Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Hikmet Acun Yazdı: Bir Çağın Muhteşem Çöküşü; Belirsizlikler, Yıkımlar, Sıçramalar Ve Devrimler

Ayrıca görünen o ki toplumsal karmaşa, her zaman açık bir politik karakter taşımayabilir. Daha çetrefil ve ezber bozan sosyal hareket biçimleriyle karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü çağın boşluğunu oluşturan güçler, toplumları çıkışsızlık ve geleceksizlik duygusuna itebilir. Tam da böyle bir dönemdeyiz. Buharı müzeye kaldırıp, elektrikle doğumunu gerçekleştiren bu çağ, bu çağa dair gerçek olmuş ne varsa onu ardında bırakıp, bir kısmını kırıp dökerek, bir kısmından radikal biçimde koparak buluşmak istediği dönemle buluşmak istiyor. Bir dönem kapanırken, onun algılar dünyası da kapanır. Bir dönem kapanırken, o dönemin insanı da tarihte kalır. Silinmemek için gelmekte olanı anlamak zorundayız. Yetmez, onun içinde olabilecek gelişkinlikte örgütlere sahip olmak zorundayız. Çünkü tarih, henüz kapitalizmin yok olduğundan söz etmemiştir

S. Kubrick’in 1968’de çektiği “2001: Bir Uzay Destanı” filminin açılış sahnesinde (İnsanın Şafağı’nda) maymunlar kemiklerden yaptıkları silahlarla birbirlerini boğazlarlar. Son sekansta maymun elindeki kemiği gökyüzüne fırlatır. Bir sonraki sekansta gökten bir taş blok iner ve maymunlar merakla taşı anlamaya çalışır. Bu denli etkileyici sahnenin anlamı şudur; bir gün ne olduğunu anlama becerileri geliştirdiğinde kendini uzaya bakarak anlayacaksın. Maymunun fırlattığı kemik, simgesel olarak bir uzay aracıdır.

Intel kurucularından Gordon Moore, 1965 yılında yayınladığı makalede bilgisayarlarda tümleşik devre sistemlerine yerleştirilen transistör sayısının her on sekiz ayda bir iki katına çıkacağı ve bunun, aynı ölçüde bilgisayarların işlem kapasitelerinde artışlara neden olacağını iddia etmişti. Bu öngörü önemli ölçüde doğru çıktı. Moore’un bu öngörüsü sonraki yıllarda elektronik pazarında “Moore yasası” olarak anılacaktı ve İntel, AMD gibi işlemci mimarileri geliştiren şirketler, Moore yasasını baz alarak AR-GE çalışmalarını yürütecekti. Bugün basit bir saatin üzerindeki işlemcinin kapasitesi Sovyetler Birliği’nin 1966 yılında Ay’a gönderdiği Luna 9 roketini yöneten işlemcilerin kapasitesinin binlerce kat üstünde işlem yapabilme kabiliyetine sahiptir. Elbette durum bununla sınırlı değil; kullanıcı elektroniğinde üretim maliyetlerindeki muazzam düşüş, yaygın üretim, hatta bugün neredeyse atölye üretimine yayılmış devre setleri üretimin yaygınlığı, elektronik pazarına muazzam kar olanakları sağlamaktadır. Bugün kullanıcı elektroniği pazarında Apple dahil bütün tedarikçiler yılda iki kez ürün gamlarını değiştirmektedir. Yani Moore’un on sekiz ay dediği, bugün altı aya düşmüş durumda. Öyle ki bu hızlı esen rüzgarı arkasına alan Apple, Samsung, IBM, Intel gibi tekellerin piyasa manipülasyonlarıyla elektronik pazarı ‘kullan, at’ ürünler tarafından ele geçirilmiş durumdadır. Tümleşik devre setleri elektroniğinin bir tasarım sorunu olması, yalnızca işleviyle sınırlı değil, iyi tasarlanmış, “albenisi’ olan ürünlerin tasarımı içinde olanaklar demektir. Son 30 yılın ürünlerinin tasarımlarına bakıldığında; gelişme, plastiği, alüminyumu, camı, metali de bir tasarıma kavuşturmuştur. Ergonomi, renk yönetimi gibi kavramlar öncül kavramlar haline gelmiştir.

Ancak söz konusu elektronik devre setlerinin maharetleri olunca durum bunlardan öte, dünyaya yön veren, kendini icat ederken yeni yaşam biçimlerini de icat eden; üretimin yapısını değiştirirken, üretici güçlerin anlamını değiştiren ve klasik sosyal bilim kavramlarını tarihten silinmesinin sınırına getiren bir çağın ruhundan söz ediyoruz demektir. Öyle görünüyor ki, programlanabilir devre setlerindeki gelişmeler, dünyanın mevcut nizamı içinde mümkün olmuş işbölümünü önemli ölçüde çözecek; doktoru teknisyen, muhasebeciyi gece bekçisi, öğretmeni boşta gezer, gazeteciyi kahve falcısı, ekonomisti mahallenin meczubu yapacak! Artık bugünün saygın mesleklerinin yerini,  işlerini daha kusursuz yerine getiren virtüel robotlar, yapay zeka sahibi yazılımlar alacak. Bundan kuşku yok! Ancak yine de bir sorun var; buharın icadı, su çarklarıyla çalışan makinelerin sonuydu. Elektriğin icadı, buharlı makineleri müzeye kaldırdı. Elektroniğin icadı, elektriği henüz tarihte bir “hoşluk” haline getirmediyse de anlamını değiştirdi. Bunu yaparken de kendini de bir soruna dönüştürdü. Bugün ikili sistem olarak işlem yapan ve elektrik sinyallerinin sınırlarıyla mümkün olan transistör tabanlı bilgisayarların sınırlarına geldik. Artık işlemcilerin hızlarından söz edilirken, “hız aşırma” hilesiyle ürün pazarlayan şirketlerle karşı karşıyayız. Intel, AMD gibi işlemci ve mainboard üreten şirketler bu hilelerini tüketici elektroniği pazarında bir süre daha götürebiliriler, ancak endüstriyel elektronik pazarı için bu mümkün değil. Kaldı ki, işlemci saat hızıyla, teraflop olarak hesap işleme hızı aynı değildir… Yazılım dillerindeki şaşırtıcı gelişmenin, çeşitliliğin, yaygınlığın ve esnekliğin, mevcut bilgisayar elektroniğinin sınırlarını oldukça fazla zorladığı aşikar. Çok değil bundan yirmi yıl evvel 5.25’lik disketlere sığan işletim sistemleri bugün 2 ile 6 GB arasında bir volüme sahip… Artık klasik anlamda elektriğe dayalı olmayan moleküler bilgisayarlar  çok yakında hayatımıza girecek. Bunun başka bir nedeni de, elektroniğin açtığı çığıra artık cevap verememesi. Giderek artan karmaşık ve oldukça büyük hesaplamaların altından kalkamaması, çoklu emir komutlarına olanak vermemesi vb… Yani elektroniğin, elektrikten çıkış çağının başlatıcısı olarak müzelerde yerini alması uzun sürmeyecek ve çoklu işlemleri ışık hızıyla yapabilecek, veriyi katı bir çipte değil, bilgisayarın her yerinde tutabilecek bilgisayarlar gerçekliğimize dönüşecek. Bit, Kilobit, MB, GB, TB, Mhz gibi kavramlar tarihe karışacak. Bunların yerini Kübit diye bir kavram alacak. Yani bir anlamda her evde “Schrödinger’in kedisi” olacak… Elbette yazılım dillerinin mimarileri de sil baştan değişecek. Ha keza ‘yazılım anlayışı’ da öyle.

Bu gelişme, son otuz yılın endüstriyel kavramlarını değiştirdiği kadar, gündelik hayatımızı inşa eden ilişkilerin anlamını ve biçimini de değiştirecek gibi. Akıllı bilgisayarımız tarafından üretilmiş, ‘artırılmış sanal gerçeklik’ bir bilgisayar kompozisyonundan öte, bizim gerçekliğimizin bir parçası haline gelebilir. Bu her şeyden önce ‘varlık’ sorusunun anlam değiştirmesi demektir. Varlığın, sosyal ilişkiler silsilesinin, metanın, şeylerin anlamının yalnızca mevcutta değil, ‘olabilecek’, her daim ‘olabilecek’ içinde üretilmesi hayatın yalnızca kurumsallığını ve kamusallığını değil, bireyselliğini de yeniden üretiminin nerede başlayıp, biteceğinin ucu açık hale gelmesi demektir. Bu da insan ilişkilerinin anlamının ve niteliğinin değişmesi demektir. Bugün dünyada kapitalist üretim mekanizmasına başka anlamlar da katarak gelmekte olanı ciddiye almamız gerekiyor. Çünkü elimizdeki telefon, sosyal medyada iştigal ettiğimizden çok daha fazlasının habercisi…

Çöküşün muhteşemliği

Tarihin radikal bir seyri vardır. Tarih yerine yenisini koymak istediği her şeyi yalnızca eskitmez, onu yıkar da. Bunun için tarih zamanı gelmiş hiçbir şeye engel olmaz, tersine yeniyle bir seyre hazır hale gelir. Elbette yeni olan, eskinin içinden çıkar, ancak yine tarihten biliyoruz ki, kopuş her daim dramatik ve yıkıcı olur. Tarihin tek bir rakibi vardır; devrimler! Eğer devrimler tarihten önce davranabilirse, tarihin yerini alır. Tarihten önce davranamazsa tarih, devrimlerin seyrini ve biçimini değiştirir. Yani devrimler tarihin oyalamasına dönüşür, tarih devrimlerin adına konuşur. Yeryüzü alemini Newton mekaniğinden Kuantuma götüren tarihti. Kuantumun içinden sıyrılıp gelen optik, elektromanyetik, foton; su kuvvetinin yerini alalı epey zaman geçti. Buharı insanın yaşam gerçekliğine dönüştüren de silen de aynı tarihti. Bunları yaparken kuşaklardan kuşaklara hayatın anlamını değiştiren, eski sınıfların yerine yeni sınıfları koyan da aynı tarihti.

Buharın icadı olmasaydı kapitalizm olmazdı. Elektriğin icadı olmasaydı, Marx da olmazdı. Yeni sınıflar ve yeni üretim ilişkileri olmazdı. Servet birikimi bu denli olmazdı. Bilimsel gelişmenin seyri yalnızca teknolojiye, üretim araçlarına biçim vermemiştir; üretim ilişkilerine, yaşam biçimlerine ve bunları mümkün kılacak toplumsal modellere de biçim vermiştir. Bir yüzyıl sonraki kuşakların bizim kavramlarımızla dünyayı anlayacağını kim iddia edebilir ki.   

Rojava’da yaralılarımız için biyonik kol ve bacak üretimi üzerine birkaç ay süren bir araştırma yapmıştım. Bu konuda çalışan değişik şirketlerle ve akademisyenlerle yazışmalarımız olmuştu. Biyonik uzuv yapma konusunda ulaşılan başarıya şaşmamak elde değildi. Artık sensörlerin yerini suni sinirler, insan derisinin aynı işlevini yerine getiren nanoçiplerle üretilmiş kumaşlar, oldukça küçük ama muhteşem dinamik özelliklere sahip motorlar, dahası insan bacağının 1368 farklı hareketini bire bir simüle edebilen yazılımlar ve doğrudan insan sinirlerinden gelen sinyalleri kusursuz okuyabilen yeniden programlanmış işlemcileri gördüm. Dahası oldukça hafif, aşınmaz, esnek malzemelerden yapılmış bacak ve kol iskeletleri gördüm. Öyle görünüyor ki, bir on yıla kalmaz iş kazalarında, savaşlarda ya da trafik kazalarında uzvunu kaybedenler için “sakatlık” diye bir sorun olmayacak. Gözlüksüz üç boyutlu olarak izlenebilecek televizyonlar bu yıl sonunda çıkmış olacak.

Google’ın geliştirdiği gözlüklerden oldukça gelişmiş lensler yolda. Birkaç yıla göz sorunları yaşayanlar için, gözlükler de müzelerde yerini alacak. Dijital kağıt oldukça hızlı hayatımıza girecek. 2022 yılından sonra kullanılacak mobil telefonlar yalnızca dijital kağıttan ibaret olacak. Hologram, dile en çok pelesenk edilen kavramların başında gelecek. Nesnelerin interneti arabadan, buzdolabına kadar hepsinin birbiriyle konuşmasını sağlayacak. Birkaç yıla, internet ağ yapısı “world wide web” mimarisi olmaktan çıkacak, internete girmeyeceğiz, her daim internetin içinde olacağız. Üretim araçları mekaniğindeki baş döndürücü gelişmeler söz konusu; örgü makinelerinden, metal hadde makinelerine, kalıp enjeksiyonlarından, üç boyutlu yazıcılara, hastalık teşhisinde kullanılan sofistike aletlere, kendi elektriğini üreten otomobillere, otonom sürüş yeteneğine sahip ağır yük araçlarına kadar hızlı değişimin içinde yolumuzu arıyoruz. Ekranlarda çözünürlük ve renk skalası diye bir ölçümlemenin geride ve ilkel kaldığı günlere gidiyoruz. Vektör ekranlara yani ”neyse o” olanı gösteren ekranlara, fotoğraf makinelerine, video kameralarına, görebileceğimiz “dünyanın renkleri”ni gösteren aletler dünyasına gidiyoruz. Bütün bunları aşırı yoksullaşma, işsizlik, savaşlar, etnik boğazlaşmalar, yükselen faşist hareketler dalgasının tepe noktasına tırmandığı bir zaman aralığında yaşıyoruz. Üretim teknolojilerindeki dramatik değişiklikler henüz emek sömürüsünü tartışma konusu yaptırmıyor ancak anlamını değiştiriyor; arttırılmış verimli sömürü! Kapitalist üretim emeğin niteliğini gelişmelere uygun biçimde değişime zorluyor ve daha nitelikli, üretim anın ihtiyacına göre düzenlenmiş emek süreçleri inşa ediyor. Öyle ki bu gelişme emeği de klasik tartışma kavramları konusu olmaktan çıkartıyor; emek stabil bir konum olmaktan öte üretime bağlı durmaksızın yeniden inşa edilen ve tanıma muhtaç hale gelen karmaşık süreçleri oluşturuyor. Mühendis emeği ile makine bakımcısının emeği yer değiştiriyor. Emek hiyerarşisi durmaksızın bozuma uğruyor, yeni emek hibrit biçimler alıyor. Bu da sömürünün pervasız biçimler almasını getiriyor. Nasıl ki bir zamanlar elektriğin icadı, kapitalist sermayenin, emperyalist sermayeye ulaşmasını sağlamışsa, aynı durum elektronik çağında daha da uç  biçimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır; hiper burjuvazi, hiper sermaye! Ancak bu hiperleşmenin geleceğine tarihte emperyalist sermayenin yayılması kadar iyimser bakılmamalı. Çünkü gelişme burjuvazi açısından da handikaplarla dolu! Siber bir kapitalizmde, “burjuvazinin çılgın ataklığı ve rekabetin neşesi” üretim doygunluğun hızlı biçimde ortaya çıkmasına neden olacaktır.

Burjuvazi geleceği fethe çıkarken, kendi büyüsünün güçlerini kontrol edemez hale gelebilir. Dahası var; üretimdeki hafiflik ve yüksek verimlilik sermayenin kontrolü noktasında sorunları deşecektir. Dahası dananın kuyruğu sermayenin yeniden üretimine geldiğinde kopacaktır. Akıllı makinelerle ve verimli emek sömürüsüyle bu kadar devasa üretim ve düşük maliyet, akıl almaz sermaye birikimi demektir. Ancak bu durum sermayenin yeniden üretiminin de tıkanması demektir. Burjuvazi eldeki aşırı yoğunlaşmış birikimle uzayı sömürmeye yönelebilir. Sermayeyi buralarda yeniden üretime sokmaya yeltenebilir, ancak uzayın sömürüsü, başka gezegenlerin fethi, değerli madenlere ulaşmak o kadar kolay değil. En azından bu on yıllar içinde kolay değil. Başka bir handikap ise bilimde, teknolojide, üretim ve toplumsal üretim araçlarındaki gelişmenin büyüsü aldatıcı olabilir. En azından böylesi yüksek ve sıra dışı yaşam biçimlerini hayatımıza sokacak olan gelişmeler, “Moore yasası”na uygun devam ederse, hatta daha da kısa ataklarla sıçramalara neden olursa, bunalımlar çağına hoş geldiniz!

İnsan, tarihinin hiçbir döneminde görmediği ve kendini içinde bulmadığı bu denli anlık ataklara ve hızlı gelişmelere tanık olmadı. Son elli yılda ortaya çıkan icatların hızına ve yarattığı sonuçlara bakıldığında, gelecek on yılların ne gibi altüst edici gelişmeleri hayata dayatabileceğini tahmin etmek zor değildir. Burada temel açmazlardan biri de şudur; elektronik aletler dünyasında kitle yalnızca tüketicidir. Bugün olduğu gibi kullanmaya çalıştığı her nesne onun zihninde bir fenomenden ibarettir. Ve ne olursa olsun “ölü bir nesne”dir. Ancak gelişme bu ilişkinin kökten değişeceğine işaret ediyor. Çünkü akıllı nesneler, “ölü nesne”ler olmayacaktır. Ve bizimle kurduğu ilişkide ”ölü ilişki” olmayacaktır. İnsanlar arası canlı ilişkilerin daha sofistike olanı, nesnelerle kurulan ilişkide daha karmaşık biçimler alacak.

Nesne bugünkü anlamını yitirecek. İnsan zihninin bugüne kadar kurduğu ve tanımladığı “canlı” olma dramatik olarak yıkıma uğrayacak. Böylesi bir canlı ilişkide insan zihninin ve insanın gündelik zihni faaliyetlerinin, dünyaya dair kurduğu anlamların, kendini anlama faaliyetlerinin nasıl dramatik sonuçlar üreteceği oldukça büyük soru işareti. Bu kadar değil; varlık bilimin, özne-nesne ilişkisinin, sosyal bilimlerin yeni kavramlarına ulaşıncaya kadar, epey söküme uğrayacağı aşikar. Aynı durum psikiyatri ve psikoloji için de geçerli. Artık önümüzde duran düğmesine basıp açtığınız ve kapattığınız bir bilgisayarınız olmayacak, elinizde bir telefonunuz olmayacak; sizinle “ne haber adamım” diye konuşan duvar kağıdınız, elbiseniz, bisikletiniz, buzdolabınız olacak. Mideniz ağrıdığında virtüel doktorunuz evinizin duvarından çıkıp gelecek ve size teşhiste bulunacak. Dahası var; bu alemde yaşamak istiyorsanız, bu alemin kurallarını öğrenmek zorunda kalacaksınız. Mesela duvar kağıdınızın yapay zekasını programlamayı bilmek gibi. Burada yazılanlar fantastik bir kurgu olsaydı, yazarın hayal gücüne verilebilirdi. Ancak Moore yasasına göre bu yazılanlar, 2050’ler kapıya dayandığında hayata girmiş olacak. GPT3 yapay zekanın şimdiden, şiir, edebi metinler, köşe yazıları yazdığı düşünüldüğünde GPT4 ve 5’in neler yapabileceğini kestirmek mümkün… Siz, siz olun kapanmakta olan bir dönemin muhteşem çöküşüne hazırlanın!

Ancak bu denli hızlı ve dramatik değişimler karşısında hazin bir durumla da karşı karşıyayız. Bizim solumuz “strateji, taktik, program” gibi kavramları çok sever. Bunları amentü halinde dolaşıma sokar. Program diye iddia etiği metinleri kendisi için bir yol kılavuzu olsun diye yazmaz, diğerlerinden ”farkı” ispat için dolaşıma sokar. Faşizm tahlilini ve tespitini yıllara uzanan tartışma konusu yapar; ancak hayat akıp gider. Hayata konumlanmayı kendisi için sorun etmez, konumlanmayı, kapitalizmin ve devletin mevcut nizamı içinde bir dolaşım sorunu olarak görür, gösteri toplumunun vecibelerinin yerine getirilmesi olarak pratiklerini icra eder. Soru şu; üretim ve tüketim teknolojilerinde bu denli hızlı ve anlık gelişmeler yaşanırken; sınıf, emek, sömürü giderek eski anlamını yitirirken dünyaya nasıl bakacağız ve dünyayı nasıl anlayacağız. Bunları mümkün kılacak görme biçimlerini nasıl inşa edeceğiz. Dahası bu denli gelişmiş üretici güçler karşısında “dışarıdan pas bekleyip gol atma” avuntusuyla nerelere sürükleneceğiz. Bu denli gelişmiş üretici güçlerin dışında ve gerisinde kalıp, bütün bu güçlere nasıl hükmedeceğiz.

Bu sorulara “ama”sız cevabı olanlar varsa bunu kamuoyu ile paylaşmalı ve programlarına yazmalı. Sorunumuz yalnızca devletle baş etmek olsaydı, toplumsal gelişmeleri başka bir gramerle okumak mümkündü, ancak baş etmek zorunda olduğumuz yalnızca devlet değil, yalnızca kapitalizm değil, bunları durmaksızın mümkün kılan üretim ve değişim teknolojilerindeki gelişmeler. Bunların bilimsel öncülleri. Ve bütün bunların insan faaliyetleri olması… Geleceğin devrimciliği hamasi bir ajitasyon konusu değildir. Onu mümkün kılabilecek dinamikleri üretebilme yetilerinin geliştirme meselesidir. Elindeki cep telefonunun nasıl çalıştığını bilmeyen, fizik yasası gereği, parmağı ile dokunduğu telefon ekranına asla dokunmadığını ve dokunamayacağını bilmeyen kadrodan ve yöneticiden mürekkep bir örgünün fonksiyonel olarak, varlığından söz etmek mümkün değildir. Bugünün dünyasının tüketicisi olmaktan öte fonksiyonel donanımlara sahip olmayan bir örgütün, kadronun geleceğe uzanabileceği oldukça şaibelidir. Yakın gelecekte bizi nasıl bir devrimcilik bekleyebilir sorusunu sormayanların, olguculuğu baş tacı ederek, “somut durum” kutsayıcılığı ile mevcudun hükümranlığını yeniden üretmenin dışında çöküşe düşmekten öte bir yollarının olmadığını anlamaları gerekir. Devrime bir gelecek lazım sorusu olmayanlar, ancak devrimden geriye kalanlar olarak tarihte anılır.

Bir yüzyıl değil ama bir dönem kapanıyor, bir çağdan başka bir çağa geçişin kaotik eşiğinde yaşanması mümkün olan her türlü yıkımla karşı karşıya olduğumuz aşikar. Bu geçiş dönemi aynı zamanda toplumların içine düşebileceği büyük boşluklarla gelen bir geçiş dönemi. Kapitalizmin sonuna gelmediğimiz bir geçiş dönemi ve bunun öncülü hala burjuvazi! Öyle görünüyor ki, kaos bu dönemin açıklayanıdır. Politik aktörler farklı temsiliyete ve söylemlere sahip olsa da, durmaksızın birbirinden ödünç aldığı argümanlarla siyasal alanı biçimlendirmeye çalışıyor. Tayyip, başkalarını faşist diye suçlayabiliyor, Almanya’da Naziler Covid-19 protestolarında solun argümanlarını kullanıyor. Bu durumun işaret etiği ve bizi uyardığı parametreler var. Covid-19 salgınıyla sol, “evde kal” terennümü ederken, sağcılar sokağa çıktı. Bu durum yalnızca bir politik pozisyon sorunu değildir; yer değiştirmedir. Ve konumlanmaya dair bir tercihtir. Bir körleşmedir. Oysa kadın hareketlerinden, çevre hareketlerine, sınıf hareketlerinden, dünyanın yaygın mültecileşmesi sorununa kadar farklı gerilim alanlarından oluşan, fakat ortak bir siyasal pozisyon meydana getiren bu gelişmeleri doğru bir siyasal politikaya bükecek devrimci güce ve akla ihtiyaç var.

Ayrıca görünen o ki toplumsal karmaşa, her zaman açık bir politik karakter taşımayabilir. Daha çetrefil ve ezber bozan sosyal hareket biçimleriyle karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü çağın boşluğunu oluşturan güçler, toplumları çıkışsızlık ve geleceksizlik duygusuna itebilir. Tam da böyle bir dönemdeyiz. Buharı müzeye kaldırıp, elektrikle doğumunu gerçekleştiren bu çağ, bu çağa dair gerçek olmuş ne varsa onu ardında bırakıp, bir kısmını kırıp dökerek, bir kısmından radikal biçimde koparak buluşmak istediği dönemle buluşmak istiyor. Bir dönem kapanırken, onun algılar dünyası da kapanır. Bir dönem kapanırken, o dönemin insanı da tarihte kalır. Silinmemek için gelmekte olanı anlamak zorundayız. Yetmez, onun içinde olabilecek gelişkinlikte örgütlere sahip olmak zorundayız. Çünkü tarih, henüz kapitalizmin yok olduğundan söz etmemiştir.

Dünyanın anlamı sandığımızın ötesinde

Biz Marksistler ideolojik tutuculuğumuz icabı, bizim doğrularımıza seslenmeyen önermeleri, modelleri ya da gelişmeleri ya görmezden geliriz ya da komplo teorileri içinde bakarız. Ya da kendi “ciddiyetimizin” içine almayız. Ancak gerçek dünyanın bizim zihnimizde kurduğumuz dünyayla aynı olduğu oldukça kuşkulu. Dünya durmadan hareket halinde olan bir yer ve bu yer bizi de döndürüyor. Pek çok insanın elinin altında nasıl çalıştığını bilmediği internet, son otuz yılımızda hayatımızı altüst etmiş, alışkanlıklarımızı değiştirmiş olan bilgisayar, MR, tomografi, mesajlaşma sistemleri, canlı yayın yazılımları, sosyal medya yazılımlarını mümkün kılan mühendislik, akıllı ilaçlar, DNA’nın haritalanabilir olması, askeri teknolojiler, akıllı kameralar, GPS, uzayın simüle edilebilir hale gelmesi, optik, mikro dalga, yapay sinir, yapay deri, yapay iskelet… bunların hemen hepsi fiziğin mahareti olarak ortaya çıktı ve bu dünyaya ait. Biz bu dünyada sonuçlarından asla kaçamayacağımız hareket halinin içindeyiz.

S. Kubrick 1968 yılında Arthur C. Clarke‘ın hikayesinden senaryolaştırdığı “2001: Bir Uzay Destanı” filmini geleceğe ağıt olsun diye çekmemiş olabilir. Ancak filmin yarı maymun atalardan gelip, uzaya hükmetmeye çalışan insanın hikayesinde; filme konu olan gelecek örgüsü oldukça dramatik ve gerçekçi. S. Kubrick dünyanın seğirmeye çalıştığı gidişatı anlamış olmalı ki, 1968 gibi  erken dönemde fütüristik bir film çekmeyi göze almış. Okuyucu izlemediyse S. Kubrick’in bu filmini mutlaka izlemeli ve bu yazının konuşmaya çalıştığı derde bir daha bakmalı.

1964 yılında Sovyet astronom Nikolay Kardeşev evrende canlı yaşamı ölçekleyerek üçe ayıran bir teori öne sürer. Bu teori fizikçiler arasında Kardeşev ölçeği olarak bilinir. Aslında bu ölçekleme bir teori değildir, bir model oluşturma girişimidir. Kardeşev ölçeği şöyle bir modelleme öne sürer;  evrende bizim dışımızda sayıları milyonlarla, milyarlarla ifade edilebilecek yaşam formları varsa bunlar nasıl olabilirler? Bunu anlayabilmek için bir uygarlık tipi belirler; bir uygarlığın gelişmişliğini enerji ve teknoloji parametreleriyle tanımlar. Burada enerjinin nasıl kullanıldığından çok, nasıl elde edildiği önemlidir.

Tip 0 uygarlıklar (yani dünyalılar ve muadilleri) henüz kendi enerji kaynaklarının tamamını kullanacabilecek teknolojiye sahip değildir. (burada kastedilen, fosil yakıtlar, kimyasal yakıtlar, elektrik değildir; gezegenin potansiyel enerjisinin kullanımıdır.)

Tip 1 uygarlıklar; gezegenlerinin enerjisinin tamamını kontrol edebilen uygarlıklar. Bu da depremlerin, volkanik olayların, hava durumlarının, jeolojik olayların, doğanın tamamıyla kontrol edebilebilir ve sürdürlebilir olması demektir. * (Teknoloji seviyesi günümüzde dünya’da ≈4×1019 erg/saniye (4 × 1012 Watt) enerji tüketimi ile elde edilen seviyeye yakın. A. Lemarchand bunu ” 1016 ve 1017 Watt arasında, dünya’nın güneş ışınlarına maruz kalmasına eşdeğer bir enerji kapasitesi ile çağdaş dünyasal uygarlığa yakın bir seviyede.” olarak ifade ediyor.) 

Teorik fizikçi Michio Kaku, önümüzdeki 100 yıl içinde insanlığın kapitalizmi arkasında bırakıp, kendi kaderini belirleyebileceğini öne sürüyor. Kaku’ya göre ya yok olacağız ya da Tip 1 uygarlığına geçmeyi başarabileceğiz. Çünkü uygarlık model çalışmalarında ki hipotezlere göre; evrende pek çok uygarlık Tip 1‘e geçemeden kendini yok ettiği yönünde.

Tip 2 uygarlıklar; kendi güneşinden ve güneş sistemi içinde bulunan gezegenlerdeki enerjiyi kontrol edebilen, üst seviyede kullanabilen uygarlıklar. *(Yani “≈4×1033 erg/saniye enerji tüketimi ile kendi yıldızından yayılan enerjiden yararlanma yeteneğine sahip bir uygarlık.” Örnek olarak, Dyson küresininbaşarılı  inşaat aşaması. Lemarchand bunu “Yıldızından çıkan tüm radyasyonu kullanabilen ve yönlendirebilen bir uygarlık” olarak ifade ediyor.)

Tip 3 uygarlıklar; Galaksi üzerinde tam kontrolü sağlamış uygarlıklar. Bu tip uygarlıklar, galaksi içerisinde bulunan sayısız sistemi kontrol altına almış uygarlıklar. Galaksinin tüm yıldızlarını tam kapasiteyle kullanabilmenin yanı sıra gezegenlerin yerini değiştirme, teknoloji kabiliyetine sahip uygarlıklar. * (“≈4×1044 erg/saniye enerji tüketimi ile kendi gökadası ölçeğinde bir enerjiye hâkim olan bir uygarlık.”Lemarchand bunu “Yaklaşık 4×1044 erg/saniye ile tüm Samanyolu gökadasının parlaklığı ile karşılaştırılabilir bir güce erişen uygarlık.” olarak ifade ediyor.)

Burada yazılanlar teorik fiziğin popüler meşgalesi ve fantastik sayıklamaları değil, evren modellemelerinde kullanılan skalalarla elde edilen muhtemel sonuçlar. Buradaki hipotezlerin benzerlerini bilim kurgu filmlerinin uzay maceralarında izlemeyen yoktur. Ancak gelecek gibi oldukça spekülatif konunun; bilim kurgu filmlerin konusu olması, onun bir kısmının gerçek olmayacağı anlamına gelmiyor. Öyleyse bir nazire olarak şunu söylemek mümkün; eğer devrimlerden söz ediyorsanız, elinizde kapitalizmin yığdıklarına alternatif bir gelecek modeliniz olmak zorunda. Burada zikredilen cümlenin vasat solculuk kalıbına uymadığı aşikar. Ancak dünya ile gerçekten sorunu olanlar için mevcut görme biçimlerinde radikal değişiklikler yapması için önemli kerterizler söz konusu.

Geleceğin devrimi mi devrimin geleceği mi?

Marx burjuva ile bir sınıf olarak burjuvaziyi birbirinden ayırır. Kapitalizm burjuvanın ‘hür teşebbüsçülüğü’nün dinamik sonuçlarıdır ve durmaksızın kendini üretmekle mükelleftir. Sermayenin ataklığı; burjuvanın radikalliğidir. Onun bir özne olarak kendini inşa etme girişimidir. Bu demektir ki, burjuvazi bir sınıf olarak var olmaz, o durmaksızın inşa edilir. Bir sınıfın, sınıf olabilmesi için devindirici güçlere sahip olması gerekir. Yani durmaksızın hareket halinde olması gerekir. Maddenin hareket yasası vardır ama hareketin yasası yoktur. Hareket, teşebbüstür.

Dünya verili güçlerin sınırlılığından çıkıp, kendi güçlerini inşa etmek üzere kendine gelecek arıyor; açlık, sınıf savaşımları, sömürü, ulus sorunları, modernlik, bunalımlar ve altından kalkması oldukça zor görünen çevre felaketleri ve ekolojik yapının giderek bozulmalara uğraması gibi yıkıcı sorunlarla kapitalizm altında başa çıkmaya çalışıyor. Bir yandan hızlı ve keskin ataklarla önüne aldığı bilimsel ve teknolojik gelişme, bir yandan içinden çıkmakta zorlandığı uygarlık halinin nevrotik hali. İnsanlığın yaşadığı bu gerilim devrim meselesinin köpükten okunmasını da bir kenara atıyor. Devrime dair kurulan her cümlenin yalnızca eylenebilir olmasını değil, belli düzeyde geleceği açıklayabilir olmasını da zorunlu kılıyor. Konu kapitalizmi sömürü ile açıklamakla sınırlı olsaydı, kapitalizm insanlığa bir gelecek ilahiyatı sunmuyor olsaydı; bu işi belki vasat solculukla çözebilir, çağı, hayatı ve geleceği kalıplara koyup açıklayabilirdik. Mesele kalıbımızın ne kadar tutarlılığı olacağı değildi, mesele kapitalizmin bir vasatlık içinde açıklanabilir durumda olması olurdu. Ancak mesele ve hakikat ilişkisinin böyle bir açıklamaya elverişli huyu söz konusu değil. Çünkü devrimden söz edenlerin büyük kısmı kapitalist dünyanın illüzyonunun ötesini görebilecek yetilere sahip değil. Bu yüzden solda siyasetçiliğin yaygın meslek haline gelmiş olmasına şaşmamak gerekir. Çünkü elinde olduğunu varsaydığı siyasetçi kavramlarının onun dünyayı anlamaya yeterli olduğuna inanan komik ama trajik insan manzaralarıyla kuşatılmış durumdayız ve komünistler için bu durum oldukça girift soruna dönüşmüş durumda.

Bunu aşmanın tek bir yolu var; vasatlık alanıyla yaptığımız konuşmanın dilini değiştirmek! Siyaset alanının sorunlarını, dünyanın sorunları içinde konuşma beceri ve yetilerini geliştirmek. Vasatın komünistleri teslim almaya çalıştığı kavramların dışına çıkmak. Devrimin geleceğini liberal tuzağa düşmeden, yeni bir ara yüz arayışına düşmeden, devrimi bir görsel soruna dönüştürmeden, akış diyalektiğinin sırrına vakıf olma girişimi olarak işlemek zorundayız. Çünkü içinden geçtiğimiz bunalım ve arayış dönemi devrimin geleceği nedir sorusunu yakıcı hale getiriyor.

Geleceğin devrimi meselesi ise oldukça tartışmalı ve fütüristik sorun olmanın ötesinde, burjuvaziyle yapacağımız konuşmaların içeriğini oluşturuyor. Bu yüzden geleceğin devrimini tarihin komünistlerin defterine yazdığına inanmak gibi bir sığlıktan, zeka aşınmasından uzak durmak gerekiyor. Burjuvazi tarihin gördüğü, göreceği en devrimci sınıf olduğunu iddia ediyor ve buna burjuvanın bir radikal özne olarak inşasını delil olarak gösteriyor. Son yıllarda geleceğin burjuva prototipi olarak peydahlanan Elon Musk gibi bir fenomenin ortalıkta fellik fellik dolaşmasını iyiye alamet olarak yormamalı. Elon Musk’ın fütüristik oyuncaklara merakını, dünyanın dışına konuşmasını, elindeki sermayeyi “maceralı işlere” akıtmasını onun hercailiği olarak görmemeli. Bunu burjuvanın gözükara teşebbüscülüğü ile de sınırlı görmemeli. Burjuvanın geleceğe konumlanma arayışı olarak görmeli, kısa gelecekte sermaye birikim hareketlerinin nerelere yönelebileceğine dair ipuçları olarak görmeli. Bunları görürken, görünenler karşısında komünist olmanın anlamını; zihin ve eylem ilişkisi içinde kendini bir soruna dönüştürme becerilerini geliştirme içinde bir anlam kurma teşebbüsü olarak görmeli. Komünizm teşebbüs edilen değildir, tarihe teşebbüs edendir. Gelecek yarışında dünyaya kimlerin ve hangi toplumsal ilişkilerin yön vereceği ise, bir boşluk sorusu olmanın ötesinde bugünün güçlerinin içindeki bir sorundur.

Moore yasası işlemeye devam ediyor. Artık klasik bilgisayarlar dönemi kapanıyor. Nesne, anlam ve temsil değiştiriyor. Nesnelerin hareket biçimleri, “canlı” kavramını değiştiriyor. Nesnelerin oluşturduğu sanal gerçeklik, klasik gerçeklik nedir sorusunu boşa düşürüyor. Gerçeklik bir fark etme sorunuysa, nesneler bunları yapmanın çok ötesinde becerilerle geliyor. Ve devrim, bunların içinde kendine bir gelecek arıyor. Devrimi vasatın, replika siyasetçi öznesinin elinden almanın zamanı geldi, geçiyor bile…

Bu makale ilk olarak Komün Dergi’de yayınlanmıştır.



Ekim 2024
PSÇPCCP
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler