz büyümüştü mamam,” diye sürdürdü, “uzun süre ilgi körlüğü yaşamış, bundan dolayı derin ve ince duygulu bir insan haline gelmişti. Düşünüyordu. Acılı ve tedirgin halinden sıyrılamıyordu bir türlü. Yaşama, nesnel değil, öznel bir zaman çatlağından bakıyor, adımlarını boşluğa doğru atıyordu hep. Beni, korkularıyla korkutan bir kadındı. Yaşamla bağ kurması, mutlu olması durumunda, özgürlüğünü yitireceğinden korkuyordu. Çok güçlü yanları da vardı tabi. Okuyordu. Yaşamı, çektiği acının duygusu ve aklıyla anladığı için de sevmenin hakkını veriyordu. İç hakikatini ateşlemeyen hiçbir şeye ilgi duymuyordu ama.”
“Yazdığı öykülerin kahramanlarında var mıydı, bu özellikleri?”
“Okumadığım için bir şey diyemiyorum. Yazdığı öykülerin yaşadıklarına ve hasletlerine dair olduğunu biliyorum. Defter halinde yayıncıya vermiş, o da kaybetmişti. Beyrut zaten kaybetmeyi seven, kayıp bir şehirdi. Kaybolmuş öykülerinden bazılarını anlatıyordu bana. Biri çok etkiliydi, unutulacak gibi değildi. Siverek’e yakın bir yerde, eşkiyalar, tehcir kafilesini soyup, çırılçıplak bırakmışlar. Mamamı, nenemden kopararak almışlar. O zaman üç yaşındaymış. Dedem, yaralanmış, üşüterek ölmüş. Birkaç ay sonra nenem, Suriyeden dönmüş, bir misyoner ve bir papazının yardımıyla dört beş ay aramış mamamı; Urfa’daki Ermeni yetimhanesinde bulup, Beyrut’a götürmüş. İki yıl sonra nenem ölmüş. Bir Ermeni öğretmeni, evlatlık olarak almış mamamı.”
Kalktı, yan odaya girdi, mavi bir dosya getirdi . Açtı.
“Bunlar, mamamın bana yazdığı mektupları, el yazmalarıdır. Yazmayı çok seviyordu. Dilini, kaleminin ucuna sürmüştü adeta. Mağdur dünyanın lal haline tercüman olma arzusuydu bu sanırım.”
Bazı sayfalar Ermenice, bazıları da Arapçaydı. Bilinmeyen bir alemin acı geçmişini, halini ve geleceğini yakalayabilmek, onu tüm can alıcı ilişkileriyle estetize etmek, bire bir yansıtmadan yaratmak ve insana sunmak… Çetin bir çaba. Metin aralarında, çocuk resimlerini andıran çizimlere, ud, duduk, balaban, garmon ve tar gibi enstrümanlara takılıyor dikkatim.
“Müzikle arası nasıldı?”
“İyiydi. Sakin müzikleri seviyordu. Arayış içinde olan bir kadındı. Acılarının yol göstericisi de acılarıydı. Gomidas’ı bu bakımdan çok severdi. Sık sık dinlerdi onun ‘Hoy Nazan im’ini. Mamamın adının Nazeni olmasının da payı vardı bunda tabi. Tanburi Cemil Bey’i de severdi. Onun melankolisine, lirizmine, sufi renklerine tutkundu. Yaşam gailelerinden kaçanları, boşluğa sığınanları ve ölüleri rahatlattığı, uyuttuğu için hoşuna gidiyordu, Cemil Beyi’in müziği. Okurken, Çeçen Kızı, Çoban Taksim ve Kürdili Hicazkar Peşrev’i; yazarken, Şederaban Saz Semai veya Yegah Taksimi; uyurken de, Nikriz Sirto’yu dinlerdi. Bunların yaylı tambur ile icra edilenlerini tercih ederdi. Mızraplı tanburun, kendisini huzursuz ettiğini, sentetik, kekeme, kesintili sesler çıkardığını söylerdi. ‘Yaylı tanburun biteviye, huzur dolu sonsuz derinliği onda yok,’ derdi. Ritm sazın, yayalı tanburla çok iyi bütünleştiği inancındaydı. Müzikte en çok iç ve dış ritm inceliğini arardı. “Yaşamın özünde ritm var,’ derdi. Benimle tartışırdı. Benim müzisyen olmamda mamamın büyük payı var.”
“Tartışmayı annen mi başlatıyordu?”
“Genelde ben başlatıyordum. Seksenine girdiğinde durumu biraz ağırlaşmıştı. Tartışmıyordu. Aklı dalgalanıyor, geçmişe kayıyor, mırıldanıp duruyordu kendi kendine. ‘Halkımı ve tarihimi kaybettim, her gün bir yerlerim yıkılıyor,’ diyordu. ‘Yıkıntımı kaldırdığım yerler çiçekleniyor, kaldırmadığım yerleri ise ören otları bürüyor. Bu gidişle ya çoban kuşlarının yuvalandığı bir çiçek tarlasına dönüşeceğim ya da bir baykuş harabesine. Her ikisinin de ayrı bir dili, bir anısı var. Her ikisine de razıyım,’ diyordu.”
“Öleceğini mi hissetmişti yoksa?”
“Bilmiyorum. Öleceğe benzemiyordu ama ölümü, beklenmedik bir anda oldu. Beyrut’ta çatışmalar başladı. Kalaşnikoflar, makinalı tüfekler, roketatarlar ara vermeksizin barikatları, apartmanları darbelemeye koyuldu. Pencerelerden uzaklaşıp, nisbeten daha korunaklı yerlere sığındık. Döşeği karyoladan yere indirdim, mamamı sırtüstü yatırdım. Korkudan elleri ve dudakları titriyordu. ‘Bir kalem, bir defter getir kızım,’ diye mırıldandı. ‘İnsanlık kâbusunun kesintisiz tarihini yazdırmak istiyorum sana.’
“Yazdıramadı. Sustu. Gözleri büyümüş, benzi sararmıştı. Yemek yemiyordu, su içiyordu arada bir. Öleceğini duyumsamış, duygularıyla bütünleşmiş gibi bir hali vardı. İki gün hiç konuşmadı. Bakışlarını tavana dikerek, tüfek ve bomba seslerini dinledi. Akıl nehri, yatağının dışında akıyordu. Üçüncü günün sabahı, ‘bahtımı insanın acısında aradım 70 yıl,’ diye mırıldandı. Dördüncü günün akşamı öldü. Yaşlanma, pörsüme ve dökülme dönemini, gepegencecik bir ruh zenginliğiyle geçirdiği için de, yaşlı değil, genç öldü. Ağlamadım.