iki eğik yokuş iki kuru çeşme ağzı
aynalara baka baka günlerin adını ezbere
saydık dağın denizin ardını
en çok kendimize sustuk
bu dünya bizim değil biz kimsenin değiliz
ömrümüz hazır büyümüşken bir pşase’nin
derdinin uzağına düş kura kura
yorgun atlarla geldik
elimizde beyazını yiyen kefenler
kalbimiz çiçek tabutu
dişimizde tuzla
bir daha ölmek için dünyanın kapısında!
Murat Esmer
Joyce’in Ulysses’ini okuyorum. Dünyanın en zor okunan modern romanları arasında ilklerden olduğu söyleniyor. Aklımda kalanları bir kenara istifledikten sonra belgesel, yarı belgesel veya sağlam kurgulanmış anı romanlara geçişler yapıyorum. Böylece kitapların içine daha rahat bakabiliyorum.
Görerek okumak ya da okuduklarının içindekilerini görmeye başlamak…
Usta yazar John Berger’in önermelerinden derlediğim güzel bir özelliktir bu.
Anı kitaplarının ardı ardına yayınlanarak çoğaldığını biliyordum. Büyükçe bir kitapçıya girdim.
Murat Bjeduğ’un ‘Devrimci Bir Subay: Saffet Alp Kitabı’ ve ’Sabo: Sabahattin Kurt Kitabı,’ Azad Sağnıç’ın Diyarbakır Zindanında ölüm orucunda can veren Dev-Yol örgütünden Orhan Keskin’i anlatan ‘Bana Beyaz Bir At Getirin’, Hasan Hayri Aslan’ın ‘Diyarbakır 5 No’lu Cehenneminde Ölümden Öte’ ve Mehmet Ali Eser’in ‘Kırda Ateş Politik II, Kayanın Gölgesinde’ adlı kitaplarını aldım.
Kitapları toplayıp çantaya yerleştirirken, bunlarla birlikte tekrar okumak üzere Jullia Alvarez’in ‘Kelebekler Zamanı’ adlı romanını da aldım..
Bu kitapların hepsini okudum…
En sona Mehmet Ali Eser’in ‘Kırda Ateş Politik II,’ adlı yarı belgesel romanını bırakmıştım.
Bu kitabın I. cildini yıllar önce okumuştum. İkinci kitabı okuduktan sonra sonra onu da tekrar okuma ihtiyacı duydum.
Şehrin pazar yerini andıran bağırtısı, gürültüsü ve insan kalabalığı içinde gezinirken, “Hayatımızın koca uçurumunu bu yaşananlarla kapatmaya meyilliyiz herhalde” diye iç geçiriyordum ve okuduğum kitaplar fragmanlar halinde gözlerimin önünden akıyordu sanki.
Murat Bjeduğ ağır rahatsızlıklarla boğuşmasına rağmen yollara düşmüş, onlarca insanla görüşüp iki büyük eser çıkarmıştı ortaya…
“Sebahattin Kurt’tan başlama nedenim, tamamen bir gönül bağı ve fotoğrafındaki masumiyetinin sahiciliğini farketmemdir diyebilirim. Yıllarca bıkıp usanmadan baktığım fotoğrafların üzerimdeki etkisi beni Sebahattin Kurt’a yönlendirdi. İsminden başka hiçbir şey bilmiyordum,” diyordu Bjeduğ, ‘Sabo: Sebahattin Kurt” adlı kitabında.
Van, Gevaş, İzmir, Ankara, Mersin, Tokat, Niksar, Kızıldere yollarına düşmüştü bu kitabı yazabilmek için.
Araştırıp buldukları tarihin vicdanına not düşecek türden bulgulardı. Kızıldere operasyonuna katılan bir onbaşı şunları anlatıyordu:
“Ertuğrul götürüldükten sonra, devlet görevlileri, işte, savcı, hükümet tabibi geldiler, keşif yapıp tutanak tuttular, gazeteciler dolmuştu zaten köye. Sonra ölenleri arabalara bindirip götürürken bir traktör sahibi traktörüm arızalı, deyip götüremem cevabını verdi, ama bal gibi biliyorduk doğru söylemediğini ve cenazeleri taşımak istemediğini. Çünkü bütün köylüler çok üzgün görünüyorlardı. Yani köylünün içinden gelmedi cenazeleri taşımak, herkes şoktaydı. Sonra bir kağnıyla taşındı cenazeler. Ben de cenazeler giderken kağnıdaydım. Afyonlu bir onbaşı Mahir Çayan’ın bileğindeki saati, kasaturasını çıkarıp, kordonunu keserek aldı. Biz işte yav yapma günahtır, ölünün bileğinden saat böyle alınır mı? dedik ama morgda zaten birileri alacaktır, deyip Mahir Çayan’ın saatini cebine koydu. Yolda da birkaç defa köylülerden mola verdiğimizde cenazelerden bir şeyler arayıp alıp gidenler oldu. Açıkçası ölü soyuculuğuydu yaptıkları. Biz de şaşkındık, cenazeler gözümüzün önünde, hayatımızda böyle bir şey yaşamamışız. Şimdi hatırladım bak; operasyondan sonra eve girdiğimizde biz böyle bir cephane ve büyük silahlarla dolu bir manzarayla karşılaşacağımızı zannettik ama oradaki silahlara bakınca öyle aman aman bir silah yoktu evde. Olanı da toplayıp tutanağa geçirip götürdüler.
Tekrar gözleri doluyor, ‘Sen de onlardansın anladım, bu kadar sene sonra bu işin peşine düşüp yazmaktan ne menfaatin olabilir ki?’ Çok büyük menfaatim var diyorum, insan olmanın erdemini, devrimcilerin yüceliğini, gelecek nesillere aktaracağım…”
Bjeduğ vicdani iz sürmelerine devam ediyor.
“Niksar’dan sonra ‘istikamet Şavak mezarlığı, Sebahattin’in muhtemelen kimse uğramadığı için epey virane haldeki mezarını bulacağız, bu düşünce ve heyacanla mezarlığa giriyoruz. Ağaçlık, yemyeşil bir alan, yaklaşık 3-4 dönümlük bir yer. Dolaşmaya başlıyoruz ama ne parsel ne de bir mezar numarası var. Aileye çekilen telgrafta zikredilen 157 no gibi levha, iz, işaret yok. Galiba zaten hiç olmamış…
Bunun üzerine mezarlığın bulunduğu mahallenin üst tepelerindeki evlerin olduğu yere çıktık. 80 yaşlarında birine sorduk, hatırladığını söyledi, o olaydan sonra cenazesi alınmayan birinin ölüsünü aşağıya sabah vakti gömdüler ama akşam üstü geri çıkarıp bir yerlere götürdükleri söylendi ama neresi olduğunu bilmiyoruz.”
Bütün araştırmalara rağmen bulunamayan Sebahattin Kurt’un mezarının da yoklar hanesine kaldırıldığı kesindir.
Bjeduğ yoğun bir saha çalışması yapmış.
Kızıldere’den sonra, Diyarbakır zindanlarında yaşanan vahşetin içinden de çıktığımı sanıyordum. Ama öyle olmadı. Bu kez, Mehmet Ali Eser’in iki ciltlik romanıyla tüyler ürperten bir başka vahşetin kapısından içeri girdim.
Öncelikle söylenmesi gereken şey şudur: Bu kitaplar hayatımızın orta yerinde duran karanlıklarla buluşturuyor bizi.
Okuduğum iki kitabı kapattıktan sonra, kısa bir araştırma turuna çıkıyorum.
Mehmet Ali Eser henüz çocuk sayılabilecek yaşlarında kenar mahallelerde, inşaatlarda, oralarda, buralarda çalışırken, kendini devrimci hareket içinde bulmuş. Dokuz kez gözaltına alınmış. Dile kolay; toplam on iki yıl hapis yatmış.
İçinde yer aldığı hareketle ilgili gözlemlerde bulunmuş. Bir sıra neferi olarak yer aldığı mücadele ile ilgili tanıklığını, “Yaşananlar suya yazılmamalı” diyerek kaleme almış. Yaşadığı ağır işkenceleri, zindan hayatını, şehirlerde, dağlarda süren mücadeleyi yazıya dökmüş. Bildiğim kadarıyla, ortaya dört adet kitap çıkarmış.
Burada öne çıkan belirgin bir durum var. M. Ali Eser kitaplarını konforlu bir ortamda oturup öylesine ‘kurgulayarak’ yazmıyor. İçeriden gördüklerini, yaşadıklarını bavula doldurup kapağını kapamıyor. Biriktirdiklerini iliklerinde hissederek, akıcı-yalın ve belgesel bir dille sunuyor okuyucuya. Böylece, olaylara “içeriden bakış” sunan bir okuma deneyimi yaşatıyor bize. Okuru, karakterlerin ruh hallerinin ve olay örgüsünün kıyısında, köşesinde dolaştırmıyor, içinden görmek, yaşamak gibi tuhaf ve yürek burkan hislerle sarsıyor.
Murat Bjeduğ’un iki anlatısı arasında gidip geldiğim gibi, Mehmet Ali Eser’in anı romanları arasında da kendimce köprüler kurarak gidip geldim. Bu kitaplarda anlatılanlar ilerideki tarih çalışmalarına, film senaryolarına, yakın tarih romanlarına da konu olabilir. Bu anlamıyla tarihe düşülmüş bir not olarak önemsenmelidir.
Eser, kitaplarını lafı dolandırıp cilalamadan, boğuntuya getirmeden belki biraz da hınzırca ve içinden geldiği gibi naif, sade bir dille yazıyor.
Kendince teorik münakaşalar başlatıyor, sözlerini daldan-budaktan esirgemeden sarsıcı eleştiriler yapıyor. Buralardan dersler çıkarıp-çıkarmamak tamamen okuyucunun sorunu. Fakat bu tartışmalar çürüyüp dağılan bu dünyanın sorunlarını eşelemeye çabaladığından ayrıca makbuldür.
Türkiye- Kürdistan devrimci hareketinin uzak yakın tarihi derli toplu yazıldı mı, bilemiyorum.
Bölük pörçük TKP tarihi vs dışında başka eserler varsa da ben görmedim. Gördüğümüz şey, onlarca “anı-belgesel” kitabın ortalıkta gezindiğidir. Bu kitaplar üzerinden üniversite tezleri yazılacağına ve tarihsel kazıların yapılacağına inanıyorum.
Eduardo Galeano Latin Amerika’nın yanlızca akla gelecek bir yazarı değil; aynı zamanda o coğrafyanın belleğidir de.
“Ben, hatırlatma takıntılı biriyim….” diyen yazar, Latin Amerika insanlarının mücadelelerini yazıp tarihe notlar düşmüş, bizlere de “Unutma, hatırla,” diye seslenmiştir.
Anadolu’nun zengin topraklarında kendi belleğiyle konuşacak yeni bir neslin var olduğuna inanarak buradan geçiyorum.
Eser’in her iki kitabında tanınmış, toplumca kabül görüp öne çıkmışmış kahramanların arasında dolaşmıyorsunuz. Sıradan insanların canhıraş direnerek kahramanlaşmasıyla karşılaşıyorsunuz.
Cemal Ağa’yı tanıdıkça, içten içe onun kendine has diline, sohbetine, dik duruşuna da ısınıyorsunuz. Kötü Hızır’ın göstermelik sempatik dilinin altında ne tür mukallitliklerin yattığını hissedip ondan uzaklaşmaya çabalıyorsunuz.
Eser’in esas derdi, dağları mesken tutan devrimcilerin eksikliklerini, hatalarını, zayıflıklarını, güçlü yanlarını anlatmaktır. Sayfaları çevirdikçe acılara, kahırlara gark olurken, zaman zaman da göğsünüz kabarıyor.
Kitapların ağırlığı konusunda elbette yazılacaki söylenecek çok şey var.
Fakat burada sadece en acı, en sarsıcı bir bölümü kısaltarak aktarmak zorunda hissediyorum kendimi.
“Yüzbaşı Dersim’e geldiği günden beri sayısız ‘toplu dayak töreni’ yaptırmış, operasyona gittiği tüm köylerde kadın erkek demeden dokuz-on yaşla, yetmiş- seksen yaş arası hemen herkese ağır işkenceler uygulamıştı…
‘Evet mermiyi hedefe düşürmek için Behzat şarttır.’ Haince sırıttı… Araçların çalışır halde beklediği yere kadar Hüseyin, Behzat, yüzbaşı ve asteğmen on beş kişilik bir manga ile birbirlerine yüzer metre uzaklıkta oluşturulan askerden bir koridor içinde yürüdüler. Yüzbaşı her zaman yaptığının tersini yaparak, kendisinin makam aracı olan cipe ilk kez asteğmeni bindirmişti. Kendisi Behzat ve abisinin bindirildiği reonun şöför mahalline yerleşti. İzmirli asteğmen, bu değişikliği yüzbaşının bir gerilla pususuna karşı kendini güvenceye almak için yaptığını biliyordu. İçinden yüzbaşıya bir küfür savurdu. Bu değişikliğin hiç olmazsa Behzat’ın alınmasının nedenine dair bir ipucu verebileceğine inansaydı belki ağzını böyle bozmazdı. Çünkü Behzat’ın bu durumda, onun yem edildiğini düşüneceğinden emindi. Ve bu onu rahatlatacaktı. Ancak Behzat’ın bu dikkat çekici ‘makam’ çelişkisini görmediğini bildiğinden ve az sonra neler olup biteceğini de az çok tahmin ettiğinden bir küfür daha savurmuştu.
…
‘Mazgirt’te on yedi yaşındaki bir kızı işkencede öldürüp pencereden aşağı attılar, sonra da ‘intihar etti’ dediler. O da ‘Partizan’cıydı. Ovacık’ta onlarca insan işkenceden yatalak oldu. Sidik yerine kan işeyenler var, kan! Sen bunlara dayanır mısın? Bu kirvalar niye böyle gevşek davranıyor?’ deyip azarlamıştı. Ama Behzat, üçüncü kar düştüğünde, yani Kasım ayında, kendisinin de gerillalarla birlikte ilkbahara kadar barınağa gireceğini söylememiş, sadece gülmüştü.
…
İçinde bulunduğu cemse durunca, düşüncelerini sıkıntı verici durumdan kurtarmıştı. Askerler hızla araçtan aşağıya atlıyordu. Etrafına bakındı. Arazi epeyce aşina olduğu bir yerdi. Yüz metre ilerisinde orman vardı…
‘Bil bakalım Behzat, buraya niye geldik?’
‘Bilmiyorum, getiren sizsiniz’ dedi, ‘ben nereden bileyim?’ diye ekledi…
Askerler yüzbaşının talimatlarına uygun davranmıştı. Behzat’ı yığdıkları yerden kaldırarak dizüstü çöker hale getirdiler. Askerlerden biri ‘böyle kalacaksın lan!’ diyerek durumu netleştirdi kendince…
Yüzbaşı yaslandığı meşe ağacının belli bir noktasını göstererek, ‘Toplanan kuru odunları şuraya yığacaksınız. Düzenli, üst üste ve geniş koyun. Yanınca duman yapmasın.’
‘Gerçi, dumansız ateşin nasıl yanacağını Behzat daha iyi bilir ya… Ama neyse, Behzat’ı yormayalım bu işte. Bizim de bu inceliği öğrenmemiz gerekir’ dedi.
Behzat’tan bir tepki gelmeyince laf atmayı soruya dönüştürdü:
‘Sen hiç yılan ızgarası yedin mi Behzat?’
‘Hayır’ dedi Behzat.
‘Kurbağa pirzolası ya da salyangoz közlemesi?’
‘Hayır yemedim.’
‘O zaman sen kaplumbağa tandır da yapmamışsındır?’
…
‘Olabilir, aç kalacak kadar evden uzak düşürmemişler seni’ dedi yüzbaşı, Behzat’ın cevap vermediğini görünce.
‘Tabi yılan, kurbağa ve salyangozla beslenen kimseleri görmedim de diyemezsin, değil mi?’
‘Hayır, görmedim.’
‘Ooo, sen de hiçbir şey görmemişsin Behzat. Hem akıllı, hem cahil olur mu insan?’
…
‘Peki, öyleyse sana bileceğin bir soru soruyorum, sınıfta kalmana yüreğim dayanamaz’ dedi. Şakağını kaşıdı. Bir süre düşündükten sonra: ‘Bana, dünyanın düzenini değiştirmek için tüfekle gezen, keskin gözlü insanları tarif et öyleyse, saçlarının rengini, yaş durumlarını vesaire.’
‘Öyle birilerini görmedim ki tarif edeyim’ dedi güler gibi yaparak, ‘tüfekli olarak bir sizi görüyorum’ diye ekledi.
…
‘Asteğmen, saatine bak!’ dedi sertçe. Başını göğe kaldırıp güneşi aradı. Güneş gözünü alınca hızla başını indirip, gözlerini ovaladı. Yeniden asteğmene döndü.
‘Ben tam bin dokuz yüz otuz sekiz saniye yatacağım, İzmirli’ dedi.
‘Bin dokuz yüz otuz sekiz saniyede beni kaldıracaksın! Tam bin dokuz yüz otuz sekiz saniyede’ diyerek cümleyi vurguladı yeniden.
‘Bu sayıya bir tane daha eklemek gerekiyor çünkü. Bin dokuz yüz otuz dokuz!’
Yanı başına konan votka şişesini su içer gibi lıkırdatarak boğazına boşaltmaya başladı. Hiç nefeslenmeden yarılamıştı…
‘Şimdi yatıyorum, tam şimdi yatıyorum, İzmir’li’ dedi. ’Saati tam şimdi tutmaya başla’ diyerek sırt üstü uzanıp gözlerini kapattı.
…
‘Tam 1938 saniye komutanım, uyanın!’
‘Hımm,’ dedi duyulacak şekilde. Behzat’ın abisine Hüseyin’e göz attı. Hüseyin ellerini önden birbirine kavuşturmuş, oturduğu yerden yüzbaşıyı izliyordu. Yüzbaşı her ikisini de yeni görüyormuş gibi dikkatli dikkatli inceledi. Sonra olağan bir tavırla asteğmene döndü.
‘Bunu şuradaki ağaca bağlayın.’ dedi, eliyle işaret ettiği yer, toplanan kuru odunların, altına öbek şeklinde üst üste yığıldığı büyük bir ağacın tam karşısındaki on-on iki yıllık bir meşeydi. Aralarındaki mesafe on beş metre kadardı…
Toplanan odunları işaret ederek, ‘Şunu yakın’ dedi.
…
Asteğmene döndü, ‘kaldır bunu, İzmirli’ dedi.
Asteğmen eğilip sağ kolundan tuttu Behzat’ın. Dizleri üstüne kaldırdıktan sonra her iki koltuğunun altına ellerini sokarak var gücüyle ayağa kaldırdı. Bırakıp geri çekilmesiyle Behzat’ın ‘küt’ diye diz üstü yere çakılması bir oldu. Derin bir inilti çıkarıp sol tarafa devrildi yeniden.
…
Yüzbaşı acele ediyordu sanki.
‘Soyun bunu!’ dedi sertçe. ‘Üstündeki elbiseleri çıkarın, sadece külotu kalsın!’
…
Behzat artık netleşmişti. Yüzbaşının, kendisinin gerillalarla olan ilişkisini bildiğinden emindi.
…
‘Benim bildiğim bir şey yok. Ne barınak bilirim, ne gerilla!’
‘Gerilla ha! Gerilla!’ dedi imalı imalı. Katil suratlı astsubaya dönerek: ‘Sokun bunu ateşe, önce ayaklarını’ dedi.
…
Behzat’ın çığlıkları dağı taşı inletmeye başladı. Aynı anda abisi de çığlık çığlığa bağırıyordu:
‘Way way way bao, apo nu çhı zulmo!’ Behzat! Behzat!… Behzat!’
Askerlerden biri, şiddetli bir dipçik darbesiyle çenesinbe vurup ‘çat!’ sesi beyninin orta yerinde ikinci patlamayı yapana kadar Hüseyin çığlıklarını gözü kapalı sürdürmüştü. Behzat’ı görmek istemiyordu çünkü.
‘Zırıltıyı kesmezsen sen de ateştesin orosbu çocuğu!’
Katil suratlı astsubaydı vuran.
İstese de bağıramıyordu artık Hüseyin. Çenesi kırılmış, dipçiğin değdiği yerden de kan akıyordu. Ama yüreğiyle, çırpınışıyla, beyniyle çığlık atmaya devam ediyordu. Güvercin inlemesi gibi bir ses çıkarıyordu.
…
Yüzbaşı ucu korlaşmış kasaturayı Behzat’ın ağzına sokuyordu… Olanı biteni görmemek için yeniden gözlerini kapattı. Bir daha bakmamaya karar vermişti.
‘Abi ben bir şey konuşmayacağım, sen de hiçbir şey konuşma. Sıkı dur!’. Var gücüyle ve yine Zazaca bağırmıştı. Bu Hüseyin’i allak bullak etmişti. Kardeşinin olağanüstü direnci ve inandığı değerlere ölümüne bağlılığı daha şimdiden onun gözünde görkemli bir anıt ve sonraları dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılacak bir destana dönmüştü.
‘Bıra, bıra ez tere mıron bıra!’
‘Ellerini sokun’ diyen yüzbaşının sesine yeniden Behzat’ın çığlıkları eşlik etti. Ortalığı korkunç, keskin bir yanık et kokusu sarmıştı.
…
Ateş kavuruyor, Behzat kavruluyordu. Ateş yandıkça tükeniyor, Behzat kavruldukça yüceliyordu.
…
‘Bunu ormanın içine götürün. Taşaklarını kırın. Dilini kesin. Sonra getirin!’ dedi yüzbaşı. Gözleri buz, yüzü mermerdi sanki.
…
Katil suratlı astsubay yüzbaşının dediğini yerine getirmişti. Fazla uzağa gitmeden Behzat’ın ağzına askerlerden birinin kepini tıkıştırdı. İki askere bacaklarını açtırırken, dört askere de ‘gövdesini sıkı tutun’ talimatını vermişti. Çevresine bakınarak, el büyüklüğünde iki uygun taşı aldı. Düz yüzeyli olanı Behzat’ın hayalarının altına tutup, diğeriyle ceviz kırar gibi var gücüyle yukarıdan hayalarına vurdu. Behzat yay gibi gerildi. Penisinden fışkıran kan, katil suratlı subayın yüzünü kızıla kesti. Bu onu iyice çileden çıkarmıştı. Bir daha, bir daha vurdu… Sonra ağzına tıktığı kepi çıkararak sol eline doladı. Behzat’ın avaz avaz, ağzı açık bağırmasından faydalanarak dilini kavrayıp dışarı çekti. Ateşin sıcağını alan kasatura kınından çıkarılırken kızılımsı bir ışık saçmıştı… Behzat artık bağıramıyordu.
Kan revan içinde yüzbaşının karşısına getirildi.
…
‘Kaç!’ dedi yüzbaşı.
‘Kaçsana lan! Kaç kurtul!’
‘Kaçamaz komutanım,’ diyebildi İzmirli, ağlamaklı bir sesle. ‘Artık ne kaçabilir, ne konuşabilir. Gücü yok.’’
‘Barınağın yerini saklarken gücü var ama!’ dedi yüzbaşı asteğmeni alaya alan bir sesle.
‘Birisi arkadan itsin, biri de ateş etsin!’
…
‘Terörist kaçıyor komutanım !’
‘Tak! Tak! Tak!’… Tüfek patlaması dağları boydan boya yırtmıştı.
……
Bir grup asker ormandan çıkarak, dışarıda bekleyen konvoya yönelmişti. İlk grup daha araçlara varmadan, ikinci bir grup daha çıktı. Önlerinde ağır ağır yürüyen sivilin sırtındaki yük Behzat’ın cesediydi… Behzat çıplak ve kanlar içinde abisinin sırtındaydı. Ayakları bez bir bebeğin ayakları gibi sallanıyordu…”
Kaç Dağın Arasında Kalmıştı Kış.
Olduğum yerde donarak kalmıştım. İnsanın yüzünü göremediği bir cehennemin ortasında sanıyordum kendimi.
Vahşice öldürülen bir kardeş, kan revan içindeki abisi Hüseyin’in sırtında evine gönderiliyordu.
Evde 1938’i yaşamış baba Firik dede vardı.
Firik dede kanlar içindeki oğlunun cesediyle karşılaşıyordu.
Bu onun için ikinci bir 1938 sayılırdı.
Ve o bir daha hiç konuşmadı… Sakalını hiç kesmedi. Üç telli cura’sına sığınıp hiçbir kelam etmedi.
Firik dedenin yaşamını 1915 kırımından sonra akıl sağlığını yitirip 18 yıl hiç konuşmadan Paris’te, sanatoryumda yaşamını yitiren ünlü müzikolog Gomidas Vartabed’in yaşamına benzetebiliriz.
Katil, “Kulaksız Yüzbaşı” olarak bilinen, yıllar sonra Bursa’da öldürülünce daha yakından tanınan Aytekin İçmez’di.
‘Kulaksız yüzbaşı Diyarbakır Zindanı’nın ünlü komutanı Esat Oktay Yıldıran’a ne kadar çok benziyor,’ diyecektim. Aklıma Yaşar Kemal’in ‘Ölmez Otun’daki ‘Ağrı Dağı İsyanında Kürtlere ölümlerden ölüm beğendiren Salih Paşa geldi. Paşa, ‘Emekli olup Çekmeceye yerleşip balıkçılıkla uğraşacağım. Bu işler bana göre değil,’ dedikten sonra 1938’de Dersim katliamında önemli roller oynayan Salih Omurtak’tan başkası değildi.
Düşünüp durdum. Bunlar nasıl bir eğitimden, nasıl bir tezgahtan geçiriliyorlardı?
Bunları bu kadar vicdansız kılan ne olabilirdi acaba?
Ne yazık ki yüzyıldır eksilmeden çoğalıyorlardı…
Sanki bugünküler çok mu farklı?
Yıkılan kentler, havaya uçurulan bedenler, sokak ortalarında bekletilen ölüler…
Ne korkunç olaylara şahit olduk!
Kafka, ‘Dava’nın sonuna doğru, ‘Bu utanç benden daha uzun ömürlü olacak’ derken ne kadar da haklıydı.
Ağır bir karanlığın içerisinden geçiyoruz. Büyük bir çürümenin orta yerinde tanrı arayıcılarıyla birlikte yürüyoruz.
12 Mart, 12 Eylül’lerden daha beter zamanlar içerisindeyiz.
12 Mart, 12 Eylül gelip geçti.
Deniz, Mahir, İbrahim, Erdal Eren, Behzat Firik’ler hatıralarda saklanırken, zalimlerden hatıralarda kalan var mı?
Bunlar da gelip, bunlar da geçecek.
Sanat, tarihe bakıp bilinen yoluna devam ederek, yaşanan bu zulümlerden devasa eserler çıkaracaktır ortaya.
İşte o zaman herkes susacak, sanat konuşacak.
Sacco ile Vanzetti filmi, tiyatrosu, operası gibi, Behzat Firik’in, Taybet Ana’nın filmlerini seyredip operalarını, aryalarını dinleyeceğiz.
Okuduğumuz bu kitaplar hiç kuşkusuz büyük sanat eserlerine kaynaklık edecek.
Tarihe tanıklık eden bu kitapların hepsi önemli, hepsi kıymetlidir…
Murat Bjeduğ’a, Azad Sağnıç, H. Hayri Aslan ve Mehmet Ali Eser’e bu kitaplarla bizleri buluşturdukları için ayrı ayrı teşekkür etmemiz gerekiyor.
Büyük zorluklar yaşayan yayıncılara da saygılar sunmalıyız…