Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, ayrışık yaşam ve söylem ikileminden doğan yabancılaşmış siyaset üretimidir. Teori ile pratiğin ilişkisindeki parçalı duruş, sadece bilimsel ve uygulana bilinir bilgi üretimini sınırlamakla kalmaz aynı zamanda etik sorunsallığına güçlü çağrılar yapar. Genel anlamda, bilgiye ulaşmadaki küresel teknik imkanlar, aynı doğada bulunma ve Sosyo ekonomik bağlamda tek bir dünya formasyonunda yaşama gibi sebeplerle aydınlanmanın sınırları geniştir. Ama söz konusu olan, belli bir ihtisas alanına dayalı politikalar üretmeye gelince, devrimci politikacının bizzat o özgül sürecin bir parçası olması zorunludur. Siyasetin toplumsal süreçlerle olabilecek uygunluk ihtimalini ve etik ile olan ilişkisini belirleyen standartları ayarlayan yasalardır bunlar.
Olası bir halk savaşının parçası olmadan, halk savaşı teorisini geliştirmek mümkün olmayacağı gibi, kent barikat direnişlerinden kopuk bir tarzda, yığın patlamalarını doğru bir şekilde yönetecek taktik ve stratejik politikalar üretmek mümkün değildir. Aynı şekilde işçi sınıfının sendikal mücadele, grev, boykot ve fabrika işgali gibi demokratik sınıf mücadelesi içerisinde önderlik yapabilme ve doğruluğunun sınanma ihtimali olan ikna edici politikalar üretebilme ön koşulu, devrimci siyasal aktivistin bizzat bütün benliğiyle işçileşmesinden geçmektedir. Özel mülk ile olan organik, ideolojik ve kültürel ipleri koparmadan, mülksüzler cenahına doğru bir temelde önderlik yapmak mümkün olmadığı gibi etik de değildir.
Evet anlaşılmazlık ve tesadüf kavramları bilimsel bir gerçekliktir. Evrenin oluşumunda, bugün ki forma kavuşmasında, yaşamın doğmasında ve bizzat evrim sürecin de tesadüflerin rolü küçümsenemez. Ama doğa, toplum ve dolayısıyla siyaset belli zorunlu yasalarla yönetilmektedir. “Kuantum dolanıklılığı” keşfi, bir çift parçacığın zaman ve mekân tanımaksızın birbirini etkileyebildiklerini göstermiştir. Nesnel gerçeklik, bizim arzu ve sağduyularımıza karşı kayıtsızdır. Teorik ve pratik aklın etkinliğini paradigmasal yıkıma sürükleyen Kuantum mekaniğinin çalışma esasları bile evrende simetriye müsaade edebiliyorken, devrimci siyaset üretiminin yol açtığı eklektizm ve karmaşayı eleştirmek bir elzemdir. Modern zamanlarda, toplumdaki tüketim alışkanlığı ihtiyaç olmaktan uzaklaşıp, ayrıcalıklı sınıf statüsünün bir yarışı haline gelmiştir. Her ürünün en pahalısını tüketmek, sosyal dünyada ayrıcalıklı bir bakış açısı ve parlak değerler silsilesi olarak geri dönmektedir.
Gücün, mevcut koşulların ve olguların abartıldığı popüler siyasetin beslendiği felsefe ile toplumdaki tüketim fetişizmi denen yapay sürü davranışının kaynaklık ettiği felsefe aynı akraba kökenlidirler. Bu durum, siyasetin tüketim pazarına sürülmek üzere metalaştırılmasına benzer. Bu tarz siyaset üretme ve sunma çabası, devrimci görev ihtimallerinden yoksunluk pahasına, iktidar için iktidarı isteme amacına yaslanır. Lâtince de “Moral”, Yunanca da ise “Ethos” sözcüğüne karşılık gelen Etik, kısaca “İyi bir varoluş” anlamına gelmektedir. Bir felsefe disiplini olarak “Etik”, insan ilişkilerinde değer sorunuyla ilgilenir. “Neden, nasıl ve ne yapmalı?” sorularının yol açtığı problemleri çözmekte kullanılan ölçü ve standartlar, etiğin muhtevasını ve sınırlarını belirler. Siyasetin ana argümanı olan insanın, siyasetle olan ilişkisinde doğru ve erdemli davranışının ölçütlerinin neler olabileceği ve uzun süredir unutulmaya yüz tutmuş bu ilişkinin muhtevasının getirdiği sorunların tanımlanması gerekmektedir.
Devlet ve toplumun tarih sahnesine çıktığı dönemden beri etik kavramının yaşama girdiğini biliyoruz. Grek Roma ilk çağ filozoflarının kavramlaştırmaya çalıştığı bu olgu, sosyal siyasi hayatın bir parçası olarak Babiller donemi ele alındığı anlaşılıyor. MÖ 1750-1795 tarihlerinde, 282 maddelik Hamurabi yasalarında, ilk olarak etik düzenlemenin yazılı izlerine rastlanıyor. Her ne kadar kökleri Selçuklulara uzanan Ahilik teşkilatının beyannamelerinde de iktisadi yaşamın bir sorunsalı olduğu anlaşılıyorsa da bu konudaki derli toplu yazılı eseri, 1919 yılında, “Meslek olarak siyaset” adlı eseriyle Max Weber yapmıştır. Weber, etik kavramını, inanç etiği ve sorumluluk etiği olarak sınıflandırıp, kapitalist çalışma ve siyasi hayatın standartlarına koşullamaya çalışmıştır.
İnsanlık tarihi boyunca etik kavramı alt yapı gerçeğinden yalıtık ve idealist bir tarzda ele alınmıştır. Bütün etik standartları oluşturmaya dair etkinlikler, mülkiyet ilişkilerinin düzenlenmesi esasına göre şekillenmiştir. Mesela Hamurabi yasalarının Mühendislikle ilgili bölümlerinde, müttehit ile müşteri arasındaki mal üretim ve takas ilişkisinin bir argümanıdır etik. Yine Ahilik ve Lonca sistemindeki tüccar müşteri ve usta kalfa ilişkisini belirleyen standart değer modelde görüldüğü gibi, mülkiyetin daimiliği ve acımasızlığını belirleyen bütün ahlaki söylenceler, Marks’ın din için söylediği ” Kalpsiz dünyanın sevgisi” metaforunda olduğu gibi duruyorlar. Kendisinden önceki filozoflar gibi, Marks’ın kuramsal yazılımlarını ahlaki bir vaaz olmaktan alıkoyan şey, Marks’ın gerçek dünyanın yansımaları ile değil, bizzat maddi gerçekliğin kendisiyle ilgilenmesidir.
Ontolojik olarak etiğin, insanın adeta paslanmaya yüz tutmuş öz doğasının ürettiği bir varoluş tarzı vardır. Bir üst yapı kurumu olarak, insanı kuşatan ve doğasıyla tersleşen alt yapı ilişkilerinin kıskacından şeklini almaktadır. Özgür emek etkinliğinin doğası kültleri, mitleşmeyi, gizemi ve devasa bürokratik/militarist aygıtları sevmez. İktidar ile bilginin doğasında sürekli bir çelişme vardır. İktidarın her türlüsü, statükoyu, dogmaları, sloganları, biçimi, niceliği ve yıkıcılığı sever. Özgür bilgi ise iktidarsızlığa, yönetilmemeye, doğal yaşama ve şüpheciliğe meyillidir. Bilim sürekli kendi anti tezini üretmeye eğilim duyarken, iktidar ise varlığını daha güçlü kurmaya heveslidir. Popüler siyasetin zamanla radikal görünümlü deforme bir siyasal kişilik yarattığını kendi tarihimizin tecrübelerinden biliyoruz.
Evet, sınıflı uygarlık tarihinin, bazı özgül koşullar gereği kahramanların oluşmasına müsaade ettiğini biliyoruz. Ama burada Mao’nun ” Biz kahramanlar tarihte çoğunlukla safdil ve gülünç bir haldeyiz... Asıl kahramanlar kitlelerdir.” analizini hatırlatmakta fayda var. Bu tarihsel tecrübe ışığındaki önerme, devrimci aydınlanmacılığa iyi bir metodolojik örnektir. Kahramanlar tarihte çoğunlukla oluşmazlar, onları bizzat halk yaratır. Ve halk bazen, kendi yaratıcı rolünü ve kolektif emeğinin sonuçlarını tek bir kişinin suretinde özdeşleştirir. Devrimci aydınlanmanın yerine, marjinal ters yüz dünyanın masalımsı tortularını koymak ve felsefi kökleri tanrısal bir inançtan beslenen ilahi bir söylem geliştirmek de denir bunlara. Bireyin kendi düşünce ve ruh dünyası ile birlikte bütün işlerin sarpa sardığı bir süreçtir bu. Onu verili dünyanın anti-tezi olmaktan alıkoyan, gerçek dünyadan bu trajik kopuştur. Artık yeni insanı ele alma ve oluşturma süreci, içinde dinozorların da olduğu yarı fantastik politik bir dünyanın olumlanmasına tabidir.
Böylelikle ilişkiler, manevi değerler ve kültür, bu diyalektiği sakatlanmış dogmatik dünyanın tortularıyla, ilahiler eşliğinde ilmik, ilmik örülür. Bu dünya içerisinde, insana doğasında olmayan müdahaleler gerçekleşir. Hiçbir kutsal söylencenin, bilimsel yasalar karşısında bir hükmü yoktur. Toplumsal karşıtlığını, toplumsal yasaların denetiminde gerçekleştiremeyen politik düşüncelerin yarının dünyasında yeri olmayacaktır. Düşüncenin madde ile olan yaklaşık göreceli değer parametrelerindeki uzaklaşma ve kopuş, sorunsal olmaktan gereksizleşmeye doğru evrilecektir.
Bütün politik kutsal mabetlerin, tarihin yasalarının devinimi karşısında çatırdamaktan kurtulamayacağı gerçeğinden hareketle, devrimci politikayı efsunlu söylencelerden ve marjinal dünyanın masalımsı tortularından kurtarmanın yolunun, canlı bir bilim olarak Marksist siyaset Metodolojisinin yeniden kavramlaştırılmasından geçmektedir. Her tür gerçekliğin güncel varlığına açıklık getiren fikirlerimizin anti tezlerinin ortaya çıkmasına sadece fırsat değil, bizzat destek de vermeliyiz.