Bizimle iletişime geçin

Kültür-Sanat

Şeyh Rızâ Talabânî 

Büyük sanatçılar, ölürken arkalarında sadece minnet ve hayranlık duygusu bırakmazlar, nahoş duygu ve düşüncelerle kararmış, içten içe zonklayan, sancılı bir kargaşa da bırakırlar. Onları büyük kılan da asıl bu kargaşadır.

Şeyh Rızâ Talabânî için Kürt klasik edebiyatının en güçlü hiciv şairidir desem baltayı taşa vurur muyum bilmiyorum. Bende bilmiyorum sözcüğü, akıl ve duygu alemime tereddütler, yamuk kimliksiz gölgeler hakim olduğunda öne çıkıyor. Hiciv kavramını, kırmızı bir çizgiyle çizerek belirgin hale getirmem gerekiyor. Hiciv, felsefi derinlik ile estetik inceliğin yıkıcı ve yönlendirici bir cesareti, bir gücü olarak ortaya çıktığında, şairine bedel ödetiyor. Cesaret ve bedelle taçlanan bu hiciv de edebiyata kalıcı bir şekilde mal oluyor.

 Talabânî, Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet’e kadar olan Osmanlı saltanatının seksen yıllık batılılaşma sancılarını ve çöküş çatırtılarını dinleyerek yaşamış, Kürtçe, Türkçe, Arapça ve Farsça yazdığı hiciv ve methiyelerini bu yaşantının alengirli ruhuyla kurmuştur.

1832’de Kerkük’ün Çemçemal nahiyesine bağlı Çirih köyünde, deyim yerindeyse, anasından ters doğmuş ve ilk çatal çığlığını da bana kalırsa, hiciv ve methiye mizacıyla atmış bir şairdir. Bu iki uçlu çatal çığlığa hakim olan unsur methiye değil, hicivdir.

Şair, pazarını ve egemenlik gücünü kaybetmiş, dil ve kültür olarak ötelenmiş, sürgün yemiş Sorani aristokrasisine mensuptur. İlk eğitimini babası Şeyh Abdurrahman Hâlis’ten almıştır. Bu, Nef’i, Firdevs ve Kani kanonunda şiir yazan bir babadır. Büyük dedesi ise Kerkük’teki Kâdirî tarîkatının Talebânîyye Tekkesi’nin kurucusu Mela Mahmûd Zengene’dir. Talabânî Kerkük, Musul ve Süleymaniye’deki tarikat medreselerinde, dayısı Gafur gibi yakınlarının desteği ile eğitim görmüş, yaşamının büyük bölümünü buralarda ve Bağdat’ta geçirmiştir. Bu şehirler içinde Sorani, Kurmanç, Türkmen, Arap, Süryani, Ezidi, Kakai ve Yahudi kültürünün iç içe yaşadığı Kerkük, şairin biçimlenişinde başat bir rol oynamıştır. Talabânî Tekkesi’ne bağlı medreselerde o zamanlar Kürt, Fars, Arap ve Osmanlı klasik edebiyatının seçkin eserleri bulunuyordu. 

İran ve Arap klasik şairleri ile Osmanlı’da da Nef’î gibi hiciv şairlerine yönelen Talabânî, eğitimini tamamladıktan sonra 1856 veya 1860’da İstanbul’a gider. İki yıl kalır. Bu süre içinde Kürt Baban sürgün aristokrasisi ile ilişki kurar, şehri gezer, Kerkük’e döner. Sonra Konya’ya gelir, yeniden Kerkük’e döner ve oradan İstanbul’a gider. Servet saman sahibidir. Halkın küfürle soluk alan çıplak kesiminin sevgisini kazanmıştır. Sıkıntı çekmez pek. Suriye, Mısır, Hicaz gibi yerlerin medrese ve kahvehaneleri uğrak yerleridir. Görüştüğü herkesle tartışır, çatışır. Onları o an, irticalen (doğaçlama) söylediği hiciv çarmıhına gerer veya metheder. 

İstanbul’a ikinci gidişinde iki şair dostunu, Mehemed Mihri Kerkukî ile Xeyali Hewlêrî görür. Kadiri tarikatının tekkelerine ve Yusuf Kâmil Paşa’nın Bebek’teki köşküne sık sık uğrar. Paşa, sanatçıları himaye eden zaman zaman şiir yazan biridir. François Fénelon’un, Telemak’ın Maceraları adlı romanını da Arapçadan çevirmiştir. Köşk, süzülmüş Osmanlı aydın ve sanatçılarının beşiği gibidir. Talabânî burada Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi şairlerle tanışır, onlarla Osmanlı, İran ve Arap şiirini tartışır. Şiirde hiciv ve eleştirel cesaret konusunda bu iki Osmanlı şairinden de etkilenir. Talabânî’nin renkli kişiliği, kalıpsızlığı, şeytani zekâsı, şiirde küfür ve tevriye kullanma tarzı, zarifane laubaliliği, bu sohbetlerde ona ayrı bir yer kazandırır. Şairimiz bu köşkte, çekişme ve küfür kültürünü şirazesinden çıkarıp, ileri boyutlara vardırınca, çevresi daralır. Daralma, onun sap gibi ortada kalmasına yol açar. Bunun üzerine köşk kavasları ve hizmetlileri tarafından derdest edilip dışarı atılır. O da soluğu, Bayezid Meydanı’na bakan bir kasap dükkânının üstündeki odada alır. Durumu, MÜFTÜNÜN EVİ başlıklı şiirindeki gibidir:

 “Herkes bilir müftünün evi ne yandadır Kadı’nın evi ne yanda
 Yoksulun biriyim ben, ne yanda olduğum kimin umurunda”

 İstanbul bir zibil yığını gibi görünmektedir artık ona. Farsça, Arapça ve Osmanlıcayı, ana dili Kürtçe gibi bilen, tüm bu dillerde şiirler yazan bir şaire bu nasıl yapılır? Bıyıklı bir karısı olan ve hareminde 100 kadın bulunan İran Şahı Nasır Kaçar’a, Mısır prensi Mustafa Fazıl Paşa’ya methiyeler dizen, onların taktirini alan bir şairi bir sadrazam köşkünden yaka paça atan zihniyet nasıl bir zihniyettir? 

Talabânî aslında böyle bir muameleyi hakkedecek, çok geçimsiz, kindar ve şiddet eğilimine sahip biri de değildir. Gelgelelim ki gözleri ve dili hareketlidir. Kendi deyimiyle, meşreb-i rindânesi laubalidir. Katı sınırlara, yerleşik kurallara ve tabulara pek itibar Değişken, şaşırtıcı bir kişiliğe sahiptir. Hicvettiğine methiye, methettiğine de hicviye yazan biridir. Onun gözünde insan, ışıkla karanlığın çatışmalı bir karmaşasıdır. Onun işi, bu karmaşayı hiciv ve methiye diliyle, bildiği dört dilin inceliği ile açığa çıkarmak, olumlamak veya çarmıha germektir. O bunu şiirle yaparken hazır cevaplılığın, pratik nüktedanlığın gücünü çok az şaire nasip olacak bir ustalıkla yapmaktadır. Bu yüzden ona hayran olanların sayısı az değildi. Bu hayranlardan biri de Namık Kemal’di. Buna rağmen küfürlerini sırtına yükleyerek onu köşkten atmışlardı.

İstanbul, “senin yasak ve tabu takmayan, kalıpsız sivri dilini çekemiyorum artık,” diye mırıldanmaya başlayınca Talabânî İstanbul’da barınamayacağını anladı. Toplam sekiz yıl kalmıştı. Bir müddet sonra soluğu Kerkük’te aldı. Babası ölmüş, abisi Ali, mirastan aslan payını almış, Talabânî‘ye bir miktar bırakmıştı. 

Eskilerin deyimiyle şâ’ir-i mâder-zâd yani anadan doğma bir şair olan şairimiz, Kerkük’teki Talabani Tekkesi’nde bir odaya yerleşti. Sevenleri, özellikle de yeni şairler, tanınmış dailer ziyaretgâh haline getirdiler odasını. Duvarlar, şairin ve şair ziyaretçilerin şiirleriyle kaplandı. Burada hiciv onun yaşamına iyice hakim oldu. Konuşurken hicivle bilenmiş, küfürlü, müstehcen şiir yayılıyordu ağzından. İrticalen(doğaçlama) söylediği bu şiirleri dinleyenler kaydediyor, bu da halkın ağzına yerleşiyor ve hayatı renklendiriyordu. Şiirlerinin büyük bir bölümü zaten öldükten sonra halktan derlenecekti. Bu arada, toprak işlerine de ilgi duymaya başladı. Onu toprak anlayabilirdi ancak.

Talabânî’nin en sevdiği şairler, genellikle aykırı şairlerdir. Kürtçede Mustafa Beg-i Sahibkiran, Farsçada cenaze namazı kılınmayan Firdevsi, Türkçede sarayın odunluğunda öldürüldükten sonra cesedi Sarayburnu’ndan denize atılan Kürt kökenli Nef’î ve Namık Kemal; Arapçada ise, onuncu yüzyılda yaşayan ve kendisini kafiyenin ilahı olarak ilan eden, hicvettiği yerel zalimler tarafından oğluyla birlikte öldürülen ünlü Arap şairi Mütenebbi idi. Talabânî bence, Kürt klasik şiirinin Nef’îsi, Eşrefi diyebileceğimiz bir şiir hattının erbabıydı. Ancak Nef’î’den ve Eşreften daha pervasız olduğu ve yalnızca kendi özgür iradesinin sesini dinlediği açıktı.

Talabânî’nin otobiyografik öğelerle hikayeleşen bir bölüm şiirinde tasavvuf ve felsefî doku belirgindir. Aşkta romantizme, inançta ise Ehl-i Hak’a yakın duran şair, sövgüsüz edemediği için şiirinde sövgüyü bazen divan edebiyatının tevriye tarzını kullanarak gizliyordu.

Dört dilde yazdığı şiirlerinde, hangi dilde yazıyorsa diğer üç dile ait birçok sözcüğü çekinmeden kullanıyordu. Osmanlı Divân şiiri zaten yoğun bir şekilde Farsça ve Arapça kelimelerin, terkiplerin ağırlığı altındaydı. Talabânî’nin bu anlamda sözcük dağarcığı oldukça zengindi. Kafiyeleri ses ve çağrışım gücüne sahipti. Buna bağlı olarak, dört dile mensup halkların deyimlerini, atasözlerini, küfür ve yakıştırmalarını şiirine taşımış, çok narin ve derin olmamakla birlikte, ona alengirli bir renk cümbüşü katmıştır. En büyük avantajı, konaklardan, izbelere kadar çeşitli halk sınıf ve tabakaları arasında dolaşıp durması, şiirlerini onlara, onların dilini de şiirlerine aktarmasıydı. Kürt şiirinde hiçbir şair, üslup ve sözcük orijinalitesinde ve kuyumculuğunda onun kadar usta değildir. Alışıla gelen beylik sözcük, onun şiirine girince başkalaşıyor, beylik olmaktan çıkıyor.

Onun, argo, sövgü ve sitayişlerle etkin hale gelen hicvi, yerel devlet memurlarından, paşalardan, Sultan’a kadar her kesime yönelmiştir. Kurulu medeniyete ve onun koruyucu kumandanına bakışını şöyle dile getirir:

 “Medeniyet sıfat-ı ğul –i beyabanidir (çöldür)

 Bir (bok)un göksüne cevherli nişanlar dikilir

 Ki filan memleketin koca kumandanıdır.” 

Memurların yaptığı zulmün asıl sorumlusunun Osmanlı merkezi yönetiminin olduğunu, balığın baştan koptuğunu söylüyordu.

Onun hicvinin ısırganlığı, kişiliğinden, kaynaklanıyordu esasta. Kendi “yoksul ve iktidarsız” durumu ile yokluklar, yerel ve merkezi despotluklar, haksızlıklar, sürgünler bu hicvi ateşliyordu.

Kürt kimliğini, Müslümanlık ve Osmanlılık kimliklerinin içinde, onların ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü için bağımsızlık sorununu öne çıkarmıyordu. Mensup olduğu Kürt aristokrasisinin siyasal ve uhrevi dünyasından tam bir kopuş içinde de değildi. Hicivleri esasta idari bozuklukları, yiyicileri hedef alıyordu. Varlık arayışı içindeydi ama Ömer Hayyam gibi varlık, yaratıcı, yaratılan, bir bütün olarak varlığın anlamı gibi temel sorunlara girmiyordu. Bu onun tarikat içindeki konumundan, Sufi-işraki ve Ehli Hak karışımı inancından, içinde bulunduğu Sorani aristokrat ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Özgürlük ile baskı, modernlik ile gelenek arasında, ikinci ögelere daha yakın bir duruş sergilemesinin nedeniydi bunlar. Toplumun bağrından doğmayan, dışardan getirilen yenilikleri desteklemiyordu. Eski yasal sistemin bir yıkıntı olduğunu yeni gelen yasal sistemin de işe yaramadığını, yıkıntının içine s.çtığını şöyle ifade ediyordu:

 “Bîçare adalet ki yıkılmıştı binası

 Birden içine s…çtı Kanûn-i Esasî” (Şeyh Rıza Kerkuki, Ata Terzibaşı, Araspress, Erbil, 2011)

 Kürt klasik hiciv şiirinin bu ustası, dediğim gibi bir dönem övdüğünü bir başka dönem methedebiliyordu. Ama asıl derdi ve saldırı hedefi, kurulu sistemin çürüme noktalarıydı.

Osmanlı Hükümet merkezi Bâbıâlî’yi bâb-ı sefîl, onun tayin ettiği bazı valileri de “bombok vâlî”ler olarak niteliyordu. 

 Abdulhamit’i, “Düşmana karşı kedi, millete karşı aslan,” olarak tanımlıyor, “Senin gönderilişin Peygamberin gönderilişinin tersinedir/Sen âlemlere ancak bir “zahmet” olarak gönderilmişsin,” diye eleştiriyordu.

Kadirî-Halisî tarikatının önde gelen şeyhlerinden olan ve Nakşî-Halidî şeyhleriyle de tartışan Talabânî, hiciv silahını tekkelere ve tarikatlara da yöneltiyordu. Din adamlarını, şeyhleri, derviş ve sofileri hicvederken küfür kullanmayı ihmal etmiyordu. Kadirî Tekkesi’nin başında bulunan Şeyh Bakî’yi tevriye sanatı ile hicvederken, onu davarla ve kendi s.kiyle aynileştiriyordu:

 “Bu tekke kimin tekkesidir şeyhi /de var mı?

 Ser halka- i zikrinde gezen halife/si kimdir?” (age, s. 59)

 Nef’iyi idama götüren hicivleri andırır Talebânî‘nin bu tip hicivleri.

 Yaşadığı zamanın tam bir çürüyüş ve çöküş zamanı olduğuna inanmaktadır. Şöyle der:

 “İnsanı kâmil aramak bu zamanda

 Namus aramak gibidir kahpehanede” (age, s. 189)

Çingene göçlerinin Bağdat’taki yozlaşmayı artırdığını, çürümeden kadınların da payını aldığını, pudranın yüzlerde badana gibi kullanıldığını belirtir ve değişimi, Muvakkit-zade Pertev’i çağrıştırırcasına şöyle çizer:

 “Mey o mey, sakî o sakî, hâlet o hâlet değil 

 G.t o g.t, tükrük o tükrük, alet o alet değil”

 Derbeder ve dağınıktır. Aristokrasiden gelmedir, servet saman sahibidir ama bazen sefil bir dilenci görünümündedir. Şiirlerini, latifelerini koruma, bir divanda toplama diye bir derdi de yoktur. Hicivleri ve fıkraları, verili yaşamın can evine yöneldiği, küfür, deyim ve yerleşik mizah incileriyle bezendiği için Irak, İran ve Suriye’de geniş bir kesimin ezberine yerleşmiş, sohbet ve işret alemlerini renklendirip durmuştur. Kardeşi Ali, onu Kerkük’ten uzaklaştırmak için Bağdat’a gönderdi. Şair, gider gitmez, halkın da sıcak ilgisinden dolayı Bağdat Kâdirîler Tekkesi’nin post-nişîni oldu. Hiçbir şeyi önemsemeyen, yerinde duramayan, hoş- meşreb, laubali birisinin böyle bir makamda durması, dönem zahitlerinin içine sindirebileceği bir durum değildi. Çünkü onlar hakkında, kafasını gökyüzüne dikip, şunun gibi hicivler üretmeyi sürdürüyordu:

 “GENÇ ADAM ZAHİDE BAŞVURDU
 Bütün gönlüyle katılmak için tarikata
 Genç adam bir gün Zahid’e başvurdu
 Zahid dedi ki: “Delikanlı, iyi hoş ama
 Ben inancımı bir pula satalı bir yıl oldu!”(çeviri: A. Behramoğlu)

Bağdat’ta en çok kahvehanelere uğradı. Yaşlanmıştı. Seksenine merdiven dayamış, yaşam sevincini yitirmiş, cehennem korkusundan dolayı ölümden fena halde tırsan bir adam haline gelmişti. Bazı organları eski zindeliğini anımsıyor ama görevini yapamıyordu. Bir şiirinde, “Emrim geyî be Heşta, kêrim be kar hêşta,” yani, “Ömrüm 80’e vardı, Penisim işten ayrıldı,” diyordu. 

Cenneti huzursuz edeceğine inandığı için yolunu ana rahmi ile cehennem arasında kuran şair kendine son bir şans tanıdı. Ölmeden önce, baş taşına, Farsça yazdığı şu şiirin nakşedilmesini vasiyet etti:

 “Ey Allahın elçisi ne olur Ashabulkehf köpeği gibi/Senin sahabelerinin cemaatinde cennete girsem/O köpeğin cennete benimse cehenneme gitmem caiz midir/ O Ashabıkehfin köpeği bense senin Ashabının köpeğiyim.

13 Ocak 1910’da Bağdat’ta öldü. Şeyh Abdulkadir Geylani mezarlığında toprağa verildi. Tarikat ulemasının zahit kesimi sevindi, serbest bir nefes aldı. Şiirlerini dilden dile aktaran, kahkahalar atan halk ise üzüldü. Öldüğünde halkın en alt kesimine mensuptu. Pek bir şeyi yoktu. Mezarı, yazdığı bir şiirin iki mısrasını fısıldıyordu ziyaretçilere:

 “Mal ve şöhrete sahip değilsen üzülme Rıza! 

 Zira İmam Rıza’nın adıyla anılman yetiyor sana.”

 Ölümünden sonra tüm şiirlerinin ciddi bir çabayla derlendiğini söylemek zor. Fıkraları ve şiirlerinden seçilmiş bazı beyitleri, Lügat-i Nâcî’de örnek olarak gösterilmiştir. Şöhreti Irak’tan başka Türkiye, İran, Azerbaycan ve Hindistan’a kadar yayılan bu hiciv ustasının Divanı, bu yüz yılın başlarında, yüz yıl sonra basılabilmiştir. Tarikatlara yönelttiği keskin hicivlerinden dolayı bugün bile anarken zorlanıyorlar. Muhafazakâr kesimler onu anmanın günaha girmekle eş anlamlı olduğunu söylerken, bir kısım akademisyenler ve edebiyatseverler, şairin sadece tarikatleri değil herkesi, dayısı Şeyh Gafur’u, abisi Şeyh Ali’yi, kardeşinin oğlu Şeyh Muhamed Ali’yi bile hicvettiğini ileri sürerek onu savunma tavrı içine giriyorlar.

Büyük sanatçılar ölürken arkalarında sadece minnet ve hayranlık duygusu bırakmazlar, nahoş duygu ve düşüncelerle kararmış, içten içe zonklayan, sancılı bir kargaşa da bırakırlar. Onları zamana dayanıklı kılan, büyük kılan da asıl bu kargaşadır. 



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Kültür-Sanat Haberler