İliç’te yaşanan işçi cinayeti ve doğa katliamı, genel anlamda kapitalist sistemin, özel olarak “TC”nin politik-iktisadi niteliği hakkında çok yönlü çürümüşlüğü bir kez daha açığa çıkardı. Kapitalist iktisadi-politik sürecin doğrudan sonuçları olarak karşımıza çıkan doğa ve insan kıyımı, bazı büyük “afetler”, pandemi, felaketler ve savaşlar, dehşet sahiplerinin yol açtığı yıkımı daha berrak ortaya çıkardığı gibi, bu süreçlere neden olan sistemin yapısal işleyişi ve niteliği konusunda da net sonuçlar ortaya çıkarırlar.
Bugün Kanada menşeli uluslararası maden tekeli olan Anagold’un, İliç’te gerçekleştirdiği işçi ve doğa katliamı, aşırı kâr hırsını merkez alan kapitalist sistemin ekonomik-politik yüzüdür. Maden tekeli Anagold’un acentesi olan Çalık sermaye gurubuyla ilişkilenmesi ve bu ilişkilenmenin “TC” iktidarı düzeyinde iktisadi-politik-hukuksal olarak temsili, tekelci emperyalist sermaye ile Türk Komprador İşbirlikçi Tekelci Sermayenin organik bağı ve bu bağın sermayenin büyümesi uğruna nasıl yıkıcı ve talancı hareket ettiğinin tarifidir.
Bugün en yakın tarih olarak, Kanada menşeli uluslararası maden tekeli olan Anagold’un İliç’te yarattığı derin yıkımdan kapitalist sistemin kuralsızlığını bir kez daha görüyoruz. İliç’te ortaya çıkan tablo, kapitalizmin genel sürecinin kısa bir görüngüsüdür. Uluslararası sermeye tekelleriyle Türk Komprador İşbirlikçi Tekelci Sermayenin ortak talanının sadece bir sonucudur. Lakin kapitalist sistem, emekçilerin, doğanın, insanın tüm yaşam haklarını hoyratça satın alıp hunharca sermayenin aşırı kâr ilkesine göre kullanan, girdiği her sahayı, yaşam dinamikleriyle birlikte semiren, yoksul kitleleri açlık meşiniyle kırbaçlayarak sermayesine kuralsız hareket sahası yaratan yıkıcı-talancı bir sistemdir. Kapitalist merkezlerden, sömürgeleştirilmiş, bağımlı hale getirilmiş, işgal edilmiş tüm coğrafyalarda, ezilenler üzerindeki kıyımlarla sistemin iktisadi-politik mantığı buna göre işlemektedir. Kolonileştirme ve kolonileştirmenin psikopatalojisi konusunda önemli fikirleri, yaşanmış toplumsal pratiklerin süzgecinden sentezleyen Frantz Fanon’un ifadesi ile “Kapitalistler yüzyıllar boyu azgelişmiş dünya’da suç işlemekten başka iş yapmadılar.” Bu sözün güncel karşılığı daha geniştir. Uluslararası tekelleşme süreciyle birlikte emperyalist tekelci sermaye, dünyanın her köşesinde insanlığa karşı suç işlemekten başka bir iş yapmamaktadır.
Sermayenin uluslararası tekelleşme düzeyi ile daha yaygın hale gelen iş cinayetleri hakkında, Engels ve Marks’ın analiz ve sentezleri, konumuzu daha anlaşılır kılacaktır. Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı eserinde şunları tespit etmektedir. “Bir birey diğerlerine bedensel bir zarar verirse ve böyle bir zarar da ölümle sonuçlanırsa, buna insan katli deriz. Metecaviz kimse, yapacağı zararın ölümle sonuçlanacağını önceden bilirse, onun davranışına cinayet deriz. Aynı şekilde toplumda yüzlerce proletaryayı çok erken ve bir kılıcın ya da kurşunun yol açtığı ölümler kadar vahşi ve hiç de doğal olmayan bir ölümle karşılaşacağı duruma soktuğunda, binlerce kişiyi yaşaması için gerekli olanaklardan yoksun ve yaşayamayacağı koşullar altında bıraktığında ve bu binlerce insanın yok olacağını bile bile bu koşullar içinde kalmalarına göz yumduğunda, bir bireyin işleyebileceği cinayetten hiç de farklı olmayan bir cinayet işlemiş olur. Katil somut olarak görünmeyen, gizli ve kimsenin kendini koruyamadığı bir şekilde gerçekleşen bu cinayet, belli bir emirle değil de ihmalkarlık olarak ortaya çıktığından gerçekte bir cinayete benzememektedir. Ama yine de cinayettir. Şimdi İngiltere’deki toplumun, işçilerin yayın organlarının sosyal cinayet olarak tanımladıkları suçu her gün ve her saat işlediklerini, işçileri ne sıhhatlerini koruyabilecekleri ne de uzun bir süre yaşayabilecekleri koşullar altına koyduklarını, bu işçilerin yavaş yavaş, azar azar hayati güçlerini ortadan kaldırdıklarını ve böylece daha vakit gelmeden onları mezara doğru koşturduklarını kanıtlayacağım”. Yine Marks Kapital’de kısa ve özlü anlatır kapitalizmin kanlı yüzünü. “Sermaye tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulaşmış olarak gelir…”
Yani kapitalist sermaye, artı değer oranını yükseltmek için, aşırı artık emek yutma ile üretimi gerçekleştirirken, bunu aynı zamanda emek gücü olan işçilerin ölümü pahasına üretim koşullarında gerçekleştirmekten geri durmaz. Kapitalizm her yönlü bir soygun düzenidir. Artı değer hırsızlığından, işçi ve emekçilerin hayat koşullarına, çalışma koşullarına kadar, yaşamlarına ve sağlığına zarar veren, üretim birimlerinde alınması gereken tedbirlerin maliyetini kâr marjı olarak kasasına koymak için, ölüm tehlikeleri altında çalışmaya zorunlu bırakan bir soygun düzenidir.
Kapitalizmin azami kâr ilkesi ve yoğunlaşan sömürüsünün bir sonucu: Güvencesiz çalışma koşullarıdır!
Güvencesiz iş koşulları sadece kapitalizme has bir olgu değil, özel mülkiyet dünyasının yaşanmış bütün toplumsal sistemlerinde var olagelmiştir. Ama kapitalizm, diğer toplumsal sistemlerden şu yönüyle ayrılır. Köleci ve Feodal toplumsal sistemler sürecinden farklı olarak, üretimde kullanılan çok ileri teknolojik olanaklara rağmen, kapitalist üretimdeki doğal girdileri bile kâr hanesine yazdırmak için, asgari düzeyde iş güvenliğini sağlamadan, üretim birimlerinde işçileri-emekçileri çalışmak zorunda bırakmaktadır. Öyle ki, Keynesyen sosyo-iktisadi modeli olarak piyasaya sürülen “refah” kapitalizmi doktrininden, “refah” devleti adı altında kapitalist sistemin sermaye birikimini, üretim birimlerinde günün koşullarına göre üreten Fordist döneme kadar, iş güvenliği sorunu başat bir sorun olarak yaşanmıştır. Kapitalizmin neo-liberal süreci ise, iş güvenliği sorununu dünya ölçeğinde önemli bir gündem haline getirmiş ve kapitalizmin yıkıcı, talancı niteliği, sermayenin uluslararası tekelleşmesi boyutu ile kitlesel işçi kıyımlarına neden olan cinayetler dizisine dönüştürmüştür.
Kısa bir tarihsel hafıza olarak; 1980’li yıllar kapitalizmin sermayenin uluslararası serbest dolaşımı ve merkezileşme ihtiyacına göre yeniden yapılanmaya gittiği periyodu ifade eder. II. Emperyalist Dünya Savaşı sonrası, bir yandan kapitalizmin iç yapısal krizlerine karşı, diğer yandan sosyalist sisteme karşı geliştirilen Keynesçi sosyo-iktisadi olan “refah” kapitalizminin derin krizi, kapitalist sistem içinde yeniden yapılanma sürecini zorunlu kılmıştır. Burjuva ideologlar ve iktisatçıları kanalıyla müreffeh bir toplum inşası olarak, sermayenin kapsamlı saldırı doktrini neo-liberalizm, süreç bağlamında uluslararası tekelleşme trendinde olan sermayenin, kendisini üretme politikası olarak piyasaya sürüldü.
Neo-liberalizm sadece reel ekonominin sermaye hareketine yapılanması değil, aynı zamanda burjuva egemenliği olan devletin, burjuva hukukun, sermayenin yayılma-büyüme ve merkezileşmesine göre yapılandırılmasıdır. Yani iktisadi faaliyetler, hizmet sektörleri, kamu alanları, sermayeye açılmış ve neo-liberal normlara uygun biçimde kurgulanmıştır. Fordist sisteminden devralınan bant üretimi çalışma koşulları, neo-liberal doktrine göre yeniden kurgulandı ve esnek üretim modeli ile birleştirildi. Bu model ile sömürü koşulları derinleştirilmiş ve iş-çalışma hayatı, esnek üretim üzerine inşa edilmiştir. İşçilerin çalışma koşullarını daha fazla artı değer ve emek sömürüsü üzerinden yapılandıran bu “dönüşüm”, güvencesiz çalışmanın da merkez faktörü olmuştur. Güvencesiz çalışma sadece iş güvenliği ile alakalı bir boyut değildir. Sosyo-ekonomik niteliği ile çalışma koşulları, işçi-işveren ilişkisi, geçmişten daha sistemli olarak patronların keyfi tutumlarına terk edilmiş, ağır sömürü koşulları, düşük ücret, iş sözleşmelerinde işverenin lehine oluşturulan “hukuk”, işçilerin üretim alanlarındaki fiili güvenlik problemleri ile birleşerek, güvencesizlik ve can güvenliği sorununa farklı bir boyut kazandırmıştır.
Emekçilere karşı geliştirilen bu saldırılar, tek tek ülkelerin iktisadi yapısına göre değişkenlik arz etse de, emperyalist tekel sermayesi, uluslararası alanda bunu uygulamakta ve çalışma yaşamındaki güvencesizlik yayılıp derinleşmektedir. Yani güvencesizlik bütün dünyada artmakta, buna paralel olarak toplumun geniş kesimlerini kapsamına alarak yaygınlaşmaktadır. Güncel bir örnek olarak, İliç’te yaşanan son işçi ve doğa katliamı, sadece madende çalışan işçilerin hayatını kaybetmesi ile sınırlı kalmamakta, sermayeye dair oluşturulan dokunulmazlık “hukuku” zırhı ile bölgede yaşayan tüm insanların hayatı ve doğa zarar görmekte, toplumsal ve jeolojik olarak geri dönüşü olmayan tahribatlara neden olmaktadır. Bu durum sadece bir sektörde ve bir alanda faaliyet gösteren sermaye şirketinin uygulamaları ile açıklanamaz. Bu tamamıyla kapitalist sistemin, yani güncel karşılığı ile neo-liberalizmin, iş-çalışma hayatını üzerinde inşa ettiği yıkıcı-talancı anlayışın panoramasıdır.
Kapitalist neo-liberalizm sermayeye yeni kâr alanları yaratmanın sosyo-iktisadi doktrini olarak, işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde derinleşen sömürü, insan ve doğa yıkımıdır!
Neo liberalizmin, sosyo-ekonomik hayatı (sermaye ve emek denkleminde), siyasal süreci, burjuva erk kurumlarını, burjuva hukuku, sermayenin çıkarlarına göre bir yapılandırma sürecidir demiştik. Kuşkusuz bu yapılanmayı koşullayan, kapitalist ekonominin krizidir. Çevrimsel olarak yaşanan kapitalist kriz sarmalı, sermayeyi yeni yapılandırmalara götürmüştür. Ve her yapılanma süreci, tekelci sermayeye daha fazla büyüme koşulları yaratırken, işçi ve emekçiler için ağır sömürü ve yoksulluk-açlık sınırında yaşam dayatılmıştır. Bu kapitalizmin genel yasasıdır. Kriz kapitalist iktisadın doğasında vardır ve kriz koşulları devrimci müdahale ile devrimci toplumsal dönüşümün dinamiği yapılmadığında, kapitalist sermeye, kendisini yeniden üretecek politikalar geliştirir. Kapitalist özel mülkiyete bağlı kalarak, sermayenin koşullara göre kendisini üretmesi, rutin bir kendini tekrar değil, sermayenin merkezileşmesi ve toplumsal yoksulluğun yaygınlaşması ekseninde süren gelişimde, özgün sosyo-iktisadi politikaları içerir.
Neo-liberalizm, sosyo-iktisadi politika olarak sermayenin kendi özgün sürecine göre bir “üretimi” ifade eder. Tarihsel bağlamda kapitalist ekonomik kriz, burjuva üst yapı ve alt yapıda bir bunalım yaratmıştır ve neo-liberal yapılanma, baştan aşağı bir dizayn biçiminde sürdürülmüştür. Ve ilk ayak burjuva devlet rolünün sermaye hareketine göre yapılandırılmasıdır. Özellikle, emperyalist sermayenin dolaşım-büyüme sahası olan coğrafyalarda, kamu sektörlerinin sermayeye bir arpalık olarak sunulması ve sermayenin özel sektör ağından Kâr sahalarını genişletmesi için, emperyalist tekellerin bağımlısı olan devletlerin rolleri yeniden tanımlanmıştır. Topluma “küçülen devlet, büyüyen refah” manipülasyonu ile politik-iktisadi hayat, sermayenin açık kontrolüne sunulmuştur. Bu iktisadi-politik söylemin özü, devletin zorunlu hükümlülüğünde olan hizmet alanları ve “Kamu İktisadi Teşekkülleri”nin, özel sektöre, yani sermayeye devredilmesidir. Bu iki boyutu ile tekel sermayesine olanak yarattı.
Birinci boyut, bu sahaların haraç mezat satın alınması ile elde edilen devasa rant iken, ikincisi, devletin yükümlülüğü olan eğitim, sağlık vb. gibi sektörlerin “yeni” pazarlar olarak sermayeye sunulmasıdır. Özenle vurgulamak gerekir ki, topluma küçülen devlet miti ile sunulan politikanın özü, halkın vergileri ile palazlanan burjuva devletin zorunlu olan hizmetlerini kısma, kırıntı halinde olan sosyal yükümlülükleri ortadan kaldırma ekseninde olmuştur. Buna karşılık, emperyalist ülkeler dâhil devlet egemenliğinin, askeri gücü başta olmak üzere yasama, yürütme, yargı erklerinin devlet bürokrasisinin “güvenlikçi” tedbirlerin bütçeleri artmış ve neo-liberal sürece göre yapılandırılan devlet, emperyalist tekelci şirketlerin, finans sektörlerinin çıkarları doğrultusunda, “adalet”, “hukuk”, “askeri güvenlik” sağlayan kurum olarak toplum üzerindeki otoriter gücünü arttırılmıştır. Devlete verilen bu planlama ve icra yetkisi, piyasayı yegâne merci olarak sermayeye sunma ve karar verici piyasa kuralları ile sermayeyi her şeye açıktan müdahil etme amaçlıdır. Yani son tahlilde, uluslararası tekelci sermaye, neo-liberal devlet yapılanmasını, sermayenin uluslararası alanda serbest hareketi ve en kolay yoldan kara ulaşması için tahkim etmiştir. Bu aynı zamanda kapitalist işleyişin, sosyo-iktisadi zeminde uluslararası alanda tekelleşen sermayeye göre dizayn edilişidir.
Burjuva devlet erkini, sermayenin özgün sürecine göre yapılandıran neo-liberalizm, uluslararası boyutta tekelleşen sermaye başta olmak üzere, genel anlamda sermayenin çıkarları için sosyal-iktisadi sistemde dönüşümlere gitmiş ve çalışma koşullarından ücret politikasına kadar geniş emekçi yığınlara karşı bir saldırı geliştirmiştir. Sermayenin ana kaynağı, artı değer gaspıdır. Artı değerin (artı emek gibi) havuzu, kapitalist üretim sahalarındaki çalışma sistemi ve çalışma hayatıdır. Bundan dolayı neo-liberal saldırı, öncelikli olarak en kapsamlı ve etkili adımı, çalışma hayatını, esnek örgütleme temelinde inşa ederek “yeni” kurgusunu planlamıştır. Çalışma hayatının esneklik temelinde dönüşümündeki ana saik, sermayenin, daha fazla artı değer gasp etmesi, yani daha fazla kâr hırsı için taşıdığı fonksiyonel değerdir. İki boyutu ile bu fonksiyonel değer öne çıkmaktadır. Kapitalist şirketlerin istihdam yapısını, hızlı bir şekilde üretim alanları ve piyasada değişen iktisadi koşullara göre değiştirebilmesi birinci boyut iken, ikinci ve en önemli boyut, esneklikle “hukuksal” zemine kavuşturulan geçici çalışma biçimleri, çalışanlar için şirket üzerinde sağlanan bazı hakların tasfiye edilmesi, geçici çalıştırma, düşük ücret, işçi sınıfının örgütlenme olanaklarının fiili olarak ortadan kaldırılması, geçici statüden kaynaklı işverenin yükümlülüğünde olan sosyal hakların ( sigorta, emeklilik primleri gibi) geriletilmesi vb. gibi kalemler, sermayeye yeni maliyet avantajı olarak yaratılmıştır. Kısa vadeli yapılan iş akitleri ile işveren üretim alanında çalışanları istediği işe koşturmakta ve iş sektöründeki değişken koşullara göre işçi sözleşmeleri istendiği gibi düzenlenmektedir.
Başka bir anlatımla izah edecek olursak, çalışma hayatı, işçiler açısından sabit-istikrarlı bir saha olma hüviyetini kaybetmiş ve bunun yerine kısa vadeli, geçici istihdam ilişkileri hâkim kılınmıştır. Bu gün gelişmiş kapitalist ülkeler dâhil, kapitalist işletmelerde, geçici çalışma, taşeronlaştırma, saat başı iş, işverenin iş “hukuku” olmuştur. Geçmişle kıyaslandığında, ücretli çalışanın yüzde sekseninin süresiz çalışma sözleşmelerine sahip iken, bu gün bu oran tersine dönmüş ve çalışanların üçte ikisinden fazlası, (özellikle bu gün geniş bir potansiyeli çalıştıran hizmet sektöründe) süreli-geçici statüde çalışarak yaşamlarını idame etmeye çalışmaktadırlar. Çünkü sermaye, iş hukuku açısından, işçiler karşısında bağlayıcı olan hükümlülüklerden kurtulmak istemektedir. Ucuz iş gücü yaratmak için de bu yolu kullanmaktadır. Özellikle ekonomik kriz ve istihdam daralmaları sürecinde, işçileri kolay işten çıkarmak, büyüyen toplumsal işsizlik koşullarında daha düşük ücretle işçileri çalıştırmak için, “bağlayıcı hükümleri” ortadan kaldırmak, sermayeye ekstra kâr marjı yaratmaktadır.
Esnek üretim, çalışma yaşamında, sermayenin aşırı kâr hırsına göre böylesine kuralsız bir sömürü yaratırken, işçi sınıfının tarihler boyu verdiği mücadelelerle kazandığı ekonomik-sosyal hakları da gasp etmiştir. Bu kuralsızlık, sermayenin çalışma hayatı üzerindeki keyfi uygulamaları ile bir başka düzeyi ortaya koymaktadır. Sermayenin uluslararası tekelleşme süreciyle, ulus devletlere, sermayenin uluslararası hareketine göre rol biçen kapitalizm, neo-liberal uluslararası ekonomik hegemonik stratejiye göre çalışma “hukuku” oluşturmuştur. OECD, İMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası emperyalist finans kurumlarının politikalarında stratejilerini sentezleyen emperyalist sermaye, özellikle hakimiyetine aldığı coğrafyalarda, sermayeyi “devletler” üstü bir yetkiye kavuşturmaktadır. Yani, uluslararası tekelci emperyalist sermaye, yıkıcı ve talancı olarak girdiği tüm coğrafyalarda, bölgesel devletlerin, hukuku, iş hayatı koşullarını sermayenin hareketine engel ya da yetersiz bulduğundan, bir ayağı ile emperyalist sermayenin çarklarında olan bu iktidarları, iktisadi-siyasal çıkarlarına uyumlu hale getirmektedir. Amaç sermayeyi tüm bölgesel-yerel hukuktan bağımsızlaştırarak, yayılma-büyüme-merkezileşme niteliğine uygun kendi “hukukunu” uygulamaktadır.
Yerel bağlayıcı hukuktan kurtulan sermaye, uluslararası tekelci niteliğini, sınırlar ötesi kuralsız yasa koyucu kimliğiyle, talan etmekte, doğada ve insan yaşamında derin yıkımlar yaratmaktadır. Bunu ifade ederken, mevcut kapitalist dünyada, her ülkenin siyasal-iktisadi niteliğinden rengini alan burjuva ve türevi iktidarlara demokratik bir muhteva biçmiyoruz. Emperyalist sermayeye bağlı işbirlikçi sermaye iktidarları, son tahlilde kapitalist dünyanın egemenlik kurumlarıdır ve gericidir. Bu gibi iktidarların, kendi sınırları içinde kendi niteliğine uygun oluşturduğu her türlü hukuk, son tahlilde sermayenin çıkarlarını korumakla mükelleftir. Kastımız olan, iki gerici anlayış arasında bir demokratik nitelik aramak değildir. Sermayenin uluslararası tekelleşme düzeyi ile ülkeler hukuku üstünde, kendi hareketine uygun bir “hukuk” oluşturması ve sermayenin sosyo-iktisadi niteliğine uygun sınırlar ötesi yıkıcılığını ortaya koyma bağlamında bu farklı iki durumu izah etmeye çalışmaktayız.
Kapitalist krizden bir çıkış doktrini olarak ortaya konan ve işçi sınıfına kapsamlı saldırılar gerçekleştiren neo-liberalizm, bu gün çökmüştür. Kapitalist iktisadın yapısal çelişkileri, bu doktrinle daha da derinleşmiş, iktisadi kriz, yaşanan siyasal krizleri koşullamıştır. Emperyalist güçler arasında yaşanan hegemonya krizinin yarattığı emperyalist savaş hali, reel ekonomi ve finans piyasalarında art arda yaşanan çalkantılar, sistemin çıkmazları olarak yaşanırken, tekelci sermaye “yeni” birikim modelleriyle, bu süreci sermayenin lehine sonuçlarla “aşmaya” çalışmaktadır. Hem kriz, hem de sermaye lehine krizden “çıkma” yöntemleri, toplum ve doğa açısından yıkıcıdır. Yani her koşulda, kapitalizmin birikim modelleri ya da iktisadi yapılanmaları, işçi ve emekçiler lehine bir sonuç yaratmaz. Bu sermayenin doğasına aykırıdır. Avusturyalı iktisatçı, Marks’tan kavram olarak aldığı “yaratıcı yıkım”ı, “ekonomik yapıyı sürekli olarak değiştiren, sürekli olarak eskiyi yok eden, sürekli olarak yenisini yaratan endüstriyel mutasyon” olarak ele alır ve özünde kapitalist birikim modellerine, bir toplumsal değişim rolü biçer. Oysa Marks’ta sermayeye böyle bir rol yoktur.
Sermaye ihracı, döviz ihracı, birikim modelleri, üretim modelleri, meta ihracı vb. gibi kapitalizmin düzeyine göre “değişkenlik” gösteren iktisadi-politik süreçler, sermayenin aşırı kâr için bir yapılandırma süreçleri olsa da toplumsal ilerleyişte bir yeniyi ifade etmezler, eski düzenin kendisini yapılandırmasını ifade ederler. Bu yıkıcı bir süreçtir. Ve bugün sermayenin uluslararası tekelleşme düzeyi ile bu yıkıcılık, uluslararası düzlemde yaşanmaktadır. Tüm boyutları ile bu yıkıcılığı ve talancılığı bu yazımızda analiz etmek, işlemek istediğimiz konuyu gölgeler. Bu anlamıyla, çalışma koşulları ve iş ve işçi güvenliği boyutu ile konumuzu toparlamak istiyoruz.
Kendini tekrar eden iş cinayetlerinin nedeni sermaye düzenidir
Çalışma koşullarındaki “esnek üretim” modeli, işçi sınıfının özlük haklarında muazzam bir yıkım yaratmıştır. “Esneklik” sadece çalışma hayatında sermayenin elinde bir sömürü silahı değil, aynı zamanda tekelci şirketlerin dünya zenginlik kaynaklarına çökmesi için duruma göre sektör değiştirme, başka sektörlerle birleşerek sermayesini büyütme, maden kaynakları işletmesinde yasal ve hukuksal mevzuatlarda müthiş avantajlara sahip olma, toplumda ve doğada tüm değerleri metaya indirgeyerek geniş pazar olanaklarına sahip olmak için de bir sömürü ve talan silahıdır. Ve kapitalist sermaye bu kirli silahla, iş güvenliğinden insan ve doğa güvenliğine kadar her şeyi tehdit ediyor. “Esnek üretim” modelinin çalışma yaşamında yarattığı güvensizliği yukarda ifade etmiştik. Maliyetten kaçmak ve maliyet giderlerini kâr olarak sermayeye katmak için, kapitalist üretim birimlerinde gerekli tedbirlerin alınmaması, çalışanların can güvenliğini sorunu, bugün (Türkiye gibi iktisadi niteliğe sahip ülkelerde daha canice yaşanması ayrı bir inceleme konusudur) uluslararası bir sorundur. Ve yine, ucuz maliyetle üretim yapmak için, maden aramalarında siyanür gibi insan ve doğa için öldürücü bir zehrin kullanılması, temel gıdada GDO üretimi, yine temel gıda ürünlerinde kimyasal maddelerin (her ürünün etiketi üzerinde E değeri vardır ve bu E değeri, o ürünlerde kullanılan kimyasal bileşenleri ifade eder) kullanılması, Nükleer santraller, sermayenin kâr hırsı uğruna doğaya ve insana dair açtığı yıkıcı savaşı beyan eder.
Kapitalist iktisatta, büyüme, kalkınma, ilerleme, sermayenin hanesini ifade eder. Sermaye bu hedefi için işçi sınıfı ve emekçileri, daha fazla kâr yaratan “birikim modelleri” ile sömürüyor, insanca yaşam hakkını gasp ediyor, yoksulluk ve açlığa mahkum ediyor. Doğa utanmazca yağmalanıyor, talan ediliyor. Tüm canlıların kendi soyunu üretme ve yaşamını sürdürmede ortak değeri olan toprak-su-hava, sermayenin barbar hedefleri için kirleniyor, insanlar canlı canlı öldürülüyor. Kapitalizm, insan ve doğaya ilişkin etik değerlerden cepheden uzak, talan ve yok saymanın sistemidir. Kapitalizm, doğaya ve insana saygı duymaz. Onun için her şeyin bir meta değeri vardır ve meta değeri olmayan her şeyin yok edilmesi mubahtır. Kapitalizm, işçiyi, emekçiyi, küçük üreticiyi, insan olduğu için değer vermez, üretim alanında, kullandığı bir makine gibi, bir hammadde, bir sermaye görerek, metaya üretim girdisi olarak ele alır. Bundan dolayı, iş güvenliği için önlem almaz, tüm kimyasal reaksiyonlarla üretim yapılan sektörlerde, korunaksız çalıştırılır.
Kapitalizmin bu vahşi yüzü, “TC” ekonomik yapısında, kitlesel işçi cinayetleri ile yaşanmaktadır. Soma, Amasra, İliç, sadece yakın tarih örnekleridir. Sıradanlaşmış iş cinayetleri, “fıtrat” ve “kader” söylemleriyle, “TC” iktidarının fail olma gerçeğini değiştirmemektedir. Ve daha da önemlisi, tüm bu cinayetlerin kapitalizmin ürünleri olduğu gerçeğidir. Bu gün işçi sınıfı ve emekçilerin mahkum edildiği sosyal koşullar, can güvenliği sağlanmadan çalışma zorunda kalmaları ile birleşerek, kapitalizmin iş cinayetlerini ortaya koymaktadır. “İş kazası” denen işçi cinayetlerine karşı mücadele, bu bağlamda kapitalizme karşı mücadele demektir. Kapitalizmi hedef almayan bir mücadele hattı, bu cinayetlerin sebeplerini öteler, lokal sorumlularla burjuva “hukuksal” zeminde meşgul olur. Oysa sorunu sistem üretmektedir, işçi sınıfının sistemle mücadelesi ile aşılır. Sömürü ve talan düzenine karşı mücadele ve işçi sınıfının örgütlü duruşu, doğrudan sınıfsal güç dengelerini etkiler. Çalışma koşulları ve iş güvenliğindeki keyfiyetçilik, kendini tekrar eden iş cinayetlerinin nedeni sermaye düzenidir ama bunları engellemek, işçi sınıfının örgütlü duruşu ve mücadelesi ile doğrudan orantılıdır.
Kapitalist sistemin, iş cinayetlerini yaratan niteliğini, öne çıkan başlıklarıyla ele almaya çalıştık. Kapitalizmin doğrudan sonuçları olan işçi kıyımları, “TC” iktisadi sürecinde “skandal” düzeyine çıkmıştır. Bunu yaratan sosyo-iktisadi nitelik ve Türkiye-Kuzey Kürdistan işçi sınıfı hareketinin bunun karşısında örmesi gereken mücadele hattı, mevcut “sendikaların” tutumlarıyla birlikte ele alarak, bir sonraki sayıda analiz edeceğiz.
Devam edecek…
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.