“Bugünkü politik anı anlamak için yazılacak her yazının, söylenecek her sözün başında yapılması gereken tespit şudur: Türkiye devletinin kurumsal çekirdeği tarihinin en büyük krizini yaşıyor; olan biten her şeyin nedeni ve açıklayıcısı bu krizdir. Türkiye devletinin kurumsal çekirdeği kontrgerilladır. Kontrgerillanın düzenleyiciliğindeki bu devletin biçimi ‘sömürge tipi faşizmdir’. Dolayısıyla yaşanmakta olan kriz, sömürge tipi faşizmin krizidir.”[1]
Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. 2. Abdülhamid’in Jurnal teşkilatından başlatırsak 140 yıllık kontrgerilla düzenini, “bir tripod, bir kamera” ve daha da iyisi, bunların önüne kurulan kokainman bir mafya şebeği titretiyor.
İki haftadır hapsolduğumuz ev ve iş arasındaki sürgün hayatımıza renk getiren “devletin mafya kanadındaki atışma”nın devletin her tarafından ses getirmesi ilk bakışta bir tuhaflık gibi görünüyor. Oysa ortada tuhaf değil, açıklanabilir bir durum var. Üstelik açıklandığında, içinde yaşadığımız siyasi sürecin doğasını ortaya koyan bir olayla karşı karşıyayız.[2]
Önce karşı karşıya olduğumuz olayın ne olmadığını belirleyelim. Olay devletle, sermayeyle, siyasetle, ticaretle karışık-kuruşuk ilişkileri olan, sistem dışına çıkarılmış bir mafya liderinin, kendisine verilen “rehabilitasyon” sözlerinin yerine getirilmemesi üzerine çıkarttığı bir “rezalet”ten ibaret değil. Tabii ki rezalet diz boyu, hatta boğazı geçiyor ama “olay” bu değil.
Türkiye devletinin kurumsal çekirdeği olan kontrgerillanın onarılması ve devletin kurumsal yaşamına egemen hale getirilmesi sürecine ait bir olayla karşı karşıyayız. Devletin kurumsal çekirdeğinin onarılması, “devlet hayatında” sıradan bir şey değil, Türkiye faşizminin “bekası” için yaşamsal bir anlamı var. “Olay” ise bu sürecin öyle “Reis otoritesi”ni, Bahçeli hezeyanları ve düzen içi muhalefet mıymıntılığı ile yan yana getirdiğinde tıkır tıkır işlemeyeceğini ve bir süredir sarpa sarmakta olduğunu gösteriyor.
Türkiye devletinin otoriter mirası üzerine emperyalizm ve oligarşinin inşa ettiği politik-askeri işgal aygıtının merkezinde yer alan kontrgerilla, devletin yasayla sınırlanmamış “ayaklanmayı bastırma” aygıtıdır. Bu aygıt, “asi/devrimci” unsuru, terör, provokasyon, çarpıtma, karşı istihbarat gibi “gayrinizami (kuraldışı, ‘kirli’) savaş” yöntemleri ile etkisiz hale getirmek üzere devletin zor aygıtlarının merkezine yerleştirilmiştir ve “yasal baskı sistemi”nin de düzenleyici aklını oluşturur. Kontrgerilla, süreç içinde devletin zor aygıtının en etkili ideolojik-politik yön vericisi haline gelmiştir. Pratik olarak kontrgerillanın temel yapılanması TSK’nin NATO ordusu haline getirilmesi sürecinde oluşturulmuşsa da TSK ile sınırlı, emir-komuta zinciri içinde yer alan bir “daire” değildir; devletin resmi ve gayri resmi bütün zor örgütlenmesi aygıtına yayılan emperyalizm güdümlü bir ağ yapısındadır. “Sivil” kadrosunun oluşumunda adi suçlulardan, sivil faşist çetelerden ve dinci bağnaz cemaatlerden yararlanır ve operasyonlarının finansmanının önemli bir bölümünü “yeraltı ekonomisi”nden sağlar.
Türkiye’de kontrgerilla sisteminin yetkinleştirilmesi sürecinin önemli bir boyutunu, yeraltı ekonomisinin organizasyonunu yapan suç şebekelerinin kontrgerilla sistemine içerilmesi çalışmaları oluşturmuştur. Kontrgerillanın bu “çalışmaları”, kontrgerilla güdümlü ırkçı ve dinci faşist çetelerin “resmiyetin” himayesi altında yeraltı ekonomisinin merkezine oturmasını sağlamıştır. 1980 öncesinde silah, uyuşturucu kaçakçılığı, kumar, yasa dışı tahsilat ağlarına nüfuz eden kontrgerilla, Kürtlere karşı savaş içerisinde bu ağları tam olarak tekeli altına almış, ihale mafyası, kara para aklama, saadet zinciri vb. sistemlerini de içine alacak şekilde genişletmiş, kontrgerillanın resmi unsurunun, önce Özel Harekât ve JİTEM daha sonra ÖKK, JÖH ve PÖH unsurlarının da içinde yer aldığı uluslararası çapta bir “kara ekonomi”nin “patronu” haline gelmiştir. Uzun bir süredir Türkiye mafyası kontrgerilla sisteminin organik bir parçasıdır, “yeraltı ekonomisi” kontrgerillanın denetimi altında “gelişen” bir sektör durumundadır.
15 Temmuz sonrası kontrgerillanın onarım süreci ve Peker
AKP-Gülen çatışması kontrgerilla sisteminin iktidar merkezindeki bir çatışma olarak gelişmiş ve 15 Temmuz’da açık silahlı çatışmaya dönüşerek Sömürge Faşizminin krizini niteliksel bir aşamaya getirmiştir.[3] Devlet mekanizmasında ortaya çıkan tahribat, devletin emperyalizmin politik ve askeri gizli işgalinin ve oligarşinin mutlak egemenliğinin aracı olma işlevinde belirgin bir kararsızlığa yol açmıştır. AKP-MHP koalisyonu, (17-25 Aralık’tan itibaren iktidar merkezinde kümelenmeye başlayan) eski kontrgerilla merkezinin kalıntıları (“Ergenekon” paşalarının çeşitli kümeleri, Ağar grubu) ile bazı tarikatları da içine alan bir “geniş koalisyon”un merkezine yerleşmiş ve bu “kararsızlığı” ortadan kaldıracak bir onarımın tek alternatifi olarak kendisini dayatmıştır. “Başkancı” rejim, oluşan bu kırk yamalı kontrgerilla bohçasının bir arada tutulabilmesinin en uygun modeli olarak dayatılmış ve emperyalizme ve oligarşiye kabul ettirilmiştir.[4] Böylece kontrgerilladaki parçalanmayla devletin tepesinde patlak veren iç savaş durdurulmuş, kontrgerilla iç ve dış Kürt savaşı, Suriye savaşı, Libya savaşı, Doğu Akdeniz gerilimi vb. üzerinden “savaş içerisinde” onarıma sokulmuş, devlet iktidarının merkezine yeniden yerleştirilmeye girişilmiştir. Ancak devletin “yerli” siyasi iktidar bileşenlerinin (“Koalisyonun”) kontrgerillaya hakimiyetini sağlayan bu “savaş ve yağma politikaları” orta ve uzun vadede ABD ve AB emperyalizminin bölge politikalarıyla ve oligarşinin uzun dönemli egemenliğinin ihtiyaçlarıyla gerilim içerisinde yürütülebilen politikalar olmuştur. Bu çelişki, Koalisyon’un ittifak kümesini, ABD/AB emperyalizminin bölgedeki ittifak sisteminde yer alan devletler ve güçlerle karşıtlık halinde olmasında somutlaşmaktadır. Bununla birlikte ABD ve AB emperyalizmi, kendi bölge politikaları açısından ciddi bir tehdit oluşturmadığı sürece bu gerilimi sineye çekmekte, Koalisyon’un bölgede “emperyalistçilik” oynamasına izin vermektedir.
Bu onarım sürecinin bir başlığını da kontrgerillanın tamamlayıcı parçasını oluşturan yeraltı ekonomisi ve bu ekonomideki rolleri üzerinden misyon sağlayan ırkçı faşist çetelerin reorganizasyonunun oluşturduğu anlaşılmaktadır. 2014 ortalarından itibaren Emniyet’teki Gülen kadrolaşmasından boşalacak/boşalan yerin doldurulmasında müracaat edilen Ağar’ın faaliyetlerine, Demokrat Parti’deki selefi Süleyman Soylu’yu 2015’te AKP’den milletvekilliği ve Çalışma Bakanlığı’na, 2016’da İçişleri Bakanlığı’na “taşıyan” bir siyasi sürecin eşlik ettiğini biliyoruz. Türkiye’nin, kontrgerilla sisteminde tuttuğu yeri 1996’daki Susurluk Olayı ile tanıdığı Ağar’ın, Emniyet’teki yeni kadrolaşma sürecini de aynı “bütünsellikle” yürüttüğünü tahmin edebiliriz. Bütün bu süreçte Peker’in, hem kontrgerillanın finansmanında hem de yeraltı ekonomisindeki alanını genişletmesinde başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere devletin himayesi altında olduğunu gösteren çok sayıda belirti bulunuyor. Trabzon ve çevresindeki turistik alanların yağmalanması sürecinde bölgedeki faşist-mafyoz ilişkiler ağının istihdamının Soylu’nun patronajı altında gerçekleştiği de bölgede biliniyor. Peker’in düzenlediği ve “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzalayan aydınlara kendi kanlarıyla duş yaptırma tehditleri savurduğu mitinglere katılan binlerce faşistin, bu ilişkiler ağının unsurları olduğu da biliniyor.
1990’lı yılların ortalarında “Azerbaycan Darbesi” ile ilişkili kontrgerilla çetelerinde çömez faşist mafyacı olarak istihdam edilen Sedat Peker’in, süreç içerisinde Başkancı rejimin muteber mafya şefine dönüşümünün kontrgerillanın mafyoz-faşist ilişkiler ağının reorganizasyonunun bir parçası olarak yaşandığı, konu hakkında az çok bilgi sahibi olan herkesin gözleri önündeki bir gerçektir. Bu süreçte “Peker’in hizmetlerinden” gazetecilerin, milletvekillerinin dövdürülerek hizaya getirilmesinden Suriye’deki, Kafkaslar’daki, Libya’daki cihatçı ve faşist çetelerin, paralı askerlerin “ihtiyaçlarının” karşılanmasına, bu alanlardaki yeraltı ekonomilerinin işletmeciliğine kadar uzanan geniş bir spektrumda yararlanıldı. Peker de “işletmeciliğine” bırakılan yeraltı ekonomisi etrafında topladığı lümpenlerle oluşturduğu (başta İstanbul-Karadeniz hattı olmak üzere Türkiye’nin birçok yerine uzanan) binlerce “çakalı” olan bir faşist mafya ağının “Reisi/patronu” olarak kamuoyuna mal oldu.[5]
Bir yeniden paylaşım planı ve Peker’in içinde hareket ettiği boşluk
Kontrgerillanın onarımı sürecinin üzerine oturtulduğu iç ve dış savaşlar ve gerilimlerin bugüne kadar görülenin çok ötesinde bir finansman ve kadrolaşma gerektirdiği biliniyor.[6] Giderek genişleyen bu iktidar ve kazanç alanının organizasyonunun da Koalisyon’un düzenleme alanı haline gelmesi ve büyükşehir belediyelerinin AKP’nin elinden çıkmasıyla, ilgilerin bu alanın “bölüşümü” üzerinde daha fazla yoğunlaşması da kaçınılmazdı. 2019-2021’de kontrgerillanın sivil çetelerin ve yeraltı ekonomisinin reorganizasyonunu zorlayan gerilimlerin gelişmeye başladığı görüldü.[7] 2021 Mart’ındaki KOM-SAK toplantısından anlaşıldığı kadarıyla “Koalisyon”, kontrgerillanın mafya kademesindeki iktidar ilişkileri için bir yeniden paylaşım planı üzerinde mutabakat sağlamış görünüyor.
Bu anlaşmanın Peker’i neden kontrgerilla sisteminin dışında bıraktığı şimdilik karanlıkta. Ancak Peker’in kendisini kontrgerilla sisteminden dışlayan Ağar-Soylu-Albayrak grubunun “bir zamanlar paylaştığı dünyasını” içerden tanıklıkla sergileyen yayınlara başlamasıyla birlikte Koalisyon’u bir telaştır aldı. CB sözcüleri, Soylu, Ağar, Bahçeli hep birlikte, bir zamanlar aynı faaliyetleri için yere göğe sığdıramadıkları Peker’in tanıklığının, “organize suç örgütü lideri” olduğu için geçersiz olduğu iddialarına sarıldılar.
Şu ana kadar bilinmeyen pek bir şey söylememesine karşın Peker’in yarattığı bu tedirginliğin gerçek kaynağı, Peker’in kontrgerilla sisteminin içinden bir unsur olması ve Koalisyon’un ülke içerisindeki ve dışındaki yasadışı ve uluslararası hukuk dışı operasyonları ile uluslararası uyuşturucu ticareti başta olmak üzere yeraltı ekonomisi ile finanse edilen kurum, program ve eylemler hakkında bilgi sahibi olmasıymış gibi görünüyor. Örneğin Peker, Suriye savaşında kullanılan paralı asker gruplarına gönderilen silah ve teçhizatın finansmanı, transferi ve bu işlemlerden elde edilen ticari ve siyasi kazançları hakkında verilecek basit bilgilerle bile kontrgerilla sisteminin iç ve dış dengeleri üzerinde sarsıcı etkilerde bulunabilir.
Ama asıl sorun bu da değil. Asıl sorun, arkasına aldığı devlet gücüyle kapasitesinin çok üzerinde bir gücü yıllarca kullanan bir “mafya soytarısı” olarak Peker’in, kontrgerillanın himayesinden çıktıktan sonra dahi kontrgerilla ağında sert çalkantılar yaratabilecek bir “hareket serbestisine ve etki gücüne” sahip olabilmesidir. Peker’in bu hareket serbestisini yakalayabilmesine sebep olan şey, Türkiye kontrgerillasının gizli işgal fonksiyonunda ortaya çıkan zafiyettir. Peker, Türkiye’nin baskısıyla Kuzey Makedonya’dan çıkarılıp Kosova üzerinden Türkiye’ye sınır dışı edilme kararının ardından önce Fas’a ve daha sonra da (bölge politikasında Türkiye’nin tam karşısında yer alan ve ABD-İsrail’e tam angajman halindeki) BAE’ye sığınabilmiştir. Türkiye’nin kontrgerilla sisteminin emperyalist merkezle ilişkisindeki bozulmanın derinliğini, 22 yıl önce Öcalan’ı Suriye’den çıkarıp Kenya’da Türkiye’ye teslim eden uluslararası komplonun altyapısı ile karşılaştırarak anlayabiliriz. Peker’e bu hareket alanını sağlayan da Türkiye kontrgerillasının emperyalist merkezle ilişkisinde ortaya çıkan bu düzlemdeki boşluktur. Böyle bir boşluk olmasaydı, belki Peker “sistem içinde” yine “sığınacak” bir yerler bulabilirdi ama bu yerlerin hiçbirini kendi “harekât merkezi” haline getirmesine izin verilmezdi. (“Olay” geliştikçe bunun bir “boşluk”la sınırlı olmadığı, aynı zamanda bir “çatışma” da olduğu anlaşılmaktadır. Şu anda belirsiz olan bu “çatışma”nın BAE-Koalisyon arasındaki bir çatışmanın ötesinde boyutlar taşıyıp taşımadığı, ABD’nin de bu çatışmanın bir parçasını oluşturup oluşturmadığıdır.)
Kırılma noktasına doğru
104 Amiral’in bildirisinden sadece bir ay sonra ortaya çıkan Peker Olayı, kontrgerillanın onarımı sürecinin sadece “iç dinamiklere” dayanılarak başarılmasının mümkün olmadığını gösteren bir başka olgu olarak karşımızda durmaktadır. Yeni sömürge bir ülkede kontrgerilla sisteminin bu ölçüdeki bir yapısal krizi, tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrasındaki inşasında olduğu gibi, ancak emperyalizmin ve oligarşinin işbirliği halinde yürüttüğü bir kurucu süreçle çözülebilir. Türkiye’nin sömürge tipi faşizminin uzayıp giden krizinin kaynağı, bölgedeki emperyalist politikaların içine sürüklendiği krizle, yerli gericiliğin içine sürüklendiği krizin bir ortak çözümünün bulunmamasıdır. Orta vadede de böyle bir “çözüm” platformunun ortaya çıkması mümkün görünmemektedir. Zira her şeyden önce ABD/AB emperyalizminin Ortadoğu’da yeni alanları (Suriye, Libya, Irak, İran, Mısır, Tunus, Yemen) sömürgeleştirme/yeniden sömürgeleştirme stratejisi başarısızlığa uğramıştır ve yerine koyacakları bütünlüklü bir stratejileri de yoktur.
Türkiye ise çöken BOP stratejisindeki taşeronluğuna endekslediği (Azerbaycan’dan Libya’ya, Kürtlerle barıştan AB üyelik sürecine uzanan) bölgesel/uluslararası politikalarını artık sürdüremeyeceği gibi bunlarda ürettiği revizyonlar da (Kürtlere karşı savaş, AB’ye göçmen şantajı, Azerbaycan’ın dejenere iktidarıyla çıkar ortaklığı, Libya’daki askeri varlık üzerinden Doğu Akdeniz’de nüfuz vb.) sürdürülebilir politika alternatifleri değildir. Emperyalistler de Türkiye de “ellerinde kalanla” idare etmeye çalışmakta ancak her birinin elinde kalan diğerinin elinde kalanla çatışmaktadır. ABD’nin aktifinde KDP, Suriye Kürt hareketi içindeki tahkimatı ve Sisi, Türkiye’nin aktifinde ise cihatçı ırkçı çeteler, bölge devletlerindeki çürümüş çıkar şebekeleri ile kurulan yağmacı ilişkiler ve Rusya’ya kaptırdığı kolu bulunmaktadır. “Dayanakları” arasındaki bu çelişkiler, ABD ve “Koalisyon”un ortak bir emperyalist perspektifte birleşmesini olanaksız hale getirmektedir.
Koalisyon iktidarı, toplumsal desteğini yitirmesine karşın bugüne kadar devlet içindeki “siyasi gericiliği birleştirici gücüyle” ayakta duruyordu. 104 Amiral’in Bildirisi ve Peker Olayı, Koalisyon’un bu birleştirici gücünü de yitirmekte olduğunu gösteriyor.[8] Koalisyon’un her iki olay karşısında düştüğü “çaresizlik” de, iktidarındaki zayıflamanın geri dönülmez bir çizgiye oturduğunun bir başka kanıtı olarak görülmelidir. 15 Temmuz’dan itibaren Türkiye’nin egemen siyasi ortamı belirleyen Sömürge Faşizminin onarımı süreci bir kırılma noktasına doğru ilerliyor. Ne mevcut iktidar koalisyonunun ne de onun yerini alabilecek bir başka düzen alternatifinin, sömürge faşizminin onarımı programını tamamlamaya da sömürge faşizmini tasfiyeye de gücünün, takatinin yetmeyeceği giderek açıklık kazanıyor.
Sömürge faşizminin onarımına odaklanan düzen siyaseti Türkiye halkını başta COVID-19 krizinin yıkıcılığı olmak üzere ekonomik, politik, kültürel, moral bütün düzlemleri içine alan içinden çıkılmaz bir bataklık yaratmıştır. Anlaşılan odur ki sömürge faşizminin krizi, Türkiye’nin siyasi ortamını uzunca bir süre belirleyecek, hatta kangrenleşebilecek bir sürekli krize dönüşmektedir.
Türkiye halkının bulunduğu noktadan baktığımızda, sömürge faşizminin krizinin tek akılcı alternatifi, kontrgerillanın bir bütün olarak dağıtılması ve kontrgerilla iktidarına temel oluşturan emperyalist, militarist, şovenist politikaların terk edilmesidir. İçerisinde boğulmakta olduğumuz bataklıktan çıkmamızı sağlayacak toplumsal programlar da ancak bu siyasi kopuşla birlikte gündeme gelecek bir toplumsal devrim sürecinin içeriğini oluşturacaktır.
Dipnotlar:
[2] Önüme koyduğum teorik sorunları anlamaya ve çözmeye odaklanabilmek için uzun bir süredir aktüel gündeme ilişkin yazılarıma ara vermiştim. 104 Amiral’in bildirisinden sonra gündeme gelen Peker Olayı ile birlikte 15 Temmuz sonrasının “Açık Faşizm Benzeri” sürecinde bir kırılma anına doğru ilerlediğimizi hissettim. Bu yazıyı bu belirlememi açıklamak için kaleme aldım. Olayları anlamak için kullandığım kavramsal çerçevenin daha iyi anlaşılabilmesi için şu yazılarımın okunmasını öneririm:
[3] Tekrarlamakta yarar var: Bugünkü “açık faşizm benzeri” durum, sömürge tipi faşizmin krizinin bir ürünüdür. “Faşizmin krizi olur mu?” Olur! Klasik faşizm de sömürge tipi faşizm de krize girer. Faşizmler tarihleri boyunca iç ve dış çelişkileri nedeniyle krize girmişlerdir ve bu krizlerden kimi zaman kendilerini “onararak, yetkinleştirerek (Nazizm’de SA krizi), kimi zaman ölümcül yaralar alarak (İtalyan faşizminde “Damat Darbesi”) çıkabilmişler, kimi zaman da krizlerini aşamamışlar (İspanyol ve Portekiz faşizminin sömürgecilik krizleri) ve tarihe gömülmüşlerdir. Türkiye faşizminin gizli icrasından açık icrasına hemen her geçiş zorlamasının (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve son olarak 15 Temmuz) arkasında sömürge faşizminin krizleri vardır. 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de, 28 Şubat’ta da açık faşizmin gündeminin ilk sırasında devletin kontrgerilla merkezli kurumsal yapısı ve işleyişinde ortaya çıkan sorunların giderilmesi bulunuyordu. Her üç krizde de kontrgerilla merkezi ile (kontrgerilla sisteminin kurumları da içinde olmak üzere) devletin geri kalanı arasındaki gerilim kontrgerilla merkezinin iradesi doğrultusunda çözülerek faşizmin parlamenter örtü altındaki işleyişine geri dönüldü. Ancak bugünkü “açık faşizm benzeri durum”un kaynağını oluşturan 15 Temmuz olayında en şiddetli noktasına ulaşan kriz önceki krizden niteliksel olarak farklıdır. Bu kriz daha önceki krizlerden farklı olarak kontrgerilla merkezinin parçalanmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Türkiye faşizminin 15 Temmuz’da en yüksek noktasına ulaşan krizi, emperyalizmin gizli işgal düzeneğinde ve oligarşinin siyasi egemenliğinde istikrarsızlığa neden olan bir karakter taşımaktadır. Bu noktadan itibaren kurulu düzenin merkezi güçleri ve bütün iktidar alternatifleri içintemel siyasi program, kontrgerillanın hem emperyalizmin gizli işgalinin hem de oligarşinin siyasi egemenliğinin merkezi inisiyatifi olarak onarılması ve devletin kurumsal yaşamına yeniden egemen hale getirilmesi, yani Türkiye faşizmine istikrarlı ve dayanıklı bir kurumsal temel kazandırmaktır.
[4] Yani “Başkancı rejim” devletin bütün kurumsal işleyişini bir diktatörün iki dudağının arasına sıkıştırdığı için “açık faşizm benzeri” bir rejim değildir; o “diktatör”, (bütün derme çatmalığına rağmen) kontrgerillanın açık ve doğrudan iktidarı adına “hükmettiği” için “açık faşizm benzeri” bir rejimdir.
[5] Peker çetelerinin kontrgerilla sisteminde yer alan tek faşist mafya yapılanması olmadığı, kontrgerilla sisteminin bu “kademesinin” ülke sathına yayılmış bir ağ oluşturduğu ve kontrgerillanın resmi yapılanmasının manipülasyonu ile yönlendirildiği akılda tutulmalıdır. Bu “resmi yapılanma”nın SADAT gibi “özel güvenlik kurumlarını” içine alan bir dönüşüm süreci yaşamakta olduğu ve bunun da kontrgerilla yapılanmasının resmi kademesi içinde bir “düzensizlik kaynağı” olduğu bilinmektedir. Yani kontrgerillanın mafya kademesi dışında da potansiyel çatışma alanları “sırada” beklemektedir.
[6] IŞİD petrollerinin nakliyesi ve rafinasyonu veya Azerbaycan’daki iktidar çetesiyle kurulan akçalı ilişkiler gibi “netameli” uluslararası ticaretten Avrupa uyuşturucu pazarının ana tedarikçiliğine uzanan büyüklükte parasal ilişkilerden ve on binlerce paralı savaşçı ve yüksek teknolojili “yerli” silahlarla yürütülen gayrinizami savaş etkinliklerine kadar uzanan bir “genişlikten” söz ediyoruz.
7] 2019’da Peker aleyhine açılan bir “tahsilat” soruşturması, şikayetçi iş adamanın şikayetinden vazgeçmesine karşın Savcılıkça res’en genişletildi. Aynı sıralarda Bahçeli, Çakıcı’yı bıraktırmak için atağa geçti. Peker Türkiye’yi terk ettikten dört ay sonra Çakıcı serbest bırakıldı. 23-24 Mart 2021’de yapılan Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı Stratejik Araştırma Kurulu’nda (KOM-SAK) açıklanan Organize Suç Örgütleri raporunda Alaattin Çakıcı’nın Türkiye’nin en büyük organize suç örgütü lideri olduğu açıklandı.
[8] “AKP-MHP+ koalisyonu görünüşte ‘rakipsiz’ olmasına karşın, kurumsal ve kadrosal temel bakımından Türkiye tarihinin gördüğü en zayıf iktidardır. Hukuk fakültesini yeni bitirmiş cübbeli tetikçiler, havuz medyasının soytarıları, çeteler halinde bölünmüş özel harekat ve istihbarat kurumları, hiçbir kademesi birbirine arkasını dönemeyen bir ordu ve polis, kürsüleri boşalmış üniversiteler ve her yanından dökülen bir bürokrasi ile Türkiye’nin kontrgerillasını ve sömürge devletini restore etmek ham bir hayaldir.
“Erdoğan iktidarının kendi ağırlığı altında çökmeye başlaması mümkün ve yüksek olasılıktır. Bu çöküş, Erdoğan imparatorluğunun çeteleşmesi (ki bu süreç 15 Temmuz sonrasında görünür bir ivme kazandı) ve çeteler arasındaki çıkar çatışmalarının derinleşmesiyle somutlaşacak gibi görünüyor.”
Bu makale ilk olarak Sendika Org’da yayınlanmıştır.