Bizimle iletişime geçin

Makale

6-7 Eylül…

İki günlük süre zarfında İstanbul bir savaş alanına döndü. 7 Eylül günü sıkıyönetimin ilan edilmesiyle duran hadiselerde ortaya çıkan tablo çok ağırdı. Sonrasında birçok Rum ülkeyi terk etmek zorunda kaldı

Yakın tarihimizin önemli gelişmelerinden biri olan ve 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül Olayları; üzerinden 53 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen; gerek akademik çevrelerde, gerekse yakın dönemi konu edinen popüler tarih çalışmaları ve romanlarda ele alınmaya devam etmektedir.[1]

1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ekonomik, kültürel ve siyasal bir proje olarak ortaya koyduğu “Türkleştirme” politikası, milli iktisat yaklaşımı doğrultusunda bir “milli burjuva” sınıfının yaratılmasını gerekli kılmaktaydı.[2]

Milli mücadele dönemiyle birlikte kurulan yeni Türk-Ulus devleti, kendisinden önceki siyasal birikimden ve düşünce hareketlerinden esinlenerek Cumhuriyet döneminde de özellikle ekonomi alanında İttihat ve Terakki birikimini değerlendirme düşüncesi içerisinde olmuştur.

Devlet merkezli modernleşme projesinin cumhuriyetin sivil ve askeri bürokrasisi tarafından aynen devam ettirilmesi neticesinde homojen/türdeş bir ulus yaratabilmenin ön koşulu olarak; iktisadi alanda bir Osmanlı kalıntısı gibi görülen azınlıklara yönelik olarak farklı ekonomik ve siyasi projeler devreye sokulmuştur.

Bu süreçte, “Tek dil, tek ülkü- tek hars” söylemi, 1920’lerin ortalarından itibaren Türkiye’deki azınlıkları Türkleştirme projesinin sloganı haline gelmiş ve çok geçmeden bu teorik söylem pratik alanda da uygulanmaya başlamıştı.[3]

Bunun ilk işareti 1927’de Türk Ocakları tarafından ortaya atılan “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasıydı. Bu kampanya Türkiye’de yaşayan azınlıkları  “millileştirme politikasının” başlangıç noktasıydı. 1930’larda dünya genelinde, ancak özellikle de Avrupa’nın iki güçlenmekte olan devleti; Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan ırkçı ve yayılmacı milliyetçilik rüzgârları Türkiye’yi de etkilemeye başlamıştı. Buna paralel bir şekilde, Türkiye’de yaşayan azınlıklara karşı ırkçılık temelinde bir milliyetçi cephe oluşmaya başladı. Öyle ki; 1930’dan başlayarak yaklaşık 10 yıllık süreçte, çıkarılan çeşitli kanunlarla azınlıkların ekonomik alandaki etkinlikleri kırılarak hareket alanları sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde 15 bine yakın Rum nüfus Türkiye’den, Yunanistan’a göç etmiştir.[4]

Türkleştirme siyasetinin ikinci büyük dalgası ise, II. Dünya savaşı yıllarında ortaya çıktı. Milli Şef döneminin ilginç uygulamalarından biri olan Varlık Vergisi, teoride savaş yıllarında Müslüman-Gayrimüslim ayırımı yapmadan, haksız kazanç elde eden kişilerden alınacak bir vergi olarak kararlaştırılmış, ancak uygulama daha çok Gayrimüslimlere yönelik olmuştu. Alınan karar gereği vergi olarak toplanan 350 milyon liranın yüzde 75’i azınlıklardan alınmıştı.[5]

Varlık Vergisi uygulamaları sonrasında birçok Gayrimüslim artık eski ekonomik ve toplumsal seviyesinde değildi ve birçoğu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 1946’da parlamenter demokrasiye geçen Türkiye’de 1950 yılında Demokrat Parti (DP)’nin iktidara gelişi ile birlikte, II. Meşrutiyet döneminden itibaren sürdürülen “Türkleştirme” politikalarında bir farklılık gözlemlenmedi.

DP, ekonomide bütün liberal söylemlerine rağmen, Lozan Antlaşması çerçevesinde İstanbul ve çevresinde oturan Rum nüfusun, elindeki sermaye gücünü millileştirmeyi planlıyordu. Bütün bu gelişmeler doğrultusunda 1955 Kıbrıs sorunu DP’ye bu politikalarını gerçekleştirme olanağı verdi.

1955 Kıbrıs meselesinin tam anlamıyla tırmandığı yıldı. Adadaki Rumlar sürekli olarak Türklere karşı terör hareketlerinde bulunuyor, olaylar çıkarıyorlardı. Bu gelişmeler özellikle Türkiye’de gazetelerin yaptığı haberler nedeniyle toplum içinde büyük infiale yol açmaktaydı.

Burada ilginç ve 6-7 eylül olaylarının ortaya çıkmasına büyük etkisi olan şey ise; gazetelerin Kıbrıs meselesinin ortaya çıkmasından itibaren Türkiye’de yaşayan Rumlara yönelik olarak yazdıkları tahrik edici yazılardı.

Hürriyet, Yeni Sabah’ın başını çektiği gazetelerin yazılarında; İstanbul Fener Rum Patrikhanesi ve Patrikhane’nin lideri Athinagoras, Kıbrıs’ta Makarios’un liderliğinde gelişen Rum hareketine karşı sessiz kaldığı gerekçesiyle eleştiriliyordu.

Patrikliğe yüklenen gazeteler, Fener’in tüm Ortodoks dünyasını temsil ettiğini ve onun ekümeniklik sıfatıyla Kıbrıs’taki Makarios’a müdahale edebileceğini, aksi halde sessiz kalmanın Makarios’u onaylamak anlamına geldiğini vurgulanmaktaydı.[6]

Sürekli olarak Türkiye tarafından reddedilen bu yaklaşım (ekümeniklik), ilginç bir şekilde dönemin gazetelerince patrikliğe karşı bir baskı aracı olarak kullanılmaya çalışılıyordu. Bu husus Patrikliğin de dikkatini çekmiş olacak ki Patrik Vekili Emilyanos, bir açıklama yaparak basının tavrındaki çelişkiyi ortaya koymuştur: “Hem Fener Vatikan gibidir diyorsunuz, hem de Fener Vatikan gibi müstakil olmak istiyor diye yazıyorsunuz.”

Ayrıca 27 Ağustos tarihinde Hürriyet’te çıkan bir haber, Patrikhanenin topladığı bağışları gizli yollarla Kıbrıs’a yolladığının iddia edildiğini bildirmekteydi.[7]

Yine aynı gazete 3 Eylül günü yaptığı haberde Patrikliğin Kıbrıs’a hangi yoldan yardım ettiğinin anlaşıldığını belirtmekte ve Fener’in kendisine ait olup Kıbrıs’ta bulunan, önemli vakıfların gelirlerini Rum ilhakçılara bağışladığını kamuoyuna duyurmaktaydı.[8]

Yapılan haberler nedeniyle kamuoyunda artık Patrikliğe karşı açıkça bir tepki oluşmaya başlamıştı. Tepkilerin artması nedeniyle 29 Ağustos günü Patriklik, polis tarafından koruma altına alınmıştı. Gazete haberlerinin toplum üzerinde yarattığı etki, 6-7 Eylül olayları sırasında Patrikhaneye yönelik saldırıların yoğunluğu göz önüne alınarak anlaşılabilir.

Türkiye’de Patrikhane’ye karşı eleştiri yönelten, patrikliğin kapatılmasını ve Rumların İstanbul’dan kovulmasını isteyen ve bu amaca yönelik olarak her türlü faaliyette bulunan milliyetçi aydın kesiminin de söylem ve tavırlarının halkı üzerinde etkili olduğu da bir gerçektir.[9]

Gazeteler bununla birlikte, Yunanistan’daki gelişmeleri ve Yunan basınında çıkan haberleri sütunlarına taşıyarak halkın daha da heyecanlanmasına neden oluyordu.

Türk basını tarafından paçavra olarak nitelendirilen Yunan gazetesi Ethnikos Kiriks’in 13 Ağustos’ta Atatürk hakkındaki bir değerlendirmesi, basın tarafından ağır bir şekilde eleştirilmekteydi. Ethnikos Gazetesi’nin bir yazarı, “Yaşa Mustafa Kemal” başlıklı yazısında Atatürk’ün 1922 yılında Yunanlıları tarihte görülmemiş bir şekilde aldattığını yazmaktaydı ve yazara göre; Yunan milleti bunu hiçbir zaman unutmayacaktı. Gazete bundan başka Atatürk’ün İstiklal savaşı yıllarında bir İtalyan ajanı olarak çalıştığını ve İtalyanların bütün zaferlerini Türkiye’nin sırtından kazandıklarını bildirmekteydi.[10]

Bu  dönemde Yunan ve Türk basını arasında canlı bir propaganda savaşının olduğunu da belirtmek gerekir.

Türk gazeteleri İstanbul’da Rumca yayın yapan gazetelerin yazılarını da eleştirmekteydi. Ulusal basın, Rum gazetelerinden Türk tezini destekler nitelikte yazılar yazmalarını istiyor, istenen olmayınca da sürekli olarak eleştirerek kamuoyunun dikkatlerini bunlar üzerine çekmeye çalışıyordu.[11]

Ayrıca, aleyhte yayın yaptıkları iddia edilen bu gazetelerin Rum vatandaşlarca adeta kapışıldığının vurgulanmasının; İstanbul’da yaşayan tüm Rumların hedef haline gelmesinde etkili olduğu söylenebilir. İstanbul Rumlarının bu durumdan tedirgin oldukları ve her an başlarına bir şey geleceği korkusunu yaşadıkları görülmektedir. Birçok Rum, daha 6-7 Eylül olaylarından önce tedirginliklerinden dolayı dükkanlarını çok erken saatlerde kapatmakta, hatta bazıları hiç açmamaktaydı. Bu konu basına da yansımış, Hürriyet’in 30 Ağustos tarihli baskısında “Rum vatandaşların yersiz ve boş telaşları”, “hadise çıkacağını zannedenler dün dükkânlarını kapadılar” şeklinde bir haber yapılmıştı.[12]

25 Ağustos’ta Hürriyet gazetesinde çıkan “İstanbul’da çıkan bir Rumca gazetenin hezeyanları” başlıklı haberde; İstanbul’da yayın yapan Apoyevmatini Gazetesi’nin Kıbrıs konusunu üstü kapalı bir tarzda ele aldığı ve Kıbrıs’ın adını vermeden konu hakkında “bir mesele” “mahut (bilinen) mesele” diye yorumda bulunduğu belirtilmektedir:

“Apoyevmatini’nin bu yorum yazısı Kıbrıs hakkındaki bütün haberleri gibi, son zamanlarda Atina gazetelerinin kullanmağa başladıkları dilin bir naziresinden farksızdır ve adeta İstanbul’da çıkan bir Atina gazetesinin yazıhanesinden aynen nakledilmiş gibidir. Rumca Gazete’ye göre; bu mesele yüzünden mukaddes Türk- Yunan dostluğunun feda edilmesi büyük bir günahmış. Hangi mesele bu? Burası meçhul ve esrarengiz! A mübarek ağzındaki baklayı çıkarsana! Ne olur bu mesele yerine, Yunanistan’ın kendine ilhakını istediği Kıbrıs meselesi deyiver.” [13] 

Aynı konuya değinen Vatan gazetesi, 27 Ağustos günü yazdığı yazıda Apoyevmatini’yi ağır bir dille eleştirmekteydi.[14]

Yine aynı gazetede çıkan bir haberi 2 Eylül’de sütunlarına taşıyan Hürriyet Gazetesi; Yunan Dış İşleri Bakanı Stefanopulos’un o sıralarda Londra’da; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin katılımıyla gerçekleştirilen üçlü toplantıdaki Yunanistan’ın Kıbrıs’a yönelik tezlerinin Apoyevmatini Gazetesi’nde geniş bir yer bulduğunu ve bu gazetenin İstanbul Rumları tarafından adeta kapışıldığını yazmıştır. Buna karşın gazetede Türk tezini destekleyecek tarzda en ufak bir imada bulunulmadığı önemle belirtilmiştir.[15]

Sonuç olarak İstanbul’daki Rum basının yazıları ve ulusal gazetelerin buna karşı olan tutumu neredeyse tüm yurtta derin bir infial uyandırıyordu. 6-7 eylül öncesinde ortamı gerginleştiren şeylerden biri de özellikle başta Kıbrıs Türktür Cemiyeti olmak üzere bazı toplulukların eylemleriydi. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti, Kıbrıs konusunda halkı heyecanlandıran eylemler yapıyor, sürekli olarak bu konuda bilinçlerin uyanık tutulmasını sağlıyordu. Hürriyet, Cemiyetin, Londra’da beş bin kişiyle miting yapmasının, Cemiyete olan sempatiyi arttırdığını, bundan dolayı yurdun birçok yerinde açılan yeni şubelerle son zamanlarda cemiyetin şube sayısında büyük bir artışın olduğu belirtilmekteydi. Bunun yanında dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in 6-7 Eylül olaylarının başlamasından bir gün önce Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Genel Başkanı Hikmet Bil ile arabasında bir süre görüşmesi düşündürücüdür.[16]

6-7 Eylül olaylarının hemen öncesinde yaşanan bu gelişmeler, daha sonra olacakların habercisi gibidir. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında 6-7 Eylül konusunda yargılanan Adnan Menderes “Efkarı umumiye bu olaya hazırdı. Mürettibini aramak gerekmez” diyerek olayların çıkmasında hiçbir sorumluluğunun olmadığını anlatmaya çalışmıştı.[17]

Gerçektende toplum hadise çıkarmaya hazırdı ancak toplumu buna hazırlayan koşullar Menderes ve diğerlerinin suçlu olduklarını ortaya koymaktaydı.

Ortam bu derece gergin bir haldeyken 6 Eylül günü Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba koyulduğu haberi gazetelerin ve radyonun duyurularıyla birlikte Türkiye’de adeta bir bomba etkisi yarattı. İstanbul ve İzmir’de zaten günlerden beri hazır halde bekleyen halk kitlesi, özellikle Rum azınlıklara karşı bir saldırıya dönüşen gösteriler yapmaya başladılar. Özellikle İstanbul’daki olayların boyutu ve etkisi daha büyüktür. Bunun da en büyük nedeni İzmir’de Rum nüfus ve mülklerinin sayısının az olmasıdır. İzmir’de gelişen olaylarda birçok ev, dükkân, bazı kiliseler, Yunan Konsolosluğu, İngiliz kültür evi yakılmış ve tahribata uğratılmıştır.[18]

Ancak daha büyük olayların olduğu yer ise İstanbul’du, çünkü Rum nüfusun en yoğun yaşadığı yer burasıydı. Ayrıca İstanbul halkı olay çıkarma konusunda İzmir halkına göre daha fazla manipüle edilmişti. Dolayısıyla buradaki hadiselerin çapı ve etkisi de büyük oldu. 6 Eylül günü başlayan protesto kısa zamanda yağma, tahrip ve saldırıya dönüştü. İki günlük süre zarfında İstanbul tam bir savaş alanına döndü. 7 Eylül günü sıkıyönetimin ilan edilmesiyle duran hadiselerde ortaya çıkan tablo çok ağırdı. 1004 ev, 4348 dükkan, 27 eczane ve laboratuar, 21 fabrika, 110 lokanta ve kafe, 73 kilise, 26 okul, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar esnasında birçok Rum kadına da tecavüz edildiği ortaya çıkmıştı. Ayrıca olaylar sırasında 3 kişi öldü ve 30 kişi de yaralandı.[19] Bununla birlikte yüksek derecede maddi hasar meydana geldi.[20]

Olaylar Yunanistan’da derin bir infial uyandırmış özellikle basın öfkeli ve aşağılayıcı yorumlarda bulunmuştur. Demokrat İzmir Gazetesi 10 Eylül’deki baskısında Yunan gazetelerinde çıkan yazılara yer vermiştir.

Yunan Tovima Gazetesi’nin yorumu şöyledir: “Yunanlıların kendilerine taarruz edildiği zaman dinamit kapsülünü patlatmak gibi komik hareketlere tevessül etmek adetleri değildir. Bunu yapanlar ya Türk- Yunan dostluğunu bozmakta menfaati olanlardır. Yahut da kim bilir hangi maksatla bizzat Türklerdir.” 

Vradini Gazetesi’nin yorumu ise aşağılayıcıdır: “Zaman geçer fakat insanlar değişmez Büyük Kemal; köylü vatandaşlarını medeni insanlar haline sokmak istedi. Fakat bunda muvaffak olamadı. Onlar yine barbar olarak kalmıştır. Kilise yakmak, ev yağma etmek onların milli endüstrisi olarak kalmıştır.”[21]

Bununla birlikte Yunan Hükümeti Türkiye’den saldırılarda zarara uğrayanların zararlarının tazmin edilmesini istemiştir. Olayların ortaya çıkmasından sonra hükümet olayın komünistler tarafından tertip edildiğini beyan ederek kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmeye çalışmış, olaylarla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen komünist olduğundan şüphelenilen birçok kişi tutuklanmıştı. Ancak yargılamalar sonrasında suçsuz oldukları anlaşılınca bu kişiler serbest bırakıldılar.[22] 

Sıkıyönetimin ilan edilmesiyle birlikte basına bazı yasaklar getirildi. Özellikle halkı kışkırtıcı nitelikte yazılar yazmamaları konusunda sıkıyönetim komutanlığınca uyarıldılar. Ancak hadiseler olmadan önce neden böyle bir yasaklamanın yapılmadığı sorgulamaya değerdir. Bununla beraber olayları kışkırttıkları gerekçesiyle birçok gazete sıkıyönetim komutanlığı tarafından kapatıldı. Birçoğunun da kısa ya da uzun süreli olmak üzere yayını durduruldu.[23]

Ayrıca daha başından itibaren halkın kışkırtılması ve hadiseler esnasındaki rolü dolayısıyla Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin bütün şubeleri kapatılarak başkanları tutuklandı.

Suçlu görülenlerin yargılanmasıyla kapanan 6-7 Eylül hadiseleri ile ilgili dosya, 27 Mayıs 1960’daki askeri darbe sonrasında yeniden açıldı. Olayların tertipçisi olduğu iddiasıyla Demokrat Parti ileri gelenleri ve İstanbul, İzmir ve Ankara’nın mülki erkânı yargılandı. Davanın tekrardan açılmasında M.F. Köprülü’nün “Olayların olacağını hükümet öncede biliyordu. Bir tertip vardı.” Şeklindeki açıklamasının büyük etkisi vardı. Yassıada’da görülen duruşmalarda 11 sanıktan dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı da 4,5 yıl hapse mahkûm edildi.[24]

6-7 Eylül olayları sonrasında birçok Rum asıllı Türk vatandaşı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Böylelikle homojen bir Türk ekonomisi yaratma hayali de kısmen gerçekleşti. Yaşanan olaylar ülke içinde büyük maddi ve manevi zarar yarattığı kadar dış politikada da Türkiye’yi olumsuz etkiledi. Özellikle Londra Konferansı kesintiye uğradı ve Kıbrıs konusu çözümsüz kaldı. Bu sorunun bugün de devam ettiği düşünülürse ne denli kritik bir dönemde meydana geldiği anlaşılabilir. Bununla birlikte olaylar Türkiye’nin dışarıdaki imajına da zarar verdi. Türkiye’nin içindeki azınlıkları korumada aciz kaldığı görüldü. (Bianet)



Aralık 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031 

Daha Fazla Makale Haberler