Marksist Tarih Felsefesinin temel hareket noktalarını ve gözlemcinin tarih yazımı üzerine etkilerini bilince çıkarmadan, gelenek tarihine ilişkin bilimsel bir çalışma yapmanın zorluklarına dikkat çekmek istiyoruz.
Merkezine kahramanlık kültünün ve kaynağı dinlerden gelen inanç histerisinin yerine, ekonomik üretim ilişkilerini ve sınıf çatışkılarını koyan, siyaset, askerlik, sanat ve diğer etkinlikleri bu tarih yapıcı temel yapı ile ilişki içerisinde inceleyen materyalist bir tarih yazımına ihtiyaç vardır. Üretimin toplumsal süreçlerdeki belirleyici rolü, Tarih felsefesinin ve Siyaset biliminin temelini oluşturuyor. Kaypakkaya düşüncesini ortaya çıkaran sebepleri, tarihin oluş ve varlığına yol açan bu alt yapı dokusu ile ilişkiler bağlamında anlamlandırmak gerekiyor.
Geçmiş ile şimdi arasında kesin bir ayrım yoktur. İki zaman birimi arasındaki tarihsel koşullar ve özgünlüğe dair farklılıklar, aralarında bir bağ bulunmadığı anlamına gelmez. Bu doku sadece ruhsal, hatıra, vefa ve ilahi söylencelerle değil, bizzat toplumsal maddi yasaların gerçek hareketleriyle örülmüştür. Bu zamandaki aktüel varoluşumuz, henüz tarihsel olmamış bir gerçekliğimiz olabilir belki ama, tarihin şimdiyi içermediğini iddia etmek saçmalık gibi görünmektedir. Geçmişin bugün ile ilişkisi bağlamında bir doğası olduğu gibi, o sadece hafızamızda ve tarihsel imgelerimizde kurguladığımız için var değildir. Geçmişin doğası, bilimde gözlemciye atfedilen tartışmalı bazı özellikler sebebiyle, zannedilenden daha karmaşık ve farklı özellikler gösteriyor olabilir.
Gözlemcinin içinde olduğu ve iradesi dışında örülmüş bir uzay zaman vardır. Bu aynı zamanda gerçek fiziki dünyanın parçasının dahil olduğu bir kendinlik halidir. Tabi ki gözlemcide bütün bu fenomenlerle birlikte bu görüntünün geçici bir parçasıdır. Fakat deneyimlerin, yorum ve öngörülerin kişiselliği, çoğunlukla doğal dünyanın bir parçası olmaktan ayrılmakta ve giderek zamanın olmadığı gerçekliğe ait soyut bir dünya arayan akla dönüşmektedir. Yani uzay zamanın geçici bir fenomeni olan gözlemcinin tarih yazımını yöneten bilinci, içinde bulunduğu doğal gerçeklikle çelişmeye düşmektedir.
Son dönemlerde Kaypakkaya’nın ve gelenek tarihinin epistemolojik içerikli değerlendirmelerinde bir gözlemci sorunsallığının ön plana çıktığı görünüyor. Günümüz olaylarının tarihsel izleri, geçmişin doğasının köklerine doğru uzanıyor. Geçmişin doğasının izlerini takip eden ve onu gözlemleyip ölçtüğünü zanneden gözlemci, muhtemelen gerçekte kendi kafasında önceden oluşturduğu, mekansallaşmış zamanın baskın geldiği, yani uzay zaman diyalektiği dumura uğramış statik bir soyut dünyanın izlerini arıyor olabilir.
Değişim, gözlemciye rağmen gerçek doğal dünyanın bir özelliği olmakla birlikte, bu durumu öngörmek sınıfsal ve kişisel tercihlere göre değişebiliyor. Çoğunlukla, geçmişin doğasını yorumlayan tarih yazımcıları ve felsefecilerin yarattığı eserler, geçmişin doğasının objektif bir resmî değil, bizzat içinde bulundukları ve kendi bilincini yaratan toplumsal koşulların ürünü olan eserlerdir. Genel olarak bilimde bir “Gözlemci Sorunsallığı” olmasına karşın, en çok gözlemci etkisinin göründüğü alanlar Kuantum deneyleri ve Tarih bilimidir. Çift yarık deneyinin açığa çıkardığı, bir parçacığın dalga ve parçacık ikileminin yarattığı süper pozisyon halinin gözlemci etkisi nedeniyle aynı anda ölçülmesine dair imkansızlıklar, momentum ve konumunun aynı anda bilinmezliği vb. sorunlarla ilgili Fizikçi Niels Bohr’un önderlik yaptığı Kuantum mekaniğinin “Kopenhag yorumu”, bilimde gözlemin ve dolayısıyla bilincin rolünü öne çıkaran bir devrim niteliğindedir.
Her ne kadar deneylerde kullanılan aletler, gözlemcinin görmesini sağlayan ışığın varlığı gibi fiziksel etkenler söz konusu olsa da tıpkı Sosyal bilimlerde de bir sorunsallığa yol açan bilinç ve paradigma açısallığında genişleyen bir gözlemci etkisi ortaya çıkmıştır. Fiziksel halin teorik bilgisini, gözlemcinin bilgisel haline bağımlı kılan bir metodolojik kavramlaştırmanın ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bilimsel gözlem sonuçları, öğrenilen şey ile öğrenen şeyin birbirine karışması olarak tarif ediliyor. Yine Niels Bohr’un “Tamamlayıcılık İlkeleri’nde sadece modern fiziğin değil, aynı zamanda tarih felsefesinin izleri vardır. Kendinde atomu olduğu gibi resmedilmesine dair imkânsızlığa işaret ederken, “Geleneksel kavramlarla atomun dünyasını bütüncül bir şekilde anlayamayız. Çünkü kavramlarımızın sınırları bunları engeller.” önermesiyle, Sosyal bilimlere açılan gözlemci etkisinin sorunsallığına dair kanıtlar veriyordu.
Sadece atom seviyesindeki varlıkların özelliklerini değil aynı zamanda varlıkların tarihsel özelliklerini de, sınıfsal şekillenişimizden kaynaklı kavramsal yaklaşımlarımızla etkileriz. Metafizik hareketlerin donattığı bir zaman metaforu ile, tarihsel anlamda ne Kaypakkaya degerlendirilebilinir, ne de gelenek tarihi yazımlanabilinir. Ne geçmiş ve gelecek zamanın tutucu bir şekilde tek mekâna indirgendiği dogmacılıkla ve ne de zamanın mekân iç yapısından koparılarak üretilen liberal bir değişim önermesiyle ortaya çıkabilecek bir eser gibi durmuyor. Geçmişin doğası ile oynayan bir bilincin varlığı ve etkinliği bir tarafa, bütün kuşakların çileli yazgısının üzerinden geçen aslında zaman değil, maddelerin değişen niteliği ve hareket yasalarıdır. Varlığın bugünkü biçiminden öngörülen yada kestirilemeyen başka bir biçime dönüşümü zamanı görünür kılıyor. Geçmiş kuşkusuz zamanın gerisinde kalmış küflü ve kasvetli hadiselerden ibaret değildir. Tarihi, sadece dünün ve bugünün değil, yarının da bilgisi yapan ana sebep, ekonomi temelli sınıf hadiselerinden doğmuş bir bilim olmasından ileri gelir.
Bu özellik tarihe materyalist bir karakter kazandırıyor. Her tarihsel yaşam sürecinin çoğunlukla yerkürede benzer toplumsal üretim formasyonları etrafında dönmesi sebebi ile, Tarih bilimi bütüncül özellikler gösterir. Siyaset ile tarih arasındaki kopmaz ilişkinin muhtevasını, tarih siyaseti belirleyen, siyaset ise tarihi etkileyen şeklinde tarif etmek yerinde olacaktır. Bu anlamda Kaypakkaya düşüncesi, başka bir yazı ile ifade etmek kaydı ile tarihi etkilemiştir. Kinetik ve potansiyel olarak tarih yapıcı özellikleri güçlü bir şekilde varlığını korumaktadır. Bir örgüt formasyonunun yapı taşlarının sınırlarını aşarak, alt tabakalardaki Sosyolojik hareketlerin dokusuna karışmıştır. Hatta diplerde kaynayan, Sosyolojik ve geleneksel özellikler de gösteren kitle hareketlerinin belirleyici yapı taşlarına doğru evirilmiştir. Önemli bir miktarda devrimci sınıf pratisinin, kendi resmi iktidar ve örgüt paradigması ile düşünsel ilişkileniş biçiminin getirdiği yabancılaşma sebebi ile, tarihin nesnesi karşısında gözlemci olma rolü dumura uğramaktadır.
Zamanın yıkıcı ve başkalaştırıcı yasalarının yaptığı aktüel insan bilincinin, kendisini ve çevresini gözlemleyip keşfetmesi meselesi sorunludur. Özgür bir aklın olmadığı yerde, gerçekte bir gözlemci de olmayacaktır. Sınıf mücadelesi tarihindeki başarı ve başarısızlıkları, bir avuç kahramanın, Teolojiye gönderme yaparcasına onların kutsal rolleri ile açıklamaya çalışmak, denizlerin ani kabarmasını, tanrıların gazabı olarak gören esir edilmiş bir aklın, tektonik hareketlere ilişkin bilgi varımından soyutlanmış tutumuna benzer. Sihirlerin ve dogmaların yönettiği siyasetin, bütün çaba ve gözlemlere rağmen, bilimsel bir üst seviyeye ulaşamamasının sebebi, tarihe ve dolayısıyla bir elektron çorbası gibi kaynayan doğaya inandığı gibi bakmasıdır.
Kuşkusuz ideolojik gücün belirtisi, düşüncenin madde ile kurduğu muhafazakâr ilişkisinde gizli değildir. Geleneksel bu tür ilişkilerdeki yapıcı unsur, maddelerin iç muhtevası ve hareket olasılıkları değil, kaynağı belli olmayan inanç gösterisidir. Maddeyi mükemmelleştirmek, kutsama ve tapınmacılık, hiçbir kesimi, gelecekte güvenilir varoluşsal sığınakları olan bir politik kuramın sahibi yapmayabilir. Evrenin her köşesinde gerçekleşen, ısının sıcaktan soğuğa doğru akma yasası ile entropi yasası arasında ki uyum ve işbirliği, bizlere, zamana karşı dayanıklı fikirler üretmede zorlayıcı sınırlar koyar. Subjektif politik formasyonlar ile örülmüş katı bir dünya gerçekliğini onaylayan bilgi kırıntıları ile olan ilişki, özgür bir ilişki olmadığı gibi, önceden kurgulanmış statik bir dünyanın olumlanmasına hizmet eden bir tarzla zamanda dayanmak mümkün değildir. Politik geleceğimize dair bir tarih yazımına ihtiyaç olduğu gerçeğini teslim etmekle ve diyalektik tarih yazımının, atom üstü düzeyde determinist esaslarla çalışan nesnelerin tarihini yazmaktan daha karmaşık ve hassas bir süreç olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Başta Modern Fizik olmak üzere bilimin birçok alanında, “Gözlemci etkisi” kavramı kabul edilmekle birlikte, bu etkinin en çok, geçmişin izini süren tarih yazımcılığında göründüğünü kabul etmek gerekir. Tarihin bu kadar tartışmalı bir alan olmasının sebebi, kanıt yokluğu değildir, gözlemcilerin sınıfsal farklılıklarından ileri geliyor. Zamanın bizim dışımızda bir var olma biçimi var. Tarih bilimine oluş ve varlık kazandıran insan etkinliğinin, aynı zamanda zamanın var olma biçimini bu düzlemde yalnız başına etkilediğini biliyoruz.
Kaypakkaya düşüncesi de tarihsel anlamda beyaz donluların, yamalıların, çarıklıların, ağır işçilerin ve helâk edilmiş kavimlerin etkinliklerinin ürünü olarak ortaya çıkmış bir kurtuluş keşfidir. Marksist tarih kuramına göre insanlar tarihlerini kendi yaparlar, ama tarihi yaparken kendilerinin serbestçe seçtiği parçaları bir araya getirerek değil, geçmişten devrolunan verili koşullarda, dolaysızca önlerinde buldukları ile yaparlar. Bütün bunlar doğrudur. Ama Kaypakkaya, düşüncede tarihi, sadece önünde bulduğu dolaysız parçalarla değil, aynı zamanda ters yüz olmuş ve toz altında kalmış bazı görünmez gibi zannedilen parçaları da bir araya getirerek yapmıştır. Baldırı çıplakların makus talihini değiştirecek kurtuluş tohumları, bir kez şişeden kurtulduktan sonra, topraktan bir daha asla geriye dönmezler.