Şehirsel hizmetlerin kamusallaştırılması (o zaman millileştirme deniyor) gibi kültürün de kamusallaştırılması. Gaz, su, elektrik. toplu taşıma gibi hizmetlerin millileştirilmesinden sonra, kültürün de millileştirilmesi.
Taksim’deki hafıza dediğimiz şey de galiba biraz bununla ilişkili. Kültürün millileştirilmesinin, kamuya devredilmesinin arkasında gizli bir kimlikçilik ve imtiyazcılık (soylulaştırma) dinamiği (ve şiddeti) var. Seküler bir görünüm altında, kapitalizmin yarattığı şiddetin ve çelişkilerin ulusdevlet temsil sahnesindeki imgelerinin semptomatik mücadelesi.
Taksim meydanı çok amaçlı salonları, tiyatroları, stadyumu, operası ile devasa bir program içinde bir gösteri/tören alanı olarak yer aldığında ya da tasarlandığında şehir, bütün kayıplarına rağmen hiç şüphesiz kültürel alanda uzun bir geçmişi olan bir modernleşme sürecinin kurumlarına sahipti. Ulusdevlet bu programla bir bakıma onları da kendi kapsama alanına almış oldu.
Gezi direnişi: Tarih yapan evrensel bir eylem
Taksim’in hafızası deyince ne anlaşılıyor? Bugün bile hala karanlıkta kalmış birtakım travmatik olaylar. Katliamlar, protestolar. Taksim’in resmi hafızasına bakıldığında zaman içinde meydanın taşınmasından kışlanın yıkımına kadar her müdahalenin bir diğerini işaretsizleştirme, silme eylemi olarak gerçekleştiğini görmek mümkün. Bu meydanın resmi hafızasında hep ötekileştirme girişimleri var. Bu yüzden Taksim, imgelerin travmatize edildiği ve ettiği bir meydan. Peki bu resmi hafızadan kurtarılıp Taksim imgesi nasıl canlandırılabilir? Bu sorunun artık bir cevabı var. Mesele onun politik temsil sahnesine, yani eylemselliklerin kurgulandığı gösterene taşınması.
Kamusal alandan söz ederken asıl mesele de bu travmaların iyileştirilmesi. Buradaki hakikat gösterilenler, yani imgeler değil. Onları kayda geçen, işleyen toplumsal hafıza. Burada toplumsal hafızanın ulusdevlet kamusallığı tarafından askıya alındığını söylemek mümkün. Tıpkı Gezi Direnişi‘ni gösterenleri iktidar gücüyle denetim altına alarak işlemeye çalışan, baskılayan resmi karşı hafıza gibi.
Gezi direnişi, iyileştirici bir olaydı. Barışçıl, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın asla travmatize edilemeyen, bütün dünyanın konuştuğu. gündemine taşıdığı bir durum. Eğer Gezi Direnişi olmasaydı biz Taksim’e ve dolayısı ile şehre musallat olan ve hala yalnızca bu imge rejimi içinde, gösterilenlere mahkum edilmiş olarak yaşamaya devam edecektik. Gezi Direnişi, bu dayatmacı imge rejimi içinde gösterileni değil, göstereni; yani gösterilenlerin nasıl işlendiğini, zaaflarını ortaya çıkaran bir “politik dönemeç” yarattı. Şehrin ya da Taksim’in hafızası sadece bu rejimin bağımlı imgelerinden, gösterilenlerden ibaret olmadığını gösterdi. Gezi gibi karşımızda gösterenin canlı olduğu bir örnek var. Gezi Direnişi gibi tarih yapan evrensel bir eylem.
Gezi Direnişi ulusdevletin seküler olmayan, yani iktidara bağımlı olan, gösterilen olarak dayatılmış ve gösterenin nasıl yapılandığını sorun etmeyen, nesneleştirici temsil rejimiyle bir kopuş olduğunu düşünüyorum. Tarihi bir kırılma noktası. Zorluk ise bunun politik karşılığını, ifadesini bulmak. Bu yazı bunun için bir deneme mahiyetinde.
Taksim Yarışması projeleri neyi gösteriyor?
Şimdi Taksim Yarışması sonuçlandı. Şimdi finale kalan üç proje halk oylamasına sunulacakmış. Halk bu projeleri nasıl yorumlayacak ve oylayacak? Projeler, yani imgeler içeriklerini gösteriyorlar. Ancak bu gösterilenler gösterenleri gizliyor. Yarışma gösterenleri canlandırmak, oluşum süreçlerini gösterilenlerin kayıtsız şartsız egemenliğinden kurtarmak için önemli bir fırsat. Ancak yeterli değil. Bu yarışmanın ilanı gibi bir başlangıç noktası olmayan, sınırsız bir süreç. Bu yüzden bu yarışmayı düzenlemek için çırpınan, uğraşan insanların çabalarını değerli buluyorum. Onlara diyebileceğim bir şey yok. Ama politik temsilinde bir problem var ve bununla yüzleşmek zorundayız.
Bu çatışma ekseninde ilişkilerin, değerlerin eyleme dönüştüğü kamusallıklar, gösterenler silindi, imgelerin dışında başka bir şey kalmadı. Şehir nesneleştirildi, gösterilenlere mahkum edildi.
Resmi ulusdevlet imgeleri gösterilene dönüştüren “neoplatonik” bir temsil rejimini dayatıyorlar. Sorun bununla baş etmeye çalışmak.
Peki bu yarışma bu kamusallığı güncellenmeye dair bir işaretler taşıyor mu? Yoksa bu kamusallık biçimi de modern görünümü altında, tıpkı geçmişteki gibi bu soylulaştırıcı süreçlerde kamudan elde edilen imtiyazlar altına gizlenen bir kimlikçilik hareketini mi dayatacak? Kamu erkini kullanan imtiyazcı sınıfları, mekanları kullanmaya çalışan hayırseverlik kurumlarını ve piyasa aktörlerini mi harekete geçirecek? Bunu anlamak için dediğim gibi imgelere, içeriklere değil, gösteren ilişkilerine bakmak gerekli.
İmgeler bizi içerik üzerinde konuşmaya zorluyor. Temsiller, imajlar izleyicileri, katılımcıları -ya da aktörleri diyelim- içerik üzerinde tartışmaya yönlendiriyor.
Biz projelere baktığımızda bu canlandırma teknikleri ile içeriği görüyoruz ve onun üzerinde konuşuyoruz. Bu imgelerin dışındaki her şey iptal oluyor. Böylece temsiller gösterilenin kayıtsız-şartsız egemenliği altına giriyor. Oysa bütün süreci yapılandıran eylemler gösterenler üzerinde gerçekleşiyor.
Bu nedenle içeriğe karşı direnmek gerekir. Çünkü eğer içeriğe teslim olunursa mimari imajlar piyasa odaklı profesyonel çalışmalarda yalnızca gösterilenlerden ibaret oluyor.
Hayalet şehirler…
Roland Barthes‘ın “resimler ölümü gösterirler” dediği gibi acaba şehirle ilgili planlar, temsiller de ölmüş şeyleri mi gösterirler? Yoksa… daha da fazlasını yapıp, göstermekle de kalmaz, canlı olanları da öldürüverirler mi? Yalnızca geçmişi değil, gösterileni gösterdikleri için travmatiktirler. Gezi Direnişi’nde olduğu gibi canlandırılmak için beklerler.
Şehirlerle ilgili planların her şeyi temsil etmesi mümkün değil. Kaldı ki mükemmel bir temsil olsa dahi, her zaman planların geçmişte kalacağı açık. Temsilin paradoksu bu.
Oysa süreci yapılandıran eylemler gösterenler üzerinde gerçekleşiyor, yapılanıyor.
Şehir planlama-tasarlama eylemliliklerinde asıl uğraşlar, kapasiteler, güçler orada saklandığı için gösterilenlerin ölüler dünyasına sıkışıp kalıyoruz. Mimarlık, tasarım gibi yaratıcı uğraşlar gösterende yapılanıyor ve ne yazık ki o da içerik arkasına saklandığı için kolay kolay gözükmüyor.
Bu yüzden artık hayalet şehirlerde yaşıyoruz, ne kadar gösterilenlerin canlı olduğunun farkında olsak ve bu imge rejimi içinde güya katılımcı eylemselliklerle, çalıştaylarla v.b. etkinliklerle onları temsil sahnesine sokmaya çalışsak da. Modernleşmenin asıl meselesi gösterilenin yerine geçtiğinin, temsil ettiğinin canlı olduğunu bilmek değil. Nesneleştirici olmayan bir temsil ilişkisi kurmak, gösterenin de canlı olabileceğini hayal etmek. Belki de imkansız bir işle uğraşmak. Gösterenin canlandırılması için çabalamak. Demek ki modernleşmenin asıl meselesi gösterilenin yerine geçtiğinin canlı olduğunu bilmek değil. Gösterenin canlandırılması için sınırsız ve sonuçsuz bir uğraşla çabalamak. Bu imkansız gibi gözükebilir ama temsilin canlandırılması, bu koşullarda bu imgeleri gösterilene dönüştüren dayatmacı estetik rejimini değiştirmek için tek yapılabilecek şey bu. Bu yüzden bu siyasal hafıza meselesi önemli. Bunun için de kendi uğraşlarımızla, profesyonelliklerimizle kamunun rolünü yeniden yapılandırmamız gerekiyor.
Gezi Direnişi’ndeki gibi imgeleri canlandırmak… Bu belki ilk bakışta bu koşullarda imkansız gibi gözükebilir ama temsilin özgürleştirilmesi, canlandırılması, imtiyazcı ilişkilerden kurtarılması için tek yapılabilecek ve her şeyi radikal bir biçimde değiştirecek olan şey bu.
Kaynak: Yeşil Gazete/Korhan Gümüş