“Yaşasın Türkiye halklarının bağımsızlığı! Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm!” Deniz’in okuduğu son şiirdir bu kanımca. Deniz’in ve ‘68’in mirası da bundan başka bir şey değildir. Şimdi genç devrimcilere, bu mirası ırkçılığa-şovenizme, teslimiyetçiliğe karşı inadına yükseltmek görevi düşüyor.
“Bir dünya daha olmalı, burada
Bir yerde; o kadar yakın ki,
Seslensem duyulacak belki;
Belki başladım onu yaşamaya.”
Direniş zamanıdır Mayıs. Yerin altından gelen yangınların, umudun ve erkenci gitmelerin ayı. Biz en çok baharları ölmüşüzdür ve en çok baharları yaşamış. Bu topraklarda baharlar tutsak edilmiştir en çok. Ve insanlar asılmıştır baharlar şafağa vurduğunda. Bu yüzden şair: “Ben en çok şafakları ağlarım” diye yazmıştır içeride. Ama her bahar bir meydan okumadır. Her Mayıs bir başkaldırı. İsyanı büyütenlerle türküsünü tüketmişler arasında bir kavgadır sürer gider her Mayıs’ta.
Uzun süredir sinema filmleriyle ve söyleşilerle sürdürülen ’68 tartışmalarından söz etmek istiyorum. Herkes nasıl bir gelecek düşü kuruyorsa ‘hal’den geçmişe öyle bakar. ’68 efsanesi uzun süredir dünyayı isteyenlerle, değişim adına statükoyu sürdürmekten yana olanlar arasında yaşanan kavganın ideolojik arenalarından biri olarak beliriyor. Nostaljiyle avunanlarla, yaşları genç ama beyinleri oldukça eskimişlerden oluşan bir ittifak, bizim altmış sekimizi bireysel terörizm eleştirisiyle, ulusal kurtuluşçuluk çiti arasına sıkıştırmaya çalışıyor. Neo-liberal sistemin ideologlarının küçümsenmeyecek başarılarından biridir bu. Onlar: “68 gerçeği diye bir şey yok. Herkesin kendi bulduğu noktadan gördüğü bir ‘68 hikayesi var yalnızca” diyorlar, eski ‘68’li Gülay Göktürk gibi. Ama tek bir ’68 hikâyesi var ve elbette herkes onu kendi konumlanışı açısından yorumluyor. Tüm devrim ideallerinin sona erdiği, sosyalizmin geri dönüşsüz biçimde yok olup gittiği propagandasını yayanları, isyanı ve kurulu düzeni “hemen şimdi” değiştirilmek isteyenlerin umutlarını anımsatan ne varsa yok sayma çabasına girmeleri anlaşılamaz bir şey değildir.
Tüm dünyaya, emperyalizme ve kapitalizme karşı bir başkaldırı hareketidir özünde ’68. Öğrenci eylemlerinin öne çıkması ve tarihin ‘68 Mayıs olması, hareketin yükselmesi dönemine denk düşen bir simgenin doğmasına yol açmıştır yalnızca. 10 Mayıs 1968’de Fransız öğrenciler okullarını işgal ettiler. Komün yenilgisinden beri duvarlarına yazı yazılması yasak olan Paris sloganlarla donandı: Dünyayı istiyoruz hemen şimdi istiyoruz; gerçekçi olun imkânsızı isteyin; ‘68’i ifade eden sloganlar oldular. Akşam Gazetesi’nden Can Kolukısa’nın aktardığı duvar yazılarından en hoşuma giden “kırmızıdan korkmayı boynuzlu hayvanlara bırakalım” olmuştur kuşkusuz.
Bizim ’68 kuşağı kendini eylemlerden yirmi yıl sonra anımsadı. Ve dilimize dolamamızı sağladıkları: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” sloganını yeniden yorumladılar. İmkânsız olan devrim istemek, gerçekçilik ise düzenin üretilmesine katılmaktı onlara göre artık. Her biçimiyle düzene entegre olmuşlardı. ’68, yaşanmış bir romantik hoşluktu onlar için. ’68 barışçılığıyla, kendiliğindenciliğiyle, çiçek çocuklarıyla, ‘bir sivil itaatsizlik eylemi’ olarak naifliğiyle öne çıkarılıp güncelleştirilirken, onun kurulu düzene ait ne varsa sorgulayan ve reddeden yönü, sosyalizmi bir yaşam tarzı ve seçenek olarak sunan yüzü yok sayıldı. Hâlbuki ’68, tüm dünyada bir devrimci kalkışmadır, ezilen halkların emperyalizme savaş açmasıdır; kadınların özgürlük mücadelesidir, gençlerin kurulu düzeni reddetmesidir, aydınların sosyalizmin yanında saf tutmasıdır. Bugün vazgeçilmez sayılması için durmadan teoriler üretilen sermaye düzeninin topyekün reddidir.
Dünya 60’ların ortalarından başlayan ve 70’lerin başlarında sönen bir devrimci yükselişe sahne olmuştur. Paris’te öğrenciler ayaklandılar, işçiler revizyonist sendika yöneticilerini yok sayıp grevlerle ve işgallerle sarstılar Fransa’yı; Almanya tarihin en radikal öğrenci eylemlerine ve kutsal mülkiyet düzenine silahla başkaldırmayı tasarlayan örgütlenmelere sahne oldu; İtalya burjuvazisi kızılların egemen olacağı korkusuyla ecel terleri döktü; Amerika’da siyah isyan Washington’a dek yayıldı. İşçilerin ve öğrencilerin Vietnam savaşını ve ekonomik sıkıntılarının protesto eylemlerinin kitleselliği plütokrasiyi ciddi biçimde ürküttü. Afrika’nın her yerinde özgürlük ateşleri yanıyordu. Latin Amerika’da gerilla eylemleri, Küba devriminin başarıları, Filistin’de ve Vietnam’da bağımsızlık mücadelesinin yükselmesi, halkların elde ettiği kazanımlar genel kalkışmanın işaretleriydi. Tüm dünya kendine dayatılanı reddediyor; işçiler, köylüler, emekçiler, kadınlar ve tüm ezilen halklar güçlerinin bilincine varıyorlardı. Yükselişin ayırıcı özelliği geleceğin sahibi sayılan gençliğin öncü eylemliliğiydi kuşkusuz.
Ortalıkta yeniden başkaldırı ve sosyalizm hayaletinin dolaşmasını istemeyenler, yaşananları evcilleştirerek sunmanın, isyanı itaatsizliğe çevirip düzen çitiyle kuşatmanın yollarını arıyorlar şimdilerde. Batı’nın ‘68’i ile bizimki arasında önemli farklılık da göz ardı ediliyor bu arada. Batı’nın ‘68’in öncüleri sorguladılar ve karşı çıktılar. Değiştirmek gerektiğini biliyorlardı. Ama isyanları ısrarlı olmadı. Eskiyi yıkmaktan yanaydılar, yerine yeniyi koyacak inatları yoktu. Bizim ’68, işte tam da bu noktada farklı oldu. Yeniyi isteme kararlılığı ve inadı vardı. Ve yerlerini, saflarını zincirlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şeyleri olmayan ama kazanacakları koca bir dünya olanların yanında belirlediler. Şimdi kaybedecekleri çok şey olanlardan bir ’68 kuşağı türküsünü tüketmiş, inadını yitirmiş bir kuru kalabalık; ’68 adına konuşun duruyor. Tartışmanın odağında çoğu zaman Deniz var. Kavga, bu simge ihtilalcı üzerinden yapılıyor. Deniz’i ve arkadaşlarını kimsenin kılına zarar vermemiş, sol cuntacıların oyununa gelmiş romantik isyancılar, haksızlığa uğramış mazlum çocuklar olarak sunmak kurnazlığı içindeler. Dilleri ve filmleri böyle söylüyor. Deniz ve yoldaşlarının tam bağımsızlıkçılıkları, devraldıkları mirasın izlerini ve bulaşıklığını taşıması kaçınılmaz olan sosyalistlikleri tarihselliğinden arıtılıp bugün şovenistliğin ciheti askeriye kuyrukçuluğunun gerekçesi yapılmak isteniyor.
Kanal 6 televizyonunda yayınlanan bir tartışma programı çok ibret vericiydi. Hala sosyalist olduğunu söyleyenlerle onurları ile öldüler diyenler aynı noktada buluştular. Vakıf Başkanı Haşmet Atahan “68 Türkiye’ye gereklidir” dedi. “71 bireysel teorizmdir” Hasan Yalçın ise; ’68 kitlesel, barışçıl ve demokratikti. ‘68’liler silaha başvurmamışlardı. ‘71’in Deniz Geçmiş’i yanlıştı” biçimde aktardı görülerini: Kendisi de ‘72’lerde silaha sarılma yanlısıydı bir “şafakçı” olarak. İronik bir durumdu bu. Ama ayrımı radikalizmle reformizm resmi ideolojiden kopuşla, resmi ideoloji arasında yapılmalıydı her zamanki gibi. Düzenin yedekleri, bugünkü durdukları yerde’71’in Deniz’ini sahiplenemezlerdi elbet.
Bizim ‘68’imiz bir kopuşun gerçekleşmesinde buluyordu ayrım çizgisini aslında. O sıralar yaşanan şuydu: Daima siyasal olan ve her zaman düzenin motor gücü olan gençlik, düzenin bekçiliği rolünden vazgeçip ayrışıyordu. Büyük kısmı: Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm diye özetlenebilecek istemlerle yeni bir eylem çizgisine yönelirken, kaynağını Marksizim-Leninizmden alan yeni bir devrimcilik anlayışı geliştiriyordu. Türkiye’nin genç devrimcileri artık düzeltmek değil, değiştirmek istiyordu. İnatla isyanın değil ihtilalin peşine düştüler. Yol arıyorlardı. Arkalarından daima teslimiyetçi olagelişmiş, sosyalizm kavgasını Kemalizme yedeklemiş bir sol miras vardı. Bu mirasın izlerini taşıdılar kuşkusuz. Güçlerini gelecekten alıyorlardı. Yüzleri geleceğe dönüktü. “İkinci Kurtuluş Savaşı” istemiyle yola çıktılar, “Yaşasın Marksizm-Leninizm” diye öldüler. O yüzden iki Deniz yoktu, tek Deniz vardır. Ve ’71, ‘68’in devamından başka bir şey değildir.
Geçen yıl yollara dökülüp Deniz’e iade-i itibar aradılar. “Susun artık konuşmacılar/siz savdınız sıranızı/ Söz sırası mavzer arkadaşta” diye düşünen Deniz için Meclise başvurdular! Dünyaya artık düzen gücünün, servetin, holding patronlarının odalarının, pazarlamacılığın, satışın ekseninden bakanlar, Deniz’i de yeni bir imajla pazarlama peşindeydiler. Pek tutmadı. Deniz babasına yazdığı son mektupta; “Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım” diyordu. Düzenden hiçbir talebi yoktu. Avukatlarından biri anlattı geçenlerde. Biraz daha ılımlı davranmasını isteyince: “Ağabey” demiş, “neden yumuşak davranalım: Bizi asmaya kararlılar. Bundan beşyüz yıl önce Pir Sultan içinde ‘şah’ sözü geçmeyen bir şiiri yazması istenince tersini yapmış ve baş vermiş. O beşyüz yıl önce bunları yapabilmişken bir can için boyun eğmeye değer mi?” Biz devrimcilerini mirası işte o inat ve o sosyalizme yürüme kararlılığıdır. Ortada çok bilinçli bir infaz vardır, bir adli hata değil. Devrimle karşıdevrimin hesaplaşmasıydı yaşanan. Son noktayı o başvurulan meclis koydu. Düzene biat edenlerin unutturmak istedikleri bu gerçektir.
’68 kuşağı diye bir şey yok artık! Ama yeni bir kültürün, yeni bir ahlakın, yeni bir mücadele anlayışının işaretlerini taşıyan o başkaldırı ruhu yaşıyor. Daniel Con Bendit, ‘68’in kızıl Dany’si: Biz devrimi çok sevmiştik, diyor aynı adlı kitabında. Bizimkiler darağaçlarında, hain tuzaklarda kan uykularda, işkencelerde öldüler devrimi sevdikleri için. Adları: Deniz’di, Hüseyin’di, Yusuf’tu, Mahir’di, Cevahir’di, Ulaş’tı, Sinan’dı, Kaypakkaya’ydı. Yol ehliydiler, yol açtılar. Zorun zorla, ama şu ama bu şekilde alt edilebileceğini sezdiler. Kimi zaman yaşayarak, kimi zaman ölerek gösterilir sevgi. Kırkyedi doğumlular, yani ‘68’in öncü insanları, alışılmadık ölçüde sorguladılar dünyayı. İlk toplumsal kıvılcımlardan yangınlar çıkarmak istediler. Köz duruyor. Yangın yeryüzüne doğru gelmekte her şeye rağmen. Korku bundan, bireysel kurtuluş söylemleri, terörizm edebiyatı, ölenleri ehlileştirerek kutsama eylemleri bundan. Bizim coğrafyamızda “mişli” geçmişlerle anlatılamayacak kadar genç öyküler yazılıyor. Ve biz devrimi çok seviyoruz. Yılmadan yeni başlangıçlar yapabilmek, gücümüzden belli değil mi her şey. Bu öykünün sonu güzel olacak. Ve şimdi tıpkı Deniz gibi: “Bu kez yenildik, ama gelecek kez asla” diyor, genç devrimcilerimiz.
Daha önce de yazmıştım. Merkez Kapalı Cezaevi’nde her gece arkadaşlarına o gür sesiyle şiirler okurmuş Deniz. Mapushane gecesi direniş şiirleriyle aydınlanırmış. O son gece şiirler susmuş. Anlamışlar tutsak devrimciler, Deniz yoldaşlarının idama gittiğini. Şiirler sustuğunda bu ülkede insanlar asılır şafaklarda. Ve Halit Çelenk’in anlattığı gibi her Deniz asıldığında bir güvercin havalanır cezaevi avlusunda. Söz dinlemez ihtilalcinin yüreği yasaklara inat uçar özgürlüğe, ölümsüzlüğe. Ve bir slogan ulaşır bugünlere teslimiyetin ve ihanetin içinde o özgürleştirilmiş mapushane avlusundan. “Yaşasın Türkiye halklarının bağımsızlığı! Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Deniz’in okuduğu son şiirdir bu kanımca. Deniz’in ve ‘68’in mirası da bundan başka bir şey değildir. Şimdi genç devrimcilere, bu mirası ırkçılığa-şovenizme, teslimiyetçiliğe karşı inadına yükseltmek görevi düşüyor. Özellikle faşist barbarlığın yükseldiği bugünlerde, yaşamın şiirini ayakta tutmak gerekir.
Kutsiye Bozoklara ait ‘’Bir dünya daha var’’ isimli bu makale 17 Mayıs 1999 tarihli Atılım gazetesinde yayınlanmıştır.