Emperyalist-kapitalist sistemin 20. yüzyılın son çeyreğinde içerisine düştüğü tarihsel krize karşı yanıtı olarak şekillenen neoliberalizm, insanlığın çehresini değiştirdi. Tarih sahnesine “monetarizm” olarak giren bu “yanıt”, emekçi sınıfların, ezilenlerin durduğu yerden bakıldığında “sermayenin insanlığa karşı genel saldırısı” olarak tanımlanabilir. Bu saldırının “bir bütün olarak insani varoluşu sermayeye dayalı üretime içerme” amacı, insanların ihtiyaç duydukları bütün “kullanım değerlerinin” metalaştırılması, ayrımsız, bir tekini dahi dışta bırakmaksızın bütün insanların “meta üreticisi” haline getirilmesi ve proleterleştirilmesinde somutlaştı.
Bu stratejik saldırının en önemli bileşenlerinden ve sonuçlarından birini toplumsal yaşamın dijitalleştirilmesi oluşturdu. Pratik bir süreç olarak dijitalleştirmeyi, üretici güçlerin gelişmesine ön ayak olan nötr bir “bilimsel-teknolojik ilerleme” olarak ele almanın doğru olmadığı, zamanla ortaya çıktı. Her şeyden önce dijital teknoloji, “üretim araçlarına” uygulanmadan otuz yıl önce, nükleer silahların geliştirilmesi sürecinde ortaya çıkmış eski bir teknolojiydi. Bu teknolojinin üretimin maddi temelinin örgütlenmesinde öne çıkışı ve nihayetinde bütün yaşamımıza egemen hale gelmesinin başlangıcı ise 1970’li yılların sonlarına, sermayenin bu yıllarda sıkışmış olduğu yerden çıkabilmek için işçi sınıfına ve tüm insanlığa karşı başlattığı “genel saldırı”ya tarihlenebilir.
Dijital teknolojiler, örgütlü işçi sınıfını, yerkürenin bütününe yayılan bir proleterleştirme hareketiyle kuşatmak üzere bu yeni proletarya üzerine kurulan esnek üretim ağlarını inşa etme ve ortaya çıkarılan bu muazzam büyüklükteki proleter kitlesini doyurmak, giydirmek, barındırmak, yaşatmak, eğitmek, çalıştırmak, düzen içinde tutmak vb. için gereken/gerekli hale gelen tüm kullanım değerlerini meta olarak üretme ve dolaşıma sokma ihtiyacına karşılık verdiler.
Bugüne kadar yaklaşık 2 milyar insanın proleterleştiği, 2 milyar proleterin yeniden proleterleştiği, dünya tarihinin en büyük, en geniş çaplı ve yerkürenin tümünü içine alan biricik proleterleştirme hareketinin içerisindeyiz. Proleterleştirmenin nüfus bakımından sınırlarına neredeyse varıldı. İşçi sınıfının küresel ölçekteki bu genişlemesine, toplumsal üretimin genel kompozisyonunda, üretim sürecinin örgütlenme biçiminde, dolayısıyla insanlar arasındaki bağımlılık, sömürü ve egemenlik ilişkilerinde, emek-sermaye çatışmasının niceliksel bir genişlemesiyle sınırlı kalmayan değişiklikler eşlik etti.
Bu değişikliklerin başında, dünya nüfusunun kentleşme oranının tersine dönmesi geliyor. Artık insanlığın %55’i şehirlerde, %45’i kırlarda yaşıyor. Bu oranlar, Afrika ihmal edildiğinde %60’a %40’ı buluyor. 40 yıl öncesinde, 1980’de %40’a %60’tı.
İkinci büyük değişim dünyanın çalışan nüfusunun sektörel dağılımında yaşanıyor. Sanayii işçilerinin önderliğinde yeni bir tarihsel işçi hareketinin belirdiği 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başında, dünyanın çalışan nüfusunun tarım, sanayii ve hizmetlerdeki dağılımını temsil eden piramit, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde tam olarak tersine döndü. Artık toplumsal üretimin en geniş sektörünü “hizmetler sektörü” oluşturuyor; endüstriyel üretim, kırsal üretimin büyük bir bölümünü de içine aldı ve “kırsal ekonomi”nin ürünlerini çalışan nüfusun %25’i üretiyor.
Üçüncü büyük gelişme, sibernetik teknolojiler temelinde koordine edilmiş üretim ve dolaşım sistemlerinde organize olan bir “küresel emek piyasası”nın ortaya çıkmasıdır.
Dördüncü büyük değişim, metaların değerlerini referanse eden toplam toplumsal emeğin ücretli emek dışı bileşenlerinde yaşanıyor. Toplam toplumsal emekte, daha önce, kölecilik, sömürge talanı, sanayi-tarım makası üzerinden sağlanan “genişleme”, bugünün dünyasında, ev içi işin metalaşması, üretketici çalışma, “kendini-sömüren proleterler”in emeği, kölelik benzeri (göçmen, öğrenci ve mahkûm) emeğe dayanan üretimler, yasadışı “mal”ların kitlesel üretimi vb. ile sağlanıyor.
Beşinci büyük değişim, finansallaşmanın dolaşım zamanını birçok meta açısından ortadan kaldırması ve prekarize edilmiş emeğin üretime, ağa bağlı tedarik zincirleri üzerinden seferber edilmesiyle ortaya çıkan aşırı hızlandırılmış, borçlandırılmış ve atomize edilmiş emekçi hayatıdır.
Altıncı büyük değişim, çalışabilir nüfusun proleterleşmesi nedeniyle, kullanım değerlerinin tamamının meta üretiminin konusu haline gelmesi ve giderek kullanım değerlerinin üretiminin endüstrileşmesidir. Kullanım değerlerinin üretiminin endüstrileşmesi, kullanım değerlerinin içeriğinin işçi sınıfı mücadelesinden bağımsızlaşması, sermayenin gereksinimlerine tabi hale gelmesi, insanlığın kültürel gelişmesinin kâr odaklı çarpılması, gerçek “refahın”, yani geliştirici serbest zamanın çoğalmasının yerini güdümlenmiş hazların meta bağımlı tatmininin almasına neden olmaktadır.
Yedinci büyük değişim, üretim zamanı ile yeniden üretim zamanı arasındaki ayrımın belirsizleşmesi, meta üretiminin insanın gündelik yaşamının bütün sekanslarına katmanlı bir biçimde yayılmasıdır. Prekarizasyon ile “mesai” parçalanmış ve düzensizleşmiş, üretketici çalışma, mesai ve mesai sonrasını kapsayacak biçimde yaşamı işgal etmiştir. COVID-19 salgını ile evden/uzaktan çalışmanın geniş ölçekli yayılması, bu olguda tam bir sıçramaya neden olmuştur.
Sekizinci büyük değişim, işçi sınıfı ile (sermaye sınıfına dahil olmayan) diğer toplumsal sınıflar arasındaki farklılıkların, sermaye tarafından, ağa bağımlı tedarik zincirleri üzerinden yapılandırılan küresel işçi sınıfı kompozisyonunun içine taşınmasıdır. Nüfusun proleterleştirilmesi, nüfus farklılaşmalarının (ırk, etnisite, toplumsal cinsiyet, eğitim seviyesi vb.) işçi sınıfı içerisine, sermayenin empoze ettiği hiyerarşik ilişkilerle, gündelik çıkar karşıtlaştırmalarıyla taşındığı süreçlerde gerçekleşmektedir.
Dokuzuncu büyük değişiklik, “küresel emek piyasası”nın ortaya çıkışı ile, temel bileşenini “işsiz işçiler”in oluşturduğu “yedek emek ordusu”nun yerini, “küresel artık nüfus” ya da “artık insanlık” da diyebileceğimiz, kayıtdışı, geçimlik, ücretsiz çalışarak hayatta kalan 2,4 milyarlık prekar-proleter denizinin almış olmasıdır. Küresel proleterleşme sürecinin, “küresel emek piyasası”na tabi kılınması, bu artık nüfusun, küresel işgücünü sermaye lehine kuşatacak bir biçimde yönetilebilmesine bağlıdır. Sibernetik teknolojiler temelinde örgütlenen ağa bağlı tedarik zincirleri bu ihtiyacı karşılamaktadır. Küresel proleterleşme sürecinin bu yönetim biçimi, daha önceki “yerel” nitelikli proleterleşme süreçlerinden farklı olarak, süreci yeni işçi kuşaklarının güvenceli istihdamına doğru değil, prekarizasyonun işçi sınıfının güvenceli, vasıflı ya da eğitimli “çekirdek” kümelerine de yayılması yönünde ilerletmektedir.
Onuncu büyük değişiklik, metalaştırmanın genelleşmesiyle gündeme gelmektedir. İnsani evren, duygulanımların, “sahip” olunması imkânsız görünen doğal kaynakların (hava, su, güneş, kar, rüzgâr), bilginin, inancın, dostluğun, insan hayatında ne varsa kendilerinin ve nesnelerinin metalaştığı bir “metalar evreni”ne dönüşüyor. Meta fetişizmi bu “mükemmeliyete” erişirken, üretimin ve yeniden üretimin bütün girdi ve çıktıları dijitalleşiyor. Barkod sistemiyle başlayan dijitalleştirme, nesnelerin interneti ve insani etkinliğin “big data” halinde, bulutlarda toplanması, işlenmesi, geniş bantlarla taşınan komutlara dönüştürülmesi temeli üzerinde işleyen ve sermayenin belirlediği algoritmalarla çalışan yapay zekâları, şimdilik “akıllı şehirler”de ama giderek tüm ekonomik yönetim ve politik karar süreçlerinde “genel zekâ” veya “toplumsal beyin”in yerine geçmeye aday haline getiriyor.
Bu değişiklikler bugünün işçi sınıfı mücadelesini “durmuş-oturmuş” bir işçi sınıfı/sermaye karşıtlığı üzerinden kavrayabilmemizi olanaksız hale getiriyor. Bugünün işçi sınıfı mücadeleleri küresel bir proleterleşme ve yeniden proleterleşme sürecinin belirlediği bir “işçi sınıfı ortamı” içerisinde gelişiyor. Bu ortamı işçi sınıfını sermaye karşısında bağımsız bir sınıf haline getirecek şekilde dönüştürecek mücadelelerin içeriklerini ve biçimlerini, pratik içerisinde kavramamız gerekiyor. Kazanılmış ekonomik ve politik hakları korumaya odaklı ücret ve hak mücadelelerinden yola çıkarak işçi sınıfının bütününü kucaklayan bir “ilerleyici süreç”in 40 yıldır yaratılamamış olmasında, işçi sınıfının geleneksel sendikal/siyasal araçlarının bu yeni ortamı kavramaktaki yeteneksizliğinin payı büyük. Dünyanın dört bir yanındaki ve Türkiye’deki işçilerin ve ezilen toplumsal kesimlerin mücadeleleri, ilerlemeleri ve gerilemeleriyle, genişlemeleri ve tıkanmalarıyla artık oldukça geniş bir deneyim havuzu oluşturuyor. Belki de en doğrusu, soruna bakış açımızı değiştirmemizdir: Toplumun, ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan (ve hepsi de küresel proleterleştirme sürecinin yerel, somut bir “parçası” olan) “grupları”nın toplum içindeki durumlarını ve konumlarını iyileştiren/güçlendiren mücadelelerine odaklanmak ve bu mücadeleleri işçi sınıfının bu yeni gerçekliğiyle ilişkisi içinde yeniden kavramak.
Bu makale ilk olarak Sendika Org’da yayınlanmıştır.