Bizimle iletişime geçin

Anı-Anlatı

Cihan Erdoğan yazdı: Gurbete Giden Döner mi?

Sığırcık sürüleri, turna sürüleri, kırlangıçlar, o sevip her gün yemlediği güvercinler ve bütün kuş sürüleri bu mülayim adamın mezarının üzerinde uçuşacaklardır…

 Beyaz Bir Gemidir

”sen bu şiiri okurken

ben belki başka bir şehirde olurum

kötü geçen bir güzü

ve umutsuz bir aşkı anlatan

rüzgarla savrulan

kağıt parçalarına

yazılmış

dağıtılmamış

bildiriler gibi

uzun bir yolculuğa hazırlanan

yalnız bir yolculuğa.

çünkü beyaz bir gemidir ölüm

siyah denizlerin hep

çağırdığı

batık bir gemi

sönmüş yıldızlar gibidir

yitik adreslere benzer

ölüm

yanık otlar

Sen bu şiiri okurken

ben belki başka bir şehirde

ölürüm.

 Behçet Aysan

Albert Camus’un ‘Veba mikrobunun hiçbir zaman ölmediği ya da yok olmadığını, yıllarca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya daldığını, odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde ve kağıtlarda beklediğini ve belki bir gün, insanların bir mutsuzluk yaşaması ya da bir şeyler öğrenmesi için vebanın kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabileceğini’ anlattığı Veba romanını yıllar önce okumuştuk. Bir sabah erken bütün medya ortak bir sesle Veba, Korona virüse yeni elbise giydirip Covit-19’u dünyamıza gönderdiğini tekrar tekrar anlatıp duruyordu.

Kayıp bir masalın karanlığına, bir karanlığın bilinmezliğine gidercesine bambaşka bir dünyanın içerisinde bulduk kendimizi. Sesini yitirmiş sokaklar, maskeli insanların uzun mesafe aralıklarla gezindiği hayalet kentler yeni siluetleriyle, maskeli halleriyle tanınmaz hallere girdiler. Zamanın en önemli ve akıllardan silinmeyecek en önemli kelimesi tek kelimeyle mesafeydi.

Evlerimizde her eşyanın bir arsası vardı artık, avlusu vardı, bahçesi vardı ve her biri komşu eşyaların bahçesine girmeden, kendi mülkünde, kendi halince yaşayıp gidiyordu.

Bazı geceler, ortalıktan el ayak çekildiğinde, eşyaların derin derin soluk alışverişlerini duyuyorduk. Birbirlerine bir giz devredercesine, karanlıkta uçuşan rengarenk sözcüklerle fısıldaşıyorlardı hatta; fısıl fısıl sabahlara dek konuşuyorlardı.

Eşyaların dünyasında yitik bir hale gelmemek için kitapların dünyasına sığınıp oralardan yitik şehir seslerini dinlemeye çabaladığımız zamanlardı.

Arada bir sevgili dostum Niyazi Koç telefon eder, seçtiği özensiz sözcüklerle ”Dostum gel biraz dolaşalım” derdi. İkimiz de anlamını yitirmiş sokakları ve yandan yöreden geçen omuzları düşük, yüzleri maskeli dehşet içindeki insanları ve yanlarında eşya gibi taşıdıkları telaşlarını seyreder geleceğin daha bir karamsar tablosunu bulup buluşturduğumuz içi boşalmış, renksiz, köhne sözcüklerle orta yere anlatır dururduk…

Schilderswijk’teki Haagse Markt’a vardığımızda kulağımızdan ateşimiz ölçülür, tek sıra halinde pazar yerine alınırdık. Biraz gezindikten sonra masalardaki muşambaların, iplerin ve tentenelerin derlenip toparlandığı ıssız pazar yerinden geçmiş, geçerken fısıltıyla söylemiş ve boşluğa yağan sıkıntılı bir yağmurun altında sırılsıklam ıslanmış gibi, pazar yerinin en eski çiçekçisini ve çiçeklerini aramızdaki mesafeyi aldırmadan seyre dururduk. İçimizdeki uçurumların yıkıntılarındaki sessizlikle yıkanarak dönerdik. Eski kentin sesini soluğunu yitirmiş sokaklarından aklımızda dolanıp duran anlamsız kelimelerin yüküyle gezinir arada bir eski dostumuz Mazlum veya Ali’yi de bu anlam arayan yürüyüşlerimize davet ederdik.

Evreni kuşatan bu alacakaranlığın içinde daha birçok şeyle birlikte hayat dediğimiz şu muhteşem dağınıklığın içinde kendimize doğru dolanı dolanı akıp gelen, geldikçe uzayıp giden bir zaman içinde gezinip duruyorduk. Yalınkat bir gerçeklik içinde geçen günlerde kelime yerine buz kalıpları kullanıyormuşuz gibiydik.

Aşıların gücü biraz olsun kendisini göstermeye başladığında sevgili Yüksel ve Bircan evlerinin bahçesinde küçük bir davet verdiler. Yıllardır birbirlerini tanıyan insanlar aralarında oluşturdukları mesafelere rağmen yakalarına yapışmış tedirginlikten kurtulamıyorlardı. İlerleyen saatlerde sevgili Mira piyanonun başına oturdu. İnce uzun, zarif parmaklarıyla hepimizi klasik müziğin o güzel tınılarına konuk ediyordu… Derken kenarlarda, köşelerde bir yerlerde duran sazın öfkesi duyulmaya başladı… Aşık Daimi’den ödünç alınan ”Buda gelir, bu da geçer” türküsü kadınlı erkekli koro halinde söylenmeye başlandı. Ses sanki dalga dalga yayılarak bütün Vrederust mahallesinde duyuluyordu. Bu güzel türkünün uğultusu bütün mahalle de büyük bir alkışla yankılandı…

Yine birbirine benzeyen biteviye günlerden bir gündü. Bulutlarla birlikte uğuldayan sokaklardan Malieveld’e doğru yürüdük. Yalnızlaşmış kır kahvesinin dışarıdaki masalarının birinin etrafına ilişerek oturduk. Karton bardaklara doldurulan kahvelerin yanında küçük bir tabak kurabiye getirmeyi de ihmal etmemişlerdi. Koç, her zaman yaptığı gibi kurabiyeleri elleriyle ufalayarak yanında yöresinde gezinen, politikacıların olur olmaz barış boyalarına batırıp çıkardıkları güvercinlere vermeye başladı.

 Ağır bir rahatsızlıktan sonra kendini yeni yeni toparlamaya başlayan Mazlum, Niyazi Koç’a dönerek “Çok zayıflamışsın dostum” dediğinde Koç, rengi soluk, fersiz kelimelerle “Çok geziyorum. Westland, Naaldwijk, Wassenaar, Zuiderpark, Scheveningen, Kijkduin’i dolanıp duruyorum. Çok kilo verdim” dediğinde o sinsi hastalığın onun vücuduna yerleştiğinden kimsenin elbette haberi yoktu.

Her zaman yaptığı gibi sabahın erken saatlerinde Van Gogh sokağındaki evinden çıktı, şehir merkezine vardığında gözleri kararıp başı dönüp düşmüştü… Ambulansla Westeinde hastanesine kaldırıldığında Ali, Bilge ve Yüksel hemen yanına yetiştiler. Filmler çekilip tahliller yapıldı. Doktor Güven’e gelen sonuçlar olumsuzdu.

Niyazi Koç’u uzun, yorucu ve zorlu bir süreç bekliyordu. Westeinde, Leidschendam, Bronovo hastanelerinde, hastanelerin koridorlarında, laboratuvar laboratuvar gezinecek, tahlil üzerine tahliller yapılacaktı. MR’lar, röntgenler çekilecekti. Kan alınıp, kan veriliyor. Hemşirelerin, doktorların ince uzun zarif parmaklarını, kalın mercekli gözlüklerin biraz çukurlaştırdığı ince burunlarını enjektöre benzetmeye başlamıştı. Koç’a kalsaydı tıp alemine kısaltılmış sözcükler kazandıracaktı. ”Enjektör burunlu doktor kan alıyor… Gelen enjektör parmaklı iyi bir doktordur.” gibi sözcükleri lügatimize yerleştirecekti.

Yaşanan bu uzun süreç boyunca çok güzel bir dayanışma örneği sergilendi. Ali, Bilge, Arzu ve Yüksel, Koç’la birlikte hastane koridorlarında gezinip durdular. Evler 12 Eylül döneminin tipik dayanışma ağlarına dönüşmüştü. Ali, Bilgiye, Nimet, Yalçın, Hatice, Apo Hesen, Gülderen, Bülent, Mustafa, Hediye, Yüksel, Bircan kelimenin açık anlamıyla saygı duyulacak dayanışma örnekleri sergilediler…

Fransa, Belçika, Almanya ve İngiltere’den arkadaşlarımız ara ara ziyaretlere gelip gittiler. Mayıs ayının ilk başlarında sanatçı arkadaşımız Garip Şahin’i kaybettik. Niyazi Koç hastalığın 4’üncü evresindeydi, kemoterapi iki seans sonra durduruldu. Dünya’da tanınmış Amsterdam Kanser Enstitüsü, yeni üretilmiş bir ilacı denedi. Bir aylık denemeden sonra bir sonucun alınamayacağı anlaşılınca ilaç tedavisi de durduruldu. Evet artık iyice yolun sonu görünüyordu. Ayazlı bir sabah Van Gogh sokağına doğru yola çıktım.

Aklımın sağır odalarında Van Gogh’un Fransa Arles’te hastanede yatarken yaptığı tutuklular resmi gezinip duruyordu… Merdivenlerden yukarı çıktığımda duvara yapışık üzeri gelişigüzel dağınık ilaç paketleriyle dolu olan masaya takıldı gözlerim.

Fersiz sözcüklerle “İşte halim budur. İlaç değirmenine döndüm. Dostum zamanım çok daraldı” dedi ve alaca renkli battaniyeyi üzerine çekti.

‘Moralini yüksek tut’ dediğimde hayatı üç beş cafcaflı cümlenin içine sığdırmaya çalışan aklı havada bir yeni yetmeye bakar gibi bana baktı. Döndü sonra yavaşça, çeşitli tehlikelerle dolu tuhaf bir rüyanın içinde yürüyormuş da bastığı yere dikkat etmesi gerekiyormuş gibi, ayaklarının ucuna baka baka pejmürde mutfağa doğru gitti.

Kaş göz arasında bilet alındı. Ertesi gün ailesinin yanına İstanbul’a gidecekti. Evet Den Haag’taki son geceydi. Hemen herkes Apo Hesen’gilde toplanmıştı.

Kimse konuşmuyordu. Bir müddet, kendisinden başka hiçbir şeye benzemeyen tuhaf bir sessizlikti bu. Güzel evin içinde acı acı uğuldadı durdu. Her şey dünyanın dışına taşan ulu bir rüzgar gibi gelip oracıkta donmuş gibiydi.

Sevgili Hatice ve Nimet’in özenle hazırladığı yemeklere takati kalmamış elini zorla uzatıyor, bir parça ancak alıyordu. Ne zaman, Nefize hanımda, Bilge, Hatice ve Nimet’te köy yemekleri yerse anası Bezar hanımı hatırlıyordu.

Akıllarındaki geçmişin gölgesine oturup sohbet etmeye çabalıyorlardı. Gurbete geldiklerinden beri Kaypakkaya geleneğinin etrafında örgütlenmişlerdi. Başta devlet tarafından hunharca katledilen Nubar Yalım’ın katkıları olmak üzere köklü bir demokratik mevzi olan HTİF ve TİOD yaratılmıştı.

12 Eylül’ün karanlık zamanlarında. Bu demokratik kurumlar çok önemli, hafızalara yer etmiş eylemler örgütlemişti.

İçinden kopup geldikleri ülke tarih içinde çok yavaş hareket ettiğinden zaman bir türlü ileriye doğru gidemiyor, dönüp kendi üstüne katlanıyordu. İçinden geçtiğimiz bu karanlık süreçte geçmiş yüzyılın bir devamı değil miydi? Bu durum gözler önünde tutulduğunda, demokratik mevzilerin önemi daha iyi anlaşılır.

Uzunca süren, dağınık hasbihalden sonra kalkıldı. Dışarıdaki olanları Özkan, ‘Babamla Koç birbirlerine bugünlere kadar hiç görmediğim gibi sarıldılar. Ayrıldıklarında iki adım gittikten sonra ancak filmlerde olabilecek bir şekilde oldukları yerlerinde geri dönüp uzun uzun birbirlerine baktılar… Çok dramatik bakışlardı’ ifadeleriyle anlattı sonra.

Kırk yıla yakındır buralarda yani gurbetteydiler. Evet hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamazdı.

Sartre “Bir insan her zaman bir hikaye anlatıcısıdır; kendi hikayeleriyle ve başkalarının hikayeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır” derken haklıydı.

Uzun bir hikayenin, orasında, burasında, etrafında dolanıp duruyorduk…

Eskidendi çok eskiden, gurbet kelimesini daha sık kullanırdık. İçimizi titreten bu kelimenin, farklı bir ağırlığı vardı. Bir şehirden bir şehre gidenler de gittikleri yerin adını söyleme gereği duymaz, bunun yerine, gurbete çıkıyoruz derlerdi. Hayat bir şekilde gurbetle sınanır, gurbetle olgunlaşırdı. Velhasıl, gurbet kelimesi, acıların, kayıpların, hastalıkların, hasretlerin birçoğunu içinde taşıyan alabildiğine geniş bir kelimeydi. Gurbet türkülerimiz, gurbet hikayelerimiz vardı.

Niyazi Koç, sabahın köründe hatıralarını, acılarını, ağrılarını derleyip toparladıktan sonra, son kez baktı Van Gogh sokağındaki 37 numaralı evine… Yıllardır sevinçle, heyecanla gittiği Schiphole bu defa omuzları düşük gözleri buğulu gidiyordu.

Sağın köyünden sonra ergen gençlik yıllarını geçirdiği ağabeyi Ağa Koç’un yargısız infaza kurban gittiği haramilerin kenti İstanbul’a bu kez hasta vücudunu götürüyordu.

İstanbul’da yeğenleri, kardeşleri, bütün ailesi üzgün fakat özveriyle karşıladılar yüreği yaralı arkadaşımızı. Sinsi hastalık hızla yayılmaya devam ediyordu…

Hastane koridorlarında, laboratuvarlarda dolanıp durmaya devam etti. Acılarını, ağrılarını toparlayıp bugün ‘Bu güzel ve rezil dünyadan çekip gitti.’

Kan ve ateşin yıktığı Dersim Mazgirt’ten Sağın’a gelmişti babası. Gurbeti çocukluğunda yaşamıştı. Köyü saran adı bilinmeyen salgında köyün 14 çocuğuyla birlikte adını bilmediği kardeşini de kaybetmişti Niyazi Koç. Anası Bezar hanıma ve göçmen babaya ve art arda ölen 14 çocuğa anlatacağı pek yeni bir şey yoktu. Her şey devam ediyordu. Bu ülkenin ne yazık ki makus kaderi buydu.

Düzgün Dağlarından, Tor, Mezragazi dağlarından gelen sığırcık sürüleri, turna sürüleri, kırlangıçlar, o sevip her gün yemlediği güvercinler ve bütün kuş sürüleri bu mülayim adamın mezarının üzerinde uçuşacaklardır… Bu ülkeden, evet gurbete gidenler daha çok Niyazi Koç’un gurbetten döndüğü gibi dönüyorlardı…

 Feqiye Teyran’nın, göçmen kuşları onun stranlarını, klamlarını, Egide Cimo’nun kaval sesiyle birlikte O’na taşıyacaklardır..

Güle güle rüyaların çok olsun sevgili dostum…



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Anı-Anlatı Haberler

  • Siyaset ve Edebiyat- 4

    Cezaevinde uzun süreli bir direnme kültürü kurmak zorundaydım. Peki bunu nasıl kuracaktım? Siyasetle mi,...

  • Siyaset ve Edebiyat- 3

    Dersim'de kurulan ordu, Malatya’da da kurulmuştu, İbo Dersim’e gelip beni orduya almıştı. Vartinik baskını...

  • Siyaset ve Edebiyat- 2

    Peki, Dersim Polis Karakolu’nu neden bir bombayla ihtar etmiştik? Bu karakol bizden önce, Pir...

  • Siyaset ve Edebiyat- 1

    1972’nin sonunda, Filistin kamplarına gidip bir ay kaldım. Dönerken Halep’te Cigerxwin’i evinde ziyaret ettim....