Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Faşist İktidarın Halkı Açlıkla “Terbiye” Etme Politikaları ve Devrimci Tutum!

Zamların, vergilendirmelerin ardı arkası kesilmiyor. Emekliler diri diri mezara gömülmüş durumda. Verilen maaşlar ev kiralarını bile karşılayacak durumda değil. Adaletsizlik, hukuksuzluk diz boyu. Kısacası, zam- zulüm ve adaletsizlik toplumsal çürümenin, insani değer yargılarının dibe vurmasının kaynağını oluşturmaktadır. Her gün bir başka dudak uçurtan olaylarla güne başlanmaktadır.

Halka düşmanlıkta yeminli bu faşist iktidar, halkın nefes almasına bile artık göz dikmiş durumda. Hemen hemen gazetemizin her sayısında yağmur gibi yağdırtılan zamları, içtiğimiz sudan, giydiğimiz giysiye, yediğimiz bir lokma ekmekten, mezara konulacak tabuta kadar kısacası iğneden ipliğe kadar her şeyin zam yağmuruna tutulduğuna dair sayfalarca yazılar, daha doğrusu halkımıza yaşatılan açlığı ve yoksulluğu yazmak zorunda kalıyoruz. Devrimci bir yayın organı olarak, halkımıza yaşatılanları yazmak kuşkusuz görevimizdir. Sadece yazmak değil, bu köhne düzenden kurtulmanın bilincini taşıma kaygısıyla da hareket ediyoruz.

Faşist AKP-MHP iktidarı, emperyalist tekellerin ve yerli sermaye çevrelerinin yüzünü güldüren uygulamalarına karşılık, halkı daha da yokluk ve yoksulluğa sürükleyen politikaları uygulamaya devam ediyor. Bilindiği gibi kısa bir süre önce iktidardakiler “Orta Vadeli Program” adı altında ekonomik politikalarını açıklamışlardı. Sözde halkın yaşamında iyileşmeler sağlayacak olan bu program, iddiaların tersine, ücretlerin iyice düşük tutulması, vergilerin arttırılmasını ön gören bir programdır. Daha doğrusu, emek düşmanı İMF’nin acı şerbet reçetesinin hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bu politikalarla daha şimdiden politika faizi ile enflasyon beklentileri arasında farkın giderek açılacağını göstermektedir. Pek çok ekonomistin ve iktisatçının açıklamaları bu yönlüdür. Orta Vadeli Program’a (OVP) göre yüzde 4 büyüme hedefleniyor. Bir yandan kemer sıkma politikaları, öte yandan yüzde 4 büyüme hayalleri, burjuva ekonomi yasalarına göre bile uyumluluk gösterir durumda değildir. Burada, burjuva ekonomik yasalarını kendi sınıf çıkarları doğrultusunda nasıl işleteceklerinin analizini yaparak yazıyı uzatmak istemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var, o da, İMF, DB vb. emperyalist sermaye birimlerinin gönlünde geçen ve gönlünde geçirdiklerini de yerli işbirlikçilerine uygulattıkları şey, daha acımasızca, sosyal etkileri oldukça derin, faturaları geniş halk kitlelerinin sırtına yükleyen şok “terapi”lerin uygulanmasıdır.

ABD emperyalizminin önerdiği en sert reçetenin henüz tam olarak uygulanmadığı iddiaları kamuoyunda konuşulsa da, ücretleri düşürme, halkın alım gücünü her geçen gün biraz daha kısma politikaları devam ediyor. Pazara çıkamayacak duruma getirilmiş halka karşı, daha nasıl sert reçeteler verilecek hayal edilmesi bile zor. Bu reçetelerden birinin ucu göründü. İMF Türkiye Şefi James Walsh, 2025 yılı başında asgari ücrete yapılacak zam konusunda Türkiye’yi uyardı. “Bu yıl geçtiğimiz yılki gibi bir artış olmamasını bekliyoruz.” diyen Walsh artırılacak oranı yüzde 17 olarak önerdi. Demek ki, önümüzdeki kısa zaman dilimi içerisinde daha büyük işsizler ordusu, yoksulluğun ötesinde, açlık sınırı altında yaşayanlarda büyük bir nüfus patlaması halkımızı bekliyor.

Daha kısa bir süre önce “Savunma Sanayii Destekleme Fonu kaynaklarının arttırılması” amacıyla limiti 100 bin lirayı geçen kredi kartı sahiplerinden her bir kart başına yıllık 750 lira kesinti yapılması meclise sunulmuştu. Sinekten bile yağ çıkartmaktan sakınmayan faşist iktidar, halkın bankalara borçlandığı paradan bile vergi almaya kalkışacak kadar zulümkar olabilmektedir. Dedik ya, ellerinden gelse soluduğumuz havadan bile haraç alacaklar. Şimdilik halkın büyük tepkisi karşısında yasayı geri çekmek zorunda kaldılar, ama bu yeniden güncellemeyecekleri anlamına gelmez. Zaten “vaz geçtik” demiyorlar, “yeniden düzenleyeceğiz” demektedirler. Bu haramilerin vaz geçecekleri de pek mümkün görünmüyor. Çünkü “Bankalararası Kart Merkezi ve Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, Ağustos 2024 itibarıyla Türkiye’de 125 milyondan fazla kredi kartı bulunuyor. Bu kartların yüzde 49,2’sinin limiti 100 bin TL’nin üzerinde. Yapılan hesaplamalar, bu kartlardan toplanacak 750 TL’lik katkı payı, SSDF’na 46 milyar TL’nin üzerinde bir gelir elde edileceğini gösteriyor.”

Halkın gırtlağına çöken bu devletin, halka bu düzeyde hizmet götürmesi beklenen bir durum değildir

Meclise sunulan vergi paketi sadece kredi kartlarını kapsamıyordu. Gayrimenkul ve araç alımında da yeni vergilendirmeler getirilmişti. Örneğin, gayrimenkul alım satımında alıcı ve satıcılardan ayrı ayrı 750 lira, tapuda yapılan işlemlerden 375 lira, noterlerde sıfır araç tescillilerinden 3 bin lira, ikinci el araç alım satımında ise 1500 lira alınacağı, bu ek vergilerin ise devletin vergi gelirlerini arttırmak amacı taşıyormuş. Bundan hiçbir kuşku yok, yeter ki bir avuç haraminin bir eli yağdan, bir eli baldan eksik kalmasın. Halka gelince yok, kendilerine gelince her şey oldukça bol, örneğin; tüm emeklilere verilen zammın üç katını köprüleri yapan rantçı müteahhitlere, dört katını şehir hastanelerine gözlerini kırpmadan verebilmekteler. Eğer rakamlar doğru ise halka hizmet bu yıl yüzde 40’dan, yüzde 25’e indirildi deniyor. Aslında bu yüzdelerin bile abartılı olduğu su götürmez bir gerçek. Halkın gırtlağına çöken bu devletin, halka bu düzeyde hizmet götürmesi beklenen bir durum değildir.

Halkın çıkarları söz konusu olduğunda, halkımızın deyimiyle “Osmanlı da oyun çok”. Çalışan emekçileri açlığa mahkûm etme politikalarından biri de asgari ücret meselesidir. 2025 yılı asgari ücret tespiti, bu yılın Aralık ayında belirlenecek. Şimdiden konu tartışılmaya başlandı. AKP- MHP iktidarı, İMF ve sermayedarların talepleri doğrultusunda kolları sıvadı. Asgari ücret tartışmaları iki ana eksen üzerinde yürütülmeye çalışılıyor. Biri, belirlenecek ücret miktarı, diğeri nasıl bir yöntem. Hükümet, sermaye çevreleri ve İMF asgari ücret artışlarının sınırlı tutulmasını ve enflasyon “hedefiyle uyumlu” olması gerektiğini belirtirlerken (ki enflasyonunu TUİK tarafından nasıl manipüle edildiğini yazmamıza sanırız gerek yok), kimi sermaye çevreleri de, bir “dipsiz kuyu” olarak ifade edilen “bölgesel asgari ücret” önerisini yeniden kamuoyunun gündemine taşımış durumdalar. Her iki durumda da amaç, asgari ücreti en alt sınırlarda tutmaktır. Genel olarak asgari ücret, ücretlerin alt sınır iken, Türkiye’de asgari ücret ortalama ücret anlamına gelmektedir. Memur maaşları, kamu işçilerinin ücretleri ve sendikalı işçilerin ücretleri asgari ücrete göre belirlenir duruma geldi. Yani pek çok meslek ve iş kolu guruplarında ücret makası, asgari ücrete doğru kapanıyor. Daha açıkçası, asgari ücret adeta ortalama ücret haline geliyor. Ücretlerin düşük tutulması ve bastırılmasını ön gören bu politikanın giderek tıkandığını da görmek gerekir. Çünkü bir yandan ücretli emekçilerin tepkileri yükselirken, bir yandan da farklı sermaye gurupları kendi sınıf çıkarları doğrultusunda asgari ücretin uygulanış yöntemlerine itiraz etmektedirler. İhracatçılar ve Anadolu’daki sermaye gurupları hem asgari ücretin düşük tutulmasını hem de bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesini istiyorlar. Uzunca bir süredir İMF ve çeşitli sermaye gurupları tarafından uygulamaya konulması istenen bölgesel asgari ücret yoluna girilmesi istemlerine şimdi MÜSİAD’da katılmış oldu.

Hatırlanacağı üzere Türkiye’de bölgesel asgari ücret 1951 –1974 yılları arasında uygulanmıştı. 50 yıl önce terk edilen bu emek düşmanı politikaya tekrar dönülmek isteniyor. Bölgesel asgari ücret, var olan asgari ücret çıtasının da altına inmesi demektir. Bu da beraberinde, zaten adil olmayan gelir dağılımının iyice adaletsizliğin artması anlamını taşır. Bölgelere, sektörlere, mesleklere ve işe göre ücret farklılaşmasını sağlayacak olan toplu pazarlık sistemidir. Oysa bu sistem faşist iktidar tarafından iyice güdükleştirilmiş, bunun yerine asgari ücret tercihine gidilmiştir. Burada asıl sorunun asgari ücretin ortalama ücret haline gelmiş olmasıdır. Milyonlarca emekçinin en azından mevcut durumda asgari ücret cenderesinden kurtulması için toplu iş sözleşmesi kapsamının genişletilmesi, asgari ücret kapsamının ise daraltılmasıdır.

Görüldüğü gibi asıl mesele, toplu iş sözleşmelerin, sendikalaşmaların önünü kesen bu emek düşmanı anlayışın ortadan kaldırılması meselesidir

Bölgesel asgari ücret denildiğinde akla ilk gelen şey şudur; büyük kentlerdeki yaşam maliyetiyle, küçük kent ve kırsal alanlardaki, yaşam maliyeti bir ve aynı değildir. Hatta büyük metropol kentlerde bile yaşam mahiyetleri semtlere, ilçelere göre farklılıklar arz eder. Öyle ise asgari ücret de bu farklılıklara göre ayarlanmalıdır. Peki, bu ne anlama gelir? “Bölgesel asgari ücret mevcut asgari ücret çıtasının çok altına inilmesine ve gelir dağılımı adaletsizliğinin artmasına yol açabilir, bölgeler arası gelir uçurumunu derinleştirici sonuçlar doğurabilir” tespiti haklı olarak yapılmaktadır çeşitli aydın çevrelerce. Bölgesel asgari ücret anlayışı, metropollerle, Anadolu kentleri arasında yaşam maliyetinin aynı olmadığı iddiasıdır. Ancak buna göre metropollerde asgari ücretin artışını değil, Anadolu kentlerinde asgari ücretin aşağı çekilmesi talebi var. Mevcut süreçte mesele, bölgesel veya sektörel asgari ücret değil, asgari ücretin ortalama ücret haline gelmiş olması halidir. Ülkede asgari ücret alanların oranı yaklaşık yüzde 50, toplu iş sözleşmesi kapsamı ise yüzde 8–10, bu oran özel sektörde yüzde 4 civarındadır. Görüldüğü gibi asıl mesele, toplu iş sözleşmelerin, sendikalaşmaların önünü kesen bu emek düşmanı anlayışın ortadan kaldırılması meselesidir.

Türkiye- Kuzey Kürdistan coğrafyasında yaşayan çeşitli millet ve milliyetlerden halkımız, güne her sabah bir şok dalga ile başlamaktadır. Çünkü Saray ve çevresi halkın aleyhine olan bütün yasaları gece yarısı karara bağlayıp, gün ışığıyla birlikte hayata geçirmektedir. Zamların, vergilendirmelerin ardı arkası kesilmiyor. Emekliler diri diri mezara gömülmüş durumda. Verilen maaşlar ev kiralarını bile karşılayacak durumda değil. Adaletsizlik, hukuksuzluk diz boyu. Kısacası, zam- zulüm ve adaletsizlik toplumsal çürümenin, insani değer yargılarının dibe vurmasının kaynağını oluşturmaktadır. Her gün bir başka dudak uçurtan olaylarla güne başlanmaktadır. Gün olmasın ki kadınlar katledilmemiş olsun, daha da beteri, yeni doğan bebeler bile para karşılığı katledilir bir vahşetle yüzleşebiliyoruz. İlkokullara kadar inmiş uyuşturucu illeti, çocuklarımız bile uyuşturucu bataklığına sürüklenmektedir ev kirasını ödeyemeyen kiracıyla ev sahibi arasındaki kavgaların yarattığı ölümler, ucuz ekmek kuyrukları, üniversite öğrencilerinin yurt ve ev bulamama sorunları, yüzde 20’lerin üzerine varan işsizlik, ektiği ürünün karşılığını alamayıp-zarar eden köylüler, aylarca çalışıp maaşlarını alamayan işçiler… Hangi birini sayalım, saymakla bitecek gibi değil. İktidarıyla, muhalefetiyle yönetenlerin yönetemeyen, emperyalist efendilerinin bir dediğini iki etmeyen, birbirlerine idam kemendi sallayan tımarhane kaçkınlarıyla karşı karşıyayız. Tımarhane kaçkınları, ülkeyi de tımarhaneye çevirmiş durumdalar. Her sokak başında uyuşturucu çeteleri, kadın tüccarları, hırsızlar, yankesiciler, dolandırıcılardan geçilmiyor. Sokak ortasında bir hamile kadının katledilmesi, 7- 8 yaşındaki çocukların kâğıt toplayıcılığı, selpak mendil, su satıcılığı yaşamın normalleriymiş gibi görülebiliyor. İnsan sağlığından görevli olanların, insanları öldürmeleri neredeyse yadırganmaz bir duruma gelmiş durumda. En barizi, “Yenidoğan” bebek katili çetesi. Bunun daha ötesi yok. Bütün bunların tek sorumlusu elbette ki devletin kendisidir. Suçluya suçlu, hırsıza hırsız demek çok fazla bir anlam ifade etmiyor. O zaten bilinen bir şey. Önemli olan yaratılan bu tımarhaneden nasıl, hangi yol ve yöntemlerle çıkılacağı, halkın, bu tımarhane kaçkınlarından nasıl kurtarılacağıdır.

Devrimci tutum ne olmalıdır

Burjuva anlamda bile devletin devlet olmaktan çıktığı, başta parlamento olmak üzere bütün kurumlarının işlevsiz hale geldiği, tek adam diktatörlüğü ile bir aile şirketi gibi devletin yönetildiği, Orta Çağ karanlığı modeline heveslenildiği, bir avuç zorbanın saraylarda keyif çattığı, milyonlarca emekçinin ise yukarıda da belirtiğimiz gibi yokluk, yoksulluk ve sefalet içinde cehennem azabı yaşadığı bir ortamda devrimci tutumun tartışmasız açık, net ve güven verici olması gerekir. Kimin hakkımızda ne söyleyeceğine değil, halkımızın güvenini nasıl sağlayacağımıza ve bu köhne düzenden nasıl kurtulacağımıza önem vermek durumundayız.

Stratejik olarak asıl görev geniş halk yığınlarını devrimci mücadeleye seferber etmek, devrimi bütün ülkeye yaymak ve nihayetinde mevcut iktidarı devirip, proletarya önderliğinde sosyalist iktidarı kurmak gerekir. Bu merkezi görev konusunda en ufak bir tereddüttü olanların devrimciliği tartışma konusu olur. Bu konuda bir problem yoksa yani, devrimin ne pahasına olursa olsun bütün ülkeye yayılması gerektiği inancını taşıyorsak, o zaman; “geniş kitlelerin acil çıkarları ve refahı meselesini hiçbir şekilde göz ardı etmemeli ya da küçümsememeli. Çünkü devrimci savaş kitlelerin savaşıdır; ancak kitleler seferber edilerek ve onlara dayanılarak yürütülebilir.” (Mao)

Halkın günlük acil talep ve çıkarlarıyla yakından ilgilenmeyen, onları görmezlikten gelen, halkı nihai kurtuluş söylemleriyle ikna edebileceğini sananlar fena halde yanılırlar. “… Kitlelerin karşılaştıkları meseleleri, yani yiyecek, giyecek, konut, yakacak, pirinç, yemeklik yağ ve tuz, hastalık ve sağlık, evlenme gibi meseleleri çözmeliyiz. Kısacası kitlelerin günlük hayatındaki bütün pratik meselelere önem vermeliyiz. Eğer bu meselelerle ilgilenir, bunları çözer ve kitlelerin ihtiyaçlarını karşılarsak, kitlelerin refahını gerçekten sağlarız ve onlar da gerçekten bizim etrafımızda toplanır ve bizi içtenlikle desteklerler. Yoldaşlar, o zaman onları devrimci savaşa katmak üzere harekete geçirebilir miyiz? Elbette ki geçirebiliriz” der Mao.

Bu alıntıları neden yapma gereği duyduk. Çünkü halkımızın içinde bulunduğu cehennem azabını göremezsek, acil talep ve ihtiyaçlarına dair politikalar üretip hayata geçiremezsek istendiği kadar “sol” sloganlar atılsın kitleleri seferber etmekte hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Geniş halk yığınlarını, onların çıkar ve menfaatlerini temsil ettiğimize, onlar için büyük bedeller ödediğimize, hayatlarımızı sıkıca onların hayatlarıyla birleştirmiş olduğumuza ikna etmek zorundayız. Bu başarıldığı ölçüde siyasi çağrılarımıza gerekli tepkiyi gösterecektir kitleler.

O zaman soru şu; kitlelerin desteğini kazanmak ve onları devrim için seferber etmek istiyor muyuz? Eğer istiyorsak, onlarla birlikte olmalı, refahlarıyla ilgilenmeli, çıkarları için ciddiyet ve içtenlikle çalışılmalı ve günlük hayatta karşılaştıkları bütün meselelerin çözümüne yardımcı olmalıyız. Bunlara dair politikalar üretip hayata geçirirsek, Mao’nun dediği gibi “Böyle yaparsak, kitleler bizi mutlaka destekleyecek ve devrimi, hayatlarının en değerli varlığı, bizzat kendi hayatları olarak göreceklerdir.” Şunu bilir, şunu söyleriz; sosyalizmin zaferi adına, ne burnu bir karış havada halktan kopuk bir anlayışla, ne de düzen içi anlayışlarla devrimin sarp dikenli yolları yürünemez.

Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü‘nde yayımlanmıştır.



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler