Şair Gülten Doğruyol İncesu, şair, yazar, ressam Muzaffer Oruçoğlu ile devrimci sanat ve kültür, 68 kuşağı olmanın edebiyatına etkileri, günümüz şiirine bakış açısı gibi birçok konu üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.
Gülten Doğruyol İncesu: Toplumcu mücadelenin coğrafyamıza çıkartmış olduğu dünyanın en büyük şairlerinden Nazım Hikmet’le sizin devrimci ruhunuz ile pekişen devrimci kültür, devrimci sanat ve coğrafyamızın geleceğindeki şiir anlayışı konusunda ne düşünüyorsunuz?
Muzaffer Oruçoğlu: Öncelikle şunu belirtmeliyim ki şiirde Nazım Hikmet, Enver Gökçe ve Ahmet Arif’in etkilerini önemli ölçüde taşıyan bir insanım ben. Nazım başta olmak üzere bu şairlerin çırağı olarak görürüm kendimi. Her şair kendi yeteneği ile doğar ve o yeteneği seferber edip, yaşam denilen akıl almaz zenginliğin gizemine nüfuz eder. Tabi nüfuz ettiği ve onu kavrayıp yeteneğinin şeytani dehasıyla biçimlendirdiği oranda da şiirini yaratır. Ben bunu ne ölçüde gerçekleştirdim bilemiyorum.
Sınıf mücadelesi veya devrimcilik, yaşamın devinen, yıkan yaratan bir halidir. Onun da kendi ateşinden, vicdani bereketinden ve özgürlüğünden kaynaklanan bir şiiri vardır. Bu şiir genellikle görünmez ama hissedilir. İyi şair onu iyi hisseder. Onun içinde yer alan iyi şair ise onu iyi hissetmekle kalmaz, aynı zamanda ondaki geleceği, yeni dili, imgelemi ve efsunu şiirine taşır, orada biçimlendirir, yeniden yaratır.
Gülten Doğruyol İncesu: 68 kuşağının devrimci ateşiyle yoğrulmuş, hayatın sıcak pratiğinden geçmiş birisi olarak devrimci ruhunuz mu şiirlere, öykülere, romanlara esin kaynağı oldu ya da edebi kişiliğiniz mi devrimci duruşunuza ışık tuttu?
Muzaffer Oruçoğlu: Devrimci mücadeleye girmeden önce şiir, öykü ve roman yazıyordum. Türkiye İşçi Partisinin barışçı, reformcu siyasetine sempati duyuyordum. Kendimi 68’in içinde bulunca yazma işim kesintiye uğradı. 67’de zaten öğrenci derneği kurmak ve 6. Filo’nun gelişine karşı bildiri yayınlamaktan dolayı yurttan atılmıştım arkadaşlarımla birlikte. Dönem, devrimci mücadelenin canlanmaya başladığı bir dönemdi. Bunu gayet iyi hissediyordum. Devrimci mücadelenin yaşamı derinlemesine değiştirme gibi bir aşkı vardı. İşgaller ve yürüyüşlerle nakışlanan kitlesel, canlı bir ruhu vardı. Edebiyatımı diriltti bunlar. Edebiyatım da ondan sonraki o güzelim dönemde, Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışını andıran dönemde, profesyonel devrimci mücadelemin kültür zeminini güçlendirdi. Siyasetsiz edebiyat, edebiyatsız da siyaset olmaz diye düşünüyorum.
Gülten Doğruyol İncesu: İbrahim Kaypakkaya dediğimizde ilk aklınıza gelen nelerdir ve bizlere İbarhim Kaypakkaya’yı anlatır mısınız?
Muzaffer Oruçoğlu: İbrahim dediğimizde aklıma ilk gelen, araştırma arzusu ve derine bakıştır. İbrahim’in bağrından geldiği halk, asırlar boyunca muhalif ve asi bir düzlemde kalmış, Hallacı Mansur, Baba İshak ve Nesimi gibi menzil neferlerinin yaşamına dair menkıbeler dinlemiş, itirazını dillendirmiş, zaman zaman baş kaldırmış, kırıma uğramış mazlum bir halktır. Böylesi bir gerçeklikten gelen birinin, hakim olan hiçbir şeye güvenmeme halini düşünün; hakim külliyatın beylik anlayışını aşarak, yitik ve firari hakikate ulaşma arzusunu düşünün. İbrahim bir yönüyle, tarihe sarkan yönüyle budur. Diğer yönüyle, modern dünyayı yaratan modern bir sınıfın, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin ve dünya görüşünün bir ürünüdür o. Düşüncesi ve pratiği ile o sınıfa aittir. Çıplakların dipten gelen tarihsel uğultusu ile modern sınıf mücadelesinin birleştiği noktada görüyoruz onu. Onların görüşünü, duruşunu, kararlılığını Türkiye mevzisinde temsil eden ender insanlardan biridir o.
Her insan bir tarihtir; iyi ve kötü, ileri ve geri, güçlü ve zayıf, doğru ve yanlış, engin ve dar, kısacası bir zıtlıklar yumağı olarak, tıpkı tarih gibi helezonik bir yürüyüş içinde bulur kendini. Zorunluluklar dünyasını, düşüncesi ve pratiği ile göğüslediği ve bu göğüsleyişe hakim olduğu ölçüde de var olur. İbrahim var olmaya devam ediyor.
Gülten Doğruyol İncesu: Dünyada gelişen teknolojiden dolayı yani sosyal medyanın farklı alanlarda cereyan etmesi özelde bizim şiirimizi genelde dünya şiirini nerelere götürür?
Muzaffer Oruçoğlu: Bizim dönemimizde şiir yazanlar çoktu. Aziz Nesin bu durumu, “sokak kedisi kadar şair var,” diye niteliyordu. Sosyal medyanın etkisiyle bu durum kat be kat arttı. Bu iyi bir durumdur. Bereket ve sağlık belirtisidir. Her şiir bir yağmur damlası gibidir, düştüğünde bir başka şiiri filizlendirir. Şiirin yağmura ve yeşillenmeye susayan toprağı da zaten tek tük düşen damlaları değil, bol ve düzenli yağışı özler. Bu bakımdan şiir yazımının yaygınlaşmasından yanayım. Geleceğin çok daha iyi şairlere ve şiir alanında yenilenmeye sahne olacağı kanısındayım. Sosyal medya, standartlaştırma ve aptallaştırma özelliğine rağmen okumayı ve yazmayı ateşliyor, atıl kalmış yetileri, gizlenmiş cevherleri açığa çıkarıyor. Herkes kendi cebinde bir dünya kütüphanesi, bir görsel ve işitsel malzemeler yığını taşıyor. Bu durum şiiri yepyeni bir öze, biçime, ses ve renk cümbüşüne doğru zorluyor. Yeni bir insan çıkıyor ortaya. Yeni insanın hakim olduğu bir ortamda eski şiir hakimiyetini sürdüremez.
Gülten Doğruyol İncesu: Şirin dini, dili, ırkı var mıdır ya da bütün şairlerin yüreği aynı yöne mi evrişmektedir?
Muzaffer Oruçoğlu: şiir ve müzik, sanat aleminde özgürlük duygusu en güçlü olan iki alandır. Özgürlüğün de biliyorsun dini, dili ve ırkı yoktur. Milliyetçilerin, ırkçıların, dincilerin ve benzerlerinin özgürlüğü sevmemesinin nedeni de budur. Özgürlüğün kurallar silsilesi, ahlakı yoktur. Cinsel ahlakı hiç yoktur. Cinsiyetsizdir çünkü. Bekçileri, sınırları sevmez. Mülkün, sahiplik ve namus duygusunun ne olduğunu bilmez özgürlük. İşin garip ve komik yanı, özgürlüğü savunanların kahhar çoğunluğu, özgürlüğün ne olduğunu bilmez. Onu şu veya bu şekilde, şu veya bu derecede yaşamaya çalışır. Ama ne olduğunu bilmez. Bilse de, savunmaz onu. Onsuz da yapamaz, yaşayamaz. İnsanlık, diğer evrenleri bilmem ama içinde yaşadığımız evrenin yeniliğe en açık, en komik, en iki yüzlü, en bencil ve maalesef en alçak varlığıdır. Tek tek bireyler olarak elimiz mahkum, insanlığa mecburuz.
Gülten Doğruyol İncesu: Edebiyat kadar resim sanatında da tuvallere yansıyan yüreğinizden de söz eder misiniz?
Muzaffer Oruçoğlu: Resim, kendimi ifade etmekten ziyade, sıkıntımı dağıtmanın bir aracıdır bende. Renk ve çizgiyle hikaye yazmak rahatlatıyor beni. İçimde üst üste binmiş biçimler, renkler, eşyalar, yüzler, istemediğim halde içime gelip giren envaiçeşit müştemilat dışarı çıkmış gibi oluyor. Hafifliyor, sadeleşiyorum. Bu her zaman böyle olmuyor tabi. Bazen de resim, renklerini ön cepheye sürerek bana karşı direniyor. Eşekten düşmüş gibi oluyorum. Resim hayatımın bir bölümü, bitirmeden bıraktığım yarım resimlerin toplamından oluşuyor. Başladığım şeyi bitiremiyorum. Roman ve öykülerim de böyledir. Bitmemiş, yarım kalmış gibi sonlandırıyorum.
Gülten Doğruyol İncesu: Sizde Nazım gibi gurbet hasreti ile yaşamaktasınız. Gurbet, memleket, hasret kavramları sizde nasıl bir his bizlerle paylaşır mısınız?
Muzaffer Oruçoğlu: Ne gurbet hasreti ne de sıla hasreti var bende. Hasretsizliğe yakın bir adamım. Bende yurt kavramı ve hasreti pek kalmadı. Kendime ait zamanımın çoğaldığı yerler çekiyor beni. Buna rağmen sık sık yer değiştirmeği sevmiyorum. Çocukluğumun geçtiği köyü özlüyorum bazen. Kuzuları, ahır ve ağıl halkını, buzların eriyişini, turna ve kırlangıç ötüşlerini, biçilmiş ot kokusunu, kuzukulak ve yemlik kümeleri arasında boy atan mantar kümelerini, çoban kuşlarının topraktaki yuvalarını, bıldırcın kafilelerini, çılgın kadın kavgalarını, yaşlıların yalanlarla renklenen sohbetlerini özlüyorum bazen. Okuma yazma bilmeyen ve hayatını yalan ile narin gıybet üzerine kuran, doksan yaşındaki bir Terekeme köylüsüyle sohbeti, süzülmüş bir filozofla yapacağım sohbete tercih ederim.
Nazım’ın memleket hasretini anlıyorum. Gelgelelim ki bu hasret bana göre değil.
Gülten Doğruyol İncesu: Çok teşekkür ederim.
Muzaffer Oruçoğlu: Sağ ol. Ömrüne bereket.