Halka göre Teyran, kuşların aşığı ve öğrencisidir. Dallarını yuvalara açan dev ağaçların dibinde oturur, tüm kuşları, özellikle de başında hakikat tacını taşıyan hüdhüdü dinler, zaman zaman konuşur onlarla. Aşkın, duygularına yaralar üşürdüğü, dağa taşa düşürdüğü, gezginci bir aşk dervişidir o. Duru ve derindir. Acının sevincidir. Bana göre de Kürtlerin Yunus Emre’sidir. Kuşların farklı terennümlerinde dil ve duygu keşfine çıkması, onun olağanüstü bir empati yeteneğine sahip olduğunu imliyor bizlere. Güçlü şairlerde bulunan önemli özelliklerden biridir zaten eşyanın dilini ve meramını hissetmek.
Êhmede Xânî, Mem û Zîn’in 63. Sayfasında, Teyran’a sevinç vermeyi arzular ve şöyle der: “Geri getirirdim Melâyê Cezerî’nin ruhunu / Ve diriltirdim onunla Eliyê Herîrî’yi / Feqiyê Teyrân’a öyle bir sevinç verirdim ki/Sonsuza dek hayran kalırdı.”
Bu üç şair, Ahmed-i Hânî‘nin gözünde, orta dönem klasik Kürt şiirinin üç çınarı, üç sac ayağı olarak belirir. Baba Tahir-i Uryan’ı anmaz.
Teyran’ın doğum ve ölüm tarihleri tartışmalıdır. Aşkın doğum ve ölüm tarihini tartışmaya benziyor bu. Bana göre Feqi, beş yüz yıl önce kendisinden doğmuş ve kendisine gömülmüştür. Hakim kanıya göre ise, 16. yüz yılın ikinci yarısında, 1563/64 yılında Van’ın Müküs ilçesine (Bahçesaray) bağlı Warezor köyünde doğduğu, 1631/32 yılında Bitlis Hizan’a bağlı Şandis köyünde de öldüğüdür. Hakkârinin Miks kazasına bağlı Verezor köyünde doğduğunu, 75 yıl yaşayıp Müküs’e gömüldüğünü iddia edenler de vardır. Aşığın mezarı evrendir.
Feqiyê Teyran’ın bazı şiirleri ile diğer kaynaklar, onun “mîr” sınıfından geldiğini, Hizan, Fînîk, Cizre, Heşete gibi yerlerde medrese eğitimi aldığını, melâlık yapmadığını, Melayê Cizîrî ile dost olduğunu, müşaarelerle (İki şairin karşılıklı şiir söylemesi) birbirlerini övdüğünü, “ben Melâ’nın meddahıyım” dediğini, gezginci, gönül ehli bir derviş gibi dolaştığını, meclis ve medrese sohbetlerine katıldığını ve bundan dolayı halk arasında “Feqiyê Gerok” (gezgin Feqi) olarak anıldığını gösteriyor. Gelgelelim ki Feqi, Cizre Suyu’nun Ördeği şiirinde: “Ne Beylerdenim/ Ne bir Han’ım,/Müküslüyüm/Yok evim barkım,” der.
Bu şiir onun kökü mir olsa da yaşamını gösteriyor. Kalenderiler gibi güzele ve doğaya aşık olduğu için şehir yaşamını sevmez. Çünkü orada doğa yoktur, özgür ve korkusuzca şakıyan kuşlar yoktur, başını taşlara vura vura çağlayıp köpüklenen duru sular yoktur, dahası, ufuk çizgisi yoktur. Çıplaklık ve akıcılık zaten yoktur. Bir şiirinde şöyle der:
“Çırılçıplak ve üryan benim
Şehirlerden uzaklaşan benim
Feqiyê Teyran benim.“
Feqi, İran merkezde olmak üzere yakın Asya’nın klasik şiiri ile yalın halk yaşamından beslenen bir şairdir. En başta da Baba Tahir-i Üryan, Hafız, Ferîdüddin Attâr ve Melaye Ciziri gibi büyük şairlerden beslenmiş, şiirine hem İslami hem de İslam’ın hoş bakmadığı mey, bade, kadeh, mest olma, sarhoş olma gibi Ömer Hayyam’ı çağrıştıran sufi, şarabi, ögeler girmiştir. Şöyle der:
Hayat suyu içip sarhoş olmaktayım
Raks ve sema meclisi aramaktayım
Oruçları ve namazları ne yapayım!
Artık küpler ve fincanlarlayım.”
Feqi’nin felsefi olarak sufi metafiziğine dayanan bazı şiirleri, kendini, tüm varlığın biçimde ve özde birliği, aşkın feyiz ve sudûr arayışı şeklinde ayan eder. Bu özünde bir aşk, vahdette kesret, kesrette vahdet arayışıdır aynı zamanda. Özellikle BİR’i bulma, BİR olma, BİR’de erime serüvenidir. Onda varlık, ezeli ve ebedidir, değişime ve bölünmeye ihtiyaç duymaz.
Feqi’de, Baba Tahir-i Üryan gibi ruhani ve cismani çıplaklığa meftundur. Engel tanımaz. Evrenin çıplak olduğuna ve aşkını çıplaklığının diliyle perdesiz sunduğuna inanır. Bundan dolayı tüm perdelerin kalkmasından, çizgi ve bedenlerin doyasıya seyredilmesinden yanadır. Bir şiirinde, Baba Tahir-i Üryan‘a , şöyle telmihte bulunur:
“Aşk her kimde etkisini gösterir ise
İsterse araya yüz bin perde de girse
Tümünü parçalar ne kadar var ise
Çıplak biri, anadan doğmayım ben.”
Feqiyê Teyran, dağ bayır ve medrese gezilerinde Kürt, Fars, Arap, Ermeni ve Osmanlı şairlerinin eserleri ile halk arasında anlatılan masal ve menkıbelerden yararlanmış, onları kendi imbiğinden geçirip, yeni bir biçim ve ruhla yeniden üretme geleneğini sürdürmüştür.
15. ve 16. yüzyıllarda Botan bölgesinde, Müşaare, yani birbirlerini seven şairlerin karşılıklı methiyeleri yaygındır. Bu bir şiir diyalogudur ki şairleri pişirir, yetkinleştirir, onları iktidar merkezlerinin nazarında kısmen yücelterek dokunulmaz hale getirir. Klasik Kürt edebiyatında Feqiye Teyran ile Melayê Cizîrî, Melayê Cizîrî ile Mîr Îmadedîn, Melayê Bateyî ve Mela Mensûrê Girgaşî ile diğerleri arasındaki müşaareler bu durumun bilinen örnekleridir.
Feqi, bazı şiirlerinde aruz veznini kullanmış olsa da, onun şiirinin ana ocağı halk tasavvufu ile doğadır. Şiir dünyasını bu ocakta biçimlendirmiştir. Çağının İran şairleri gibi kelam, hadis, fıkıh, felsefe, mitoloji, astroloji gibi alanlarda da donanımlı görünüyor.
Gezginci şair, halktan derip devşirdiklerine, bu iklim içinde kalarak, yalın, derin ve hakim bir dil ve sözlü edebiyatın gücüyle yeni bir öz ve biçim üfler. Onun Qewlê Hespê Reş (Siyah Atın Ölümü), Şêxê Senan (Senan Şeyhi) ve Qiseya Bersiyayî (Bersiyay’ın Öyküsü) adlı eserlerindeki anlatılar, gazel ve kasideler, halkın yabancısı olmadığı konulardır. Halkın cevherini, halkın ruhuyla işleyip, mazmunlar şeklinde halka sunduğu için, bu şiirler inci taneleri gibi hem şairleri, medreseleri, hem de halkı büyülemiştir asırlar boyu. Kullandığı dil, yalın halk dilidir. Biz bugün Yunus’u, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan’ı, Dadaloğlu’nu, Köroğlu’nu okuduğumuzda nasıl anlıyorsak, Kürt halkı da Feqiyê Teyrân’ı öyle anlıyor.
Halk dili granit gibidir, sahralara uzayıp gider onun kökü ve oluşum süreci. Döneme özgü olarak oluşturulmuş yapay dillere benzemez. Bu Yapay dilleri zaten anlamaz halk. Osmanlıca gibi zamanda ve mekanda eğreti duran dillerdir bunlar. Seçkinlere özgü olduğu için dayanamazlar silinip giderler.
Feqi, hem doğanın, hem de fukara ruhunun rahmine giren, onu can kulağıyla dinleyen ve tüm incelikleriyle özümleyip duygularına taşıyan bir şairdi. Şiirini halk katında, tasavvufi aşkla, vahdet-i vücûd tutkusuyla mayalayan bir şairdi. Yarattığı mârifet ve hikmet incileri, kadın ve doğa güzelliği başta olmak üzere dünyevi güzellikleri içtenlikle kucaklıyordu. Bundan dolayı Êhmede Xânî başta olmak üzere, kendinden sonraki Kürt şiirini, özellikle yaşam sevinci ve doğa tutkusu konusunda etkilemiştir.
Feqi okura, dünyevi aşkta oldukça samimi, somut ve sahici; ilahi aşkta ise düzlemi ve sınırı olmayan bir şair olarak görünüyor. Dünyevi aşkı, ilahi aşkın bir yansıması, tecellisi olarak algılıyor, yani onu ilahi aşkla taçlandırarak daha çok önemsiyor. Ona göre, “Mecazi aşk olmadan hal gelmez/ O aşka ısınmayla eriyorlar kemale.” Senan şeyhinin durumu bunu gösteriyor. Kuranı bile yakıyor Şeyh. Feqi’de doğa, bu aşkın ana rahmi gibi görünüyor. Onun gözünde su, aşkı ve muhabbeti besleyen ve her şeye can veren bir varlıktır. Ve irfani değer sadece insanın değil, doğanın özünde de mevcuttur. İnsan, sadece kendinin değil, doğanın da bir eseridir. Kendisi zaten doğanın bir öğretmeni, melası değil, bir öğrencisi yani Feqisidir. Doğaya selamını sedef içinde gönderen bir derviş şairdir.
Yaşama, kaside, gazel ve öyküleyici mesnevi biçiminde, lirik şiirleriyle can üfleyen Feqi’yi, klasik Kürt şiirinin lir kuşu olarak niteleyebiliriz. Onun ustalıkla kullandığı hece ölçüsü, yalınlığı, ritmi, folklorik zenginliği ve derinliği, bize bunu telkin ediyor.
Êhmede Xânî, Mem û Zîn‘i yazarken, nasıl ki Kürt halk destanı Mamē Ālān’dan ve muhtemelen de kısmen Neẓāmi Gencevi’nin Layli o Mecnun’undan esinlenmişse, Feqi de 362 bentten oluşan Senan Şeyhi’ni (Şêxê Sen’an) yazarken, halk anlatılarından ve Feriduddin Attar’ın Mantıku’t Tayr adlı eserinden esinlenmiştir. Senan Şeyhi adlı destan, zahid bir şeyhin Ermeni bir kızla olan aşkını anlatıyor. Anlattığı bir bakıma kendisidir. Bu destan, dünyevi aşkın gücünü hissettiriyor bize.
Yemen’in San’a şehrine bağlı San’an köyünden, veli mertebesine ermiş bir şeyh, Mekke’de 500 müridiyle zahidane bir yaşam sürdürürken, rüyasında güzel bir Ermeni kız görür ve âşık olur. Bu aşk ateşi Şeyhi, arayışa sokup Ermenistan’a yönlendirir. Sonunda kızı bulur ama kız, onurundan, kişiliğinden ve yaşam tarzından taviz vermez, birleşmeyi oldukça ağır şartlara bağlar. Bunlar, şeyhin ibadetini kilisede yapması, Kur’an’ı yakması, şarap içmesi, zünnar bağlaması ve domuz çobanlığı yapmasıdır. Şeyh, bu şartlar karşısında hayatının en zor anını yaşar, aşkı için şartları kabul etmek zorunda kalır ve şöyle der:
“Beni mezhepsiz etti beni dinsiz etti
Beni okumadan etti, Yasin’siz etti
Beni yar ve dostlara mahcup etti
Hiçbir vird(zikir) gelmez oldu hayalime.”
İlahi aşkın pabucunu dama atan dünyevi aşk, Şeyhin gerçek insani dünyasını da açığa çıkarır. Söylemi, köklü bir şekilde farklılaşır, yeminini bile aşık olduğu kız üzerine eder.
“Hoş değildir zahit olanların sesleri
Müritlerin sesleri ve abitlerin sesleri
Ne yapayım ben zikir ve mescitleri
Camide itikâfa(ibadete kapanmaya) girmek de neyime,” der.
Feqi’nin bu eseri, Ehmede Xani’nin Mem u Zin’ini belirgin bir şekilde etkilemiştir. Senan Şeyhi’nin vuslat iklimi ile Memu Zin’ninki benzer özelliklere sahiptir. Şeyh’in vuslattaki teslimiyeti, çarpıcıdır:
Şeyh dedi: “Sen benim kurtuluşumsun
Hem ihramımsın hem mikatımsın
Sen hem aynam hem de mir’atmsın
Baştan ayağa görünensin bütün halinde.”
(İhram: hac anında giyilen. Mikat: ihrama girilen yer. Mir’at: bir cins lale.)
Feqiyê Teyran‘a mal edilen ve Doğu Kürdistan’ın Urmiye Gölü çevresinde Kürtler ile Safevi şahı Abbas arasında, 1608’de gerçekleşen savaşın anlatımını konu alan Dimdim Kalesi adlı manzum eserin düşünsel ve edebi dokusu, Feqi’nin derin insancıl dünyasına uymuyor. Bu eserde Feqi’nin dervişane akıl ve duygu dünyası, insan ve doğa sevgisi, derin merhameti yok. Dengbejler tarafından nesilden nesile aktarılan ve değişime uğrayan bu eserin bir dengbej tarafından yaratılmış ve halk arasında oldukça yaygın bir üne sahip olan Feqiyê Teyran’a mal edilmiş olabileceği, akla daha çok yatıyor. Feqi’ye ve daha sonra dengbej eklemeleri ile dengbejlere ait karma bir eser olabileceğini de düşündürüyor.
“Ruha aşık ve azık durumundayım ben,” diyen Feqi’nin yaşam tarzı, insana ve dünyaya bakışı, Botan ve Batı Ermenistan’da gezginçi bir halde yaşayan doğacı, eşitlikçi, otorite karşıtı dailiğe, Pavlikanlığa, Bogomilliğe oldukça yakındır. Aşkın belasını ve derdini, zat ve sıfatların da insanı ezen zilletini derinden hisseden Feqi, yerel zalimlerin baskı ve sömürüsüne karşı halkın yanındadır. Hiciv tarzına da baş vurur şiirlerinde yer yer. Göçmen adlı şiirinde şöyle der:
Dengbêjim buraya geldim.
Beylerin sesi var oluncaya dek
Yazacağım kağıtlara
Ne kiliseye gideceğim ne de camiye.
Çölde çırılçıplak kalsam.
İnleyip bağıracağım
Ne kadar yoksul ve tutsak kalsam
Yüreğim onlar için titreyecek.
Kader elbet bir gün güler
Söylenir benim de zavallı adım,
Bazı bazı övgüler dizilecek,
Çocuklar okuyup yazarak söyleyecek.
Acılı günler geçecek,
Gelecek onurlu, güzel günler.
Bu sözlerimi rehber bilin,
Tutsak olmayın Bey zulmüne.
Kim ne derse desin, ister mir soyundan gelsin isterse halktan, şairin hayatı, halkın içinde bir hayat, zalim derebeylere ve onların destekçisi olan ruhban güçlere karşı halkı savunan, yalın dervişane bir hayat olarak ortaya çıkıyor.