Krikor Naregatsi (Narekli Krikor), ışığın kalbinden sırlar sırrına ilahiler okuyan bir şair. Ermeni edebi düz yazısı ile şiirinin biçim ve özde, çok köklü olmasa da yeni bir evrilişini temsil ediyor. Antik Yunan’ın lirik şairini kastederek Ermenicenin pindarı diyorlar ona. Kendini derin ve karmaşık olana, zengin olana katan, karmaşıklandıran bir şair. Klasik dönemin ilk Ermeni şairlerinden en güçlüsü diyebilir miyiz? O dönemin, bilinen ve bilinmeyen tüm şairlerini çözümleyici bir gözle okumadığım için bir şey diyemiyorum. Hakikat, bu gibi durumlarda bana “dikkatli ol,” diyor. Susuyorum. Susuyorum ama susuşumda bir sancı var. Sezgi gözüm, varlığını mekana ve zamana bağlı kılmayan bir zihin şairi olarak görüyor Naregatsi’yi. Bundan dolayı, 10. yüzyıl Ermeni edebiyatının en güçlü şairi olduğu sanısı var bende. Sanatındaki samimiyet, çağın soluğunu açabilecek niteliktedir. Bunu sırf, Ermeni Apostolik kilisesinin nevi şahsına münhasır bir azizi olmasına değil, asıl şairliğine, yaşamı damıtış tarzına, büyülü mistisizmine, lirizmine borçludur. Şairin hem yaşamı, hem de Ağıtlar Kitabı, havariler üzerine yazdığı ilahileri, kutsal metinlere dair yorumları bunu yeterince vaaz ediyor.
Yaşamı hakkında detaylı bilgi yoktur. 951’de, çevresiyle birlikte bir kültür havzası olan Van Gölü’nün, güney kıyısındaki Narek köyünde doğduğu söyleniyor. Çocukken, babası onu, masallara büyü üfleyen Ahtamar Adası’nın güney batısındaki manastıra, eğitimi için yerleştiriyor. Bazı kaynaklar bu manastırı, Vasburagan kralı I. Gagik’in; bazı kaynaklar, 7. Yüz yılda yaşayan ve Yunan kültürünü özümlemiş olan doğa filozofu Anania Shirakatsi’nin; bazı kaynaklar da Katolikos I. Anania’ın(946-968) Naregavand adıyla inşa ettirdiğini ileri sürüyor. Ben mi karıştırıyorum bilmiyorum. Kim inşa ettirirse ettirsin, kesin bildiğimiz şey, manastırın, şairlere ilham veren Orta Çağ Ermeni mimarisinin en güzel eserlerinden birisi olduğudur. Aynı kralın, 915-921 yıllarında mimar Manuel’e, adanın güney doğusunda Surp Haç Kilisesi’ni inşa ettirdiğini söylüyorlar. Manastır ve kilise, Kürtlerdeki medreseler gibi dili ve kültürü kuluçkaya yatıran, doğuran, geliştiren, koruyan bir okul ve kütüphane rolünü oynuyor o zamanlar.
Krikor Naregatsi, ilk eğitimini doğduğu bölgenin episkoposu olan babası Khosrov Andzevatsi’den alıyor. Ama asıl eğitimini, anasının amcaoğlu olan bilgin Anania Naregatsi’nin gözetimi altında alıyor ve yaşamını manastır ile adadaki kilise arasında kuruyor. Burada hem kendisiyle hem de kadim Ermeni tarihi, felsefesi, teolojisi ve mistik düşünce kaynaklarıyla baş başa kalıyor. Yaşadığı çağ zaten diğer çağlar gibi kitap okumayan, okumadığı için de gözleri bozulan ve giderek körleşen bir çağdır. Böylesi bir çağda kendisiyle baş başa kalan kamil insan, eğer zengin bir kültür ve doğa kozası içinde ise, kendi iç hazinesini keşfe yönelebiliyor.
Naregatsi, edebi donanımını ve üretimini sürdürürken, kilisenin kaliteli liturjik şiirlerini (Şaragan) derliyor, toparlıyor ve asıl yola, kendi iç cevherine giden yola giriyor. Naregatsi kendisini bir günahkar olarak görüp sevmese de halk, bilgi dağarcığını durmaksızın geliştirip güce dönüştüren, dayanışmacı, sağlam kişiliğini derman haline getiren Naregatsi’yi seviyor. Ve zaman geçtikçe manastırın, eğitim ve kültür merkezinin saygın bir siması haline geliyor, lirik ve mistik şiirlerinin hem kiliselerde hem de halk arasında yayılıp okunmasının yolu açılmış oluyor.
Bilgi donanımı ile halkla ilişkiler pratiği, onun babadan devraldığı özgür düşünme yanını kısmen öne çıkarıyor. Mağaraya çekilip doğayı dinleme; çile, arınma ve mükemmeliyet kozasında hayal sınırlarını aşma, özgür düşünme ve duygu gücüyle özümleme eğilimi sorun açıyor başına bir ömür boyu. İnsanın kurtuluşunun, İsa’nın öğretilerine uygun, kutsal ve kusursuz bir yaşamı benimsemekten geçeceğine inanıyor. Ona göre bu kurtuluşun kilise ile bir ilgisi yoktur. İnsan, tümüyle masum doğuyor ve giderek günahkar hale geliyor. İyilik insanın özünden, bilgisinden, kişiliğinden ve aşkından kaynaklanıyor. Dıştan gelen, Tanrı tarafından ihsan edilen beleş bir iyiliği hak edemez insan. Bu, ilerde göreceğimiz gibi şair Nahabet’in de savunduğu bir görüştür.
Kendinden önceki şairlerden, özellikle de Ermeni edebiyatının altın çağı olarak belirtilen 5. ve 6. yüz yıl arasında ortaya çıkan şairlerden kimleri okumuş, Orta Doğu’nun şu veya bu melcesinde ışıldayan cevherlerden hangisi onu beslemiş ve kimlerin etkisi altında kalmış bilemiyoruz. Filozof Anania Shirakatsi ile Ermeni Herodot’u olarak adlandırılan Horenli Musa’yı okuduğu kesindir. Kesin olan bir diğer husus da şairi etkileyen ve daha sonra sapkınlıkla suçlanacak olan iki simanın varlığıdır. Bunlar, babası ile bilgin Anian’dır.
Derin ve iyi huylu, yıkıcı ve yaratıcı bir sapkınlık her insana nasip olmuyor. Doğa, her insanı kendi iç cevheri ve bilgeliği ile tanıştırmıyor.
Krallığın ruhban merkezi olan manastır, dediğim gibi doğanın zenginliği ile dil ve kültür zenginliğinin iç içe geçtiği bir mıntıkaya sahiptir ve burası Ermeni coğrafyasında sanat, edebiyat, mimari ve teoloji alanlarında merkezi bir işlev görmektedir. Naregatsi, kütüphane ve okul gibi çalışan manastırdan zaman zaman yakındaki dağın mağarasına gidiyor, inzivaya giriyor, onu kendi tanrısı ile doğrudan ilişkiye geçiren, kendi şiirsel dualarının şifa gücüyle özdeşleştiren bir yaşam tarzına sığınıyor.
Naregatsi, ilk kitabı Yerk Yerknots (Neşideler Neşidesi)ni Vaspurakan Prensinin isteği üzerine yazıyor. Kitap, Hz. Süleyman’ın Neşideler Neşidesi’ni konu alıyor ve onu yorumluyor. Bu çabanın özünde farklı bir anlam, meftunluk ve aşk vardır. Gelgelelim ki Surp Krikor Naregatsi’yi dünyaya en çok tanıtan kitap, ‘Ağıtlar Kitabı’dır. ‘Dua Kitabı’ da deniyor buna. 95 mistik ve lirik şiiri kucaklayan bu kitabı ölmeden bir yıl önce yazıyor. Yani 1001-1002 yıllarına denk geliyor. Şair, bu eseri tek bir kavim için değil, ‘bütün kavimler için dua ansiklopedisi’ olarak yazdığını söylüyor vasiyetnamesinde. Bu kitabın “Harfleri vücudum gibi, mesajıysa ruhum gibidir,” diyor.
Naregatsi’yi diğer şairlerden ayıran başlıca özelliklerden biri, Leonardo da Vinci gibi çok yönlü bir ilgi ve yaratıcılığa sahip oluşudur. Müzik bilgisi ve icrası, kanın vücuttaki devri ile gemi yapım bilgilerine onun eserlerinden rastlamak mümkündür.
Abbasi ve Bizans saldırıları, şairin yaşadığı Nareg ve Ahtamar’a hakim olan Ardzruni hanedanı ile diğer yerel Ermeni krallıkları arasındaki çatışmalar, her krallığın iç çatışmaları, Kafkasya’dan gelen ve ardı arkası gelmeyen yıkım ve çapul saldırıları, salgın hastalıklar, kıtlıklar, din adamları arasında bir türlü dinmeyen mevki dalaşları, sapkınlık suçlamaları ve benzeri olaylar, acılarını besliyor, onu İsa gibi yalın ve yalansız, engin ve dürüst insan arayışı içine sokuyor, tanrı ile bütünleşmeye yönlendiriyor. Ağıtlar Kitabı’nı yazdığında hastadır artık. Tarihin ve zamanın kara zilleti çökmüştür üzerine. Manevi dünyası bile çaresizdir, hakkındaki dedikoduların ve suçlamaların ağırlığını kaldıracak durumda değildir. Her şeyi silik ve sınırsız kılan, iniltili duygularla yazıyor yakarışlarını. Bir yandan, dermansızlığını derman etme, kör yumağı çözüp ışığa çıkma çabasını Ağıtlar Kitabı ile sürdürmekte, diğer yandan da “Tıpkı İsrail için olmadığı gibi/Benim için de bir merhem yoktur,” diye mırıldanmaktadır. Durumu, sadeliğine, mağaracılığına, bir lokma bir hırka tarzına oldukça uygundur: “Kötü olan tarafından yere serilmiş sedirde yatıyorum,” der. “Hastalık ve acılara gömülmüş halde/Zorlukla konuşan yaşayan bir ölü gibi.”
Ruhbanlığın verdiği avantajı, servete dönüştürenlerin karşısında, yalın bir hakikat duruşu içindedir. Krikor Lusavoriç’in çilesiyle arınmış bir çile içinde, yardıma ve merhamete ihtiyaç duyan insanı temsil etmektedir adeta. Gelgelelim ki yardımı ve ihtiyacı, tanrıdan ziyade, İsa’dan dilemeyi tercih ediyor:
“Ey şefkatli Tanrı Oğlu,
Izdırabımda bana merhamet et.”
Tanrı, şairin gözünde en çok yargılayan bir varlık olarak belirdiği için, tanrıya yakarışını serzenişiyle birlikte sunuyor:
“Bir hâkim gibi yargılama ama bir hekim gibi şifa ver,” diyor.
Şairin felsefesine göre mesele acıyı yargılamak değil, anlamaktır. Ve şifa sunma niyetini her an beslemek ve onu hesapsızca sunmaktır. Tanrı’nın bu hesapsızlığı, günahkara cömertçe sunup sunmayacağı belli değildir.
1003 yılında ölüm ufukta beliriyor. Ölüm insana ayan oldu mu umut etme yeteneği çöker. Tüm yeteneklerin çöküşü de umut edebilme yeteneğinin çöküş ile başlar. Şair, tüm benliğini son soluğunda gülümseterek ölüyor. Kendince olma halini yitirmiş, toplum içindeki yerini bulmuş ama onu da yitirmiş, anlam arayışına çıkmış onu da bulamamış bir ahir zaman dervişi gibi ölüyor. Ve ilte oraya, ömrünü geçirdiği manastıra gömülüyor.
Acılardan doğduğu için, öldükten sonra da yakasını bırakmıyor acılar onun. Yaşadığı ve eserlerini yazdığı Narek Manastırı, 1915 Ermeni Tehciri’nden sonra boş kalıyor. Van kuşatması döneminde hasar görüyor, 1951’de de devlet tarafından yıktırılınca, Cumhuriyet döneminde yıktırılan 464 Ermeni tarihi eserinin listesine geçiyor. Peki şairin manastırdaki mezarı ne oluyor? Bilen yok. Yıkım arazisinin üstünde kurulan caminin altında mı kalıyor, yoksa şiirlerine mi sığınıyor? Bilen yok.
Bildiğimiz tek şey, Ermenistan Kültür Bakanlığı’nın, bu yıkılıştan 60 yıl sonra, Ermenicenin gelişmesinde önemli rol oynayan Naregatsi adına her yıl bir kültür simasına verilmek üzere bir nişan töreni düzenleme kararı aldığıdır. Bu törenlerde bir nişan da 2013 yılında, Vanlı Yaşar Kemal’e veriliyor. Yaşar törende şunları söylüyor:
“Beni Krikor Naregatsi nişanı ile onurlandırdınız. Şairliği, kutsal kişiliği kadar önemli olan, şiirleri bin yıldır yaşayan Narekli Krikor benim hemşehrimdir. Bin yıl öteden sevgi diliyle seslenen Aziz Krikor Naregatsi adına bir dostluk köprüsü kuran Ermenistan Kültür Bakanlığına teşekkür ederim. Ortak dileğimiz düşmanlıkların dostluğa, öfkenin sevgiye dönüştüğü bir dünyadır. Dostlukta ve barışta birlikte direnelim.”
Naregatsi’nin sanatsal gücünden ve halk nezdindeki saygınlığından dolayı bu yüzyılın ilk çeyreğinde Papa, şairi hem bir kilise azizi, hem de bir kilise doktoru olarak nitelemek zorunda kalıyor. Şairliği ile arası nasıldır Papa’nın, bilemiyoruz.
Güçlü sanatçı, aradan bin yıl geçse de kalitesini hissettirir. Zamanın vazgeçilmez bir işidir bu; kaliteyi yüklenip çağlar boyu taşımak ve onu her çağa dayatmak.
Ağıtlar kitabı (Madyan Voğhperkutyan)
Ağıtlar kitabı, şairin ölmeden bir yıl önce (1001-1002 ) yazdığı ve “Yüreğimin derinliklerinden Tanrı’ya sözler” olarak nitelediği bir eserdir. Şair, “Sözcükleri bedenim, anlattıkları canım” dediği bu eserle kendini özdeşleştirmiştir. Bazıları, bu eserin, Avrupa’da ortaya çıkan dinde reform görüşlerinin temelini tohum halinde içinde barındırdığı kanısındadır. Eser, 95 bölümden oluşuyor. Şiirler, okura şunu demektedir: biz, “İnleyen bir yüreğin sesi, iç çekişleri ve kederli feryatlarıyız.”
Zamanın kanayan ruhu ile o ruha aşırtmalı binen geçmişin çok yönlü, katmerli ruhu, bu kitapta nasıl ve ne kadar yer alıyor? Fehmedemiyoruz. Bir kahinin çıkıp bize bunu anlatması gerekiyor.
Varolamamanın bu hazin durumu, şiirleşen dualar haline geliyor ve gizlerin ötesindeki ‘Gizler Bilicisi’ne doğru akıyor. Şairin yüzü ile ‘Gizler Bilicisi’nin yüzü iç içe geçiyor, aynileşmiş gibi geliyor bana. Şaire göre bu şiirler, ‘zihninin tereddütlü meyveleri’dir. Can ateşinden geçip, iradenin buhurdanından Bilici’ye yöneliyor. Yani şair, kendi manevi dünyasının esinlerini, fırtınalarını, özlemlerini, kaçkınlarını şiirleştiriyor. Burada acının, umudun ve farklı dünyaların mistik diliyle karşılaşıyoruz. Bu dil, Ermeniceyi ne derece değişime zorluyor, ona nasıl bir büyü, perspektif ve hamle gücü kazandırıyor bilemiyorum.
Şairin tanrı ile iletişimi dolaysızdır. Zerdüşt ve Vahagn çizgisini, ışığı ve yaşamı esas alıyor. Tanrı varsa, ışık ve yaşam için vardır. Karanlıkla ahlakı bir yana, ışıkla yaşamı ise diğer yana koyuyor.. Şöyle diyor “Karanlığımın yüzünde ışıksın. ahlakımın yüzünde yaşamsın.”
Her canlı, masumiyeti ile doğuyor. Yaşam boyunca, olumlu veya olumsuz yönde, dramatik bir şekilde değişime uğruyor bu masumiyet, güçleniyor veya gücünü yiyerek, kötüye kullanarak lekeleniyor. Şair, tanrının mantıkla, inançla, imanla değil, duygu ve vicdan gücüyle özümsenmesini savunuyor.
“Ben canlı bir kitabım,” diyor. Kendi derinliğine doğru yolculuğa çıkmak, yol olmak ve Gizler Bilicisi ile konuşmak için zaman zaman manastırın kuzeyindeki dağa gidiyor, oradaki mağarada inzivaya giriyor. Bu, babasından kalma bir yaşam tarzıdır. Babası, inancı tanrı hakkında bilgi edinmek ve bu bilgi iklimi içinde tanrıya secde etmek olarak değil, kalbin dili ve zenginliği ile konuşmak, tanrıyla sohbet etmek olarak kavrıyor. Krikor’un Ağıtlar Kitabı’ndaki şiirlerinin bir bölümü, bu sohbet sürecinde yeşeren, dallanıp budaklanan şiirlerdir.
Şairde, Halacı Mansur’u çağrıştıran, büyük İran şairlerini ve Yunus Emre’yi haber veren narin bir tutku, tanrı ile bütünleşme tutkusu var. Yaşadığı çağ çıplak ve kanlıdır, Halacı Mansur’un şahsında dara çekilen bir çağdır.
Şair, Tanrıya bir öneride bulunuyor. Ağıtlar Kitabı’nı ellerine almasını, onu, beden ve canın acılarına, hayat veren bir merhem gibi çalmasını öneriyor. Burada tanrının önünde cüceleşme yoktur, hatta merhem üreten ve tanrıyı merhemci durumuna düşüren bir durum vardır.
“Ey Yüceler Yücesi,” der, “Senin adınla başlayan
Bu acılı mezmurlar kitabını ellerine al
Beden ve canın acılarına,
Hayat veren bir merhem gibi çal”
Yeryüzünde işlenen günahların, suçların, kötülüklerin dışında tutmuyor kendini. Bunları başkalarının sırtına yıkarak temize çıkma gibi bir tavır içine girmiyor. Büyük bir vicdan hassasiyeti ve sorumluluk duygusuyla şöyle diyor:
“Ruhumun kanatlarında süzülüyorum
İnsanlığın sonsuz kuşakları boyunca
Hepsini aklımın ölçeğinde tartıyorum.
Günahta bana eşit kimse yok.
Bu nedenle Davut’un Mezmurları oldu örneğim
Çobanın değneğinden gelen sert bir uyarı gibi:
Suç ve kötülüklerimde var mı eşitim?”
Kendini ağır bir günahkar addederek çarmıha germenin, suçlamanın özünde umut vardır. Çaresizliğe düşmüyor. Bütün olumsuzluklara rağmen iyimserliğini koruyor. Kendini tanrı ile bütünleştirmeye çalışmasının özünde önemli faziletlere sahip olduğu bilinci yatıyor. Tanrının özellikleri ile iyi insanın, yani iyiliği ve bilgiyi donanmış kişilikli insanın, azimli ve engin insanın özellikleri benziyor birbirine. Şöyle diyor:
“Senin için imkansız bir şey yok, ey korkunç, muzaffer güç.
Ateş sana tazeleyen bir çiy, yağmur tüketen alev.
Sen taşı konuşan bir can yaparsın,
Ya da konuşan canı soluksuz bir heykel.
Tövbe eden günahkarı onurlandırır,
Ya da görünüşte pak olanı adilce yargılar suçlarsın.
Ölüme gidenleri lütfun sevinciyle salarsın.
Aşağılananı onurlandırır, yüzlerini sevinçle güldürürsün.”
Naregatsi’nin şiiri, derinden gelip parlak bir şekilde yüzeye yayılan, okuru kavrayış hattına değil, ilahi bir gizem âlemine sokan bir şiir galiba. Benliğini ve derinliğini, gülümseyişinde gülümseterek, verili tanrıya değil, kendi tanrısına yöneliyor bu şiir. Kızıl andezit taşlarıyla inşa edilen, kutsal bitki ve hayvan rölyefleriyle de ince ince nakışlanan Ahtamar Kilisesi’nin sabah ışığı karşısındaki gülümseyişini anıştırıyor.