Devrim ve değişim isteyenlerin mücadelesinde kaçınılmaz olarak o davanın ütopyasında başarmak ve amaca ulaşmak vardır. Şüphe yok ki bu ülkesine ve de dünya insanlığına hizmet eden, umut verirken de halkların çıkarına birleştirici rol oynamak isteyen devrimci-ilerici nitelikte bir dönüşümü ısrarla iktidara taşımayı benimseyen önemli bir argümanıdır. “Yeni” bir anlayış ve yaşam tarzını temel alan antiemperyalist bakış açısı, söz konusu değişimin taşıyıcı değerleri toplumsal bütünlük üzerinden yükselerek hep evrensel nitelikte olmuştur. Ve bu düşün geçmişten farksız olarak bugünde toplumsal bütünlük içerisinde ve ayrım yapmaksızın herkesi kucaklamak, farklılıklarıyla yol almak isteyenlerin bir anlayış anatomisidir. Bunun aksisini iddia etmek, geçmişle gelecek arasındaki niteliksel farklılıkları yok saymaktır. Zira, bin yıl öncesindeki sınıf kavramı ile bugünün sınıf yapılanması şüphesiz biçimsel olarak aynı noktada olmasa da -ve ancak bu öz itibarıyla bugünde değişmeksizin sınıflar arası uzlaşmazlıkların ana kaynağı (kapitalist sömürü) bütün kötülüklerin nedeni olduğu gerçeğini değiştirmez. Haklı haksızı, sömürü ve sömürülenleri, savaş patronlarını ve mağdur olanları yine birbirinden ayıran sınıf çelişkisi olmuştur. Dolayısıyla her savaş keyfi bir başvuru değildir, çıkarların en acımasız bir konforla öne çıkması ile “savaş” ve “savaşmak” beklentisi önem arz etmiştir.
Değişimi temel alan her “yeni” progress (ilerici) düşün ülke sınırlarını aşarken ve bu savun bütün insanlığa mal olan bir umut dünyasına dönüşür. İşte tam da bu bağlamda elde edilecek kazanımlarla gerçek bir “zafer” olarak sahiplenir: Zafer; her şeyden önce halkın yaşama dair genel çıkarlarını gerçek anlamda öngören bir bütünlüktür. Zafer; çoğunluğun değil de çoğulculuğun, yani bütününü kapsayan yaşama güvencesidir ve bir varoluş tahammülüdür. Zafer; herkese eşit oranda yaşama garantisinin sunulduğu yönetim anlayışıdır. Yoksa, özel mülkiyet içinde palazlanmış belli imtiyaza sahip baskı grupların sömürü ve fırsat kollayan yönetimin “zafer” tarzı değildir.
Afganistan’daki gelişmeler yoğun ve karmaşık bir gündemle bölge ve dünyayı meşgul ederken; Taliban’ın “zafer” öyküsü tarihi gerçeklerin çarpıtıldığı bir dezenformasyonla dış dünyaya resmedilmeye devam etmektedir. 14-15 Ağustos 2021 tarihinde Taliban’ın Afganistan’da yönetimi siyah beyaz renkten (dini ideolojisini sembolize eden) bayraklarla ülkenin değişik şehirlerinde (Kabil başta olmak üzere) gövde gösterisine dönüştü. Hiçbir şey olmamışçasına ve de halk iradesine rağmen insanları zorla “geçit” törenine alırken ve bir üst perden “zaferini” kabullendirmek istemiştir. Son yirmi yılda ülkede yaşananların muhasebesi yapılmadan ve olayların tarihsel gerçeklerine inmeden, geçmişteki ilişki ve yaşanmışlıklardan ayrı ele almak en büyük eksiklik olduğunu belirtmek gerek. Her şeyden önce Taliban ve Mücahitlerin son 40 yılda ülkedeki varlığı ve de diş güçlerle olan iş birliğinin etki alanına bakmak gerek işte ancak o zaman Taliban gerçeğini anlamamızda bir kolaylık sağlayacaktır.
Afganistan’ı 1979’da işgal eden Sovyet Rusya’ya karşı ABD, tarihin en büyük gayri resmi savaş güçlerini mobilize etti. Bu birlikler içerisinde 1960’ların başında kurulan “yeşil kuşak proje” ülkelerinden yoğun bir katılımla savaşmak isteyen insanlar akın akın Afganistan’a geldi. “İslam’ı kurtaralım” heyecanıyla IŞİD tarzı bir yapılanmaya dönüştü. Diğer bir ifadeyle; Afganistan’ın özgürlüğü için verilen savaş Afgan Mücahitleriyle sınırlı değildi, dünyanın dört bir yanından binlerce Müslüman kökenli gönüllü savaşçının uğrak yeri olmuştu. Önce Mücahitler ve ilerleyen süreçte de bu yapı Taliban oluşumu ile kitlesel ve de savaşan bir güç konuma geldi -ve bu bütün Müslüman ülkelerde alkışlarla karşılandı. Bu hareketin iç yansıması hiçte barışçıl değildi, tıpkı ülkemizde siyasal İslam’ın karşıtlarını terörize etmesi gibi.
1979 yıllarında Afganistan’da mücahitlerle birlikte Sovyet işgaline karşı savaşan Usama bin Ladin ve Taliban yapılanması gerçek anlamda ABD tarafından yaratıldı, büyütüldü ve en acımasız bir şekilde savaştırıldılar. Daha da önemlisi bu harekete zaman zaman “İslam enternasyonalizmi” şeklinde yakıştırmalarda bulunarak Mücahitler el üstünde tutuldu. Dönemin Sovyet ve Batı karşıtlığı uluslararası kutuplaşmanın ilk sırasında yer aldığı bu süreçte, ABD bu antagonizmi fırsata dönüştürmek istedi. Bu durumdan hareketle ABD, Afganistan’daki tüm Sovyet karşıtı güçleri en modern silahlarla cepheye taşımasını sağladı. Bu savaş sadece ABD yardımıyla sınırlı kalmadı, Mücahitlerin desteklenmesi bütün Müslüman ülkelerinde adeta dini bir görev olarak algılandı. İşte bu sayede “yeşil kuşak projesi” arka plan olarak kendi ülkelerinde de aktive oldular (Bunun detayını daha önceki yazılarda da dile getirmiştik).
Afganistan’daki Sovyet karşıtı Mücahit/Taliban savaşı tam anlamıyla bir Pirus Zaferine dönüşmüştü. Sovyet ordusunun yenilgisiyle Taliban 1996-2001 yıllarında ülke yönetimini ele geçirdi. Bu yıllarda ülkeyi yöneten gerici dinci Taliban rejimi ülkeyi ne bir reform tarzında restorasyona yönlendirdi ve ne de ülke halklarının çıkarlarını önceleyen “sosyal” veya “milli hareket/devrim” tarzında bir “milim” dönüşümde bulundu. Taliban iktidarı döneminde iç savaşa kilitlenirken ve kendisi gibi düşünmeyenleri toplu katliam, yıkımlar ve kadınları eşit kategoride görmeyen bir mantıkla rejim sürdürülür oldu. Zira Taliban, iktidarı boyunca yönetimin ne toplumsal ve ne de bir sosyal dönüşüm meselesini anlayan veya önemseyen bir mantıkta da olmadı, daha doğrusu bunu gerekli görmediler. Onlar, her şeyi dini vecibelerle ülkeyi anlamak ve yönetmek istediler. Israrla sivil toplum güçleri üzerinde kurdukları baskı ile halkı Taliban’ın din rejimine itaat etmelerini tehdit ve ölümlerle boyun eğdirmesini tercih etti. Kısacası, ülke halkı arasında en acımasız uzlaşmazlığı normal gibi bir yaşam tarzı haline dönüştürdü. Dolayısıyla evrensel hukuk, adalet ve insan hakları gibi temel istemler yerine dini referanslar temel alınarak ülke yönetimine zor yoluyla hükmettiler.
Dini perspektifle iç çatışmaya yaslanan Taliban ve dinci müttefiklerinin destek ve sorumluluğunda son elli yılın belki de en karmaşık, acımasız iç savaşı verildi. Buda heykellerinin parçalanmasından, diğer birçok sanat ve kültür değerlerinin yok edilmesine kadar –kelimenin tam anlamıyla insanlık ağladı. 14-15 Ağustos 2021’de Afgan yönetimi Taliban’a açıktan devredildi. Tüketilen Afganistan gerçeğinin acı ve gözyaşının izleri Taliban’ın ülkeye hâkim olmasından daha da zor ve yüzyıllarca unutulmaz yaralara ayna tutacağı muhakkaktır. Tüm bu yaşananlardan hareketle, ülkede gerçek bir “zaferden” bahsetmek en büyük yanılgı -ve bu olsa olsa insanın kendisiyle olan bir çelişki okuması olur. Bu “zafer” büyük bir kaybın ardında kabuk tutmayan yaranın kanamasıdır. Bu denklemin gelecek dönemde neden olacağı bir başka sonucu olur ki, savaşın kangren olmuş toplumsal yaranın “kayıp zaferi” olarak hafızalarda kalacaktır.
Neden mi?
Taliban’ın 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelerine saldırması sonrasında Afganistan’ın ABD tarafından işgali (2001 sonlarına doğru) gerçekleşti ve Taliban iktidarına son veridi. Bu süreçten itibaren ülke tarihin en karmaşık ve çıkmazına girdi. Yoksul ve merkezi otoritenin olmadığı ve ancak yerel feodalitenin söz sahibi olduğu Afganistan’da herkes kendi güvenlik güç potansiyeli ile aile çıkarını korumaya yöneldi. Bu koşullarla varlığını sürdüren bir Afganistan için ABD müdahalesi çok ağır geldi. ABD ve müttefikleri Taliban’ın bulunduğu yerleşim yerlerini ağır bombardımana tuttu, Taliban güçleri Tora Bora ve benzer dağların sığınaklarında ancak nefes alabildi. Taliban’ın bu sıkışmışlığı bir anlamda IŞİD’in “kedi ve köpekleri yiyebilirsiniz” için verdiği fetvaya benziyordu. ABD acımasızdı ve açıkçası 11 Eylül saldırısının öcü peşindeydi…
“ABD, 2001 işgalinde istemiş olsaydı Afganistan’da Taliban’ı ve toplumu daha yaşanır bir konuma dönüştürebilirdi, ama bunu tercih etmedi”. (1)
Kaos ve uzlaşmazlıktan beslenen uluslararası emperyalist güçler, önce Afganistan’ı ve buna bağlı olarak bütün Kafkas ve Uzakdoğu bölgesini yönetilmez ve iç uzlaşmazlığa çekmekti amacı. Yoksa Afganistan’da ki insani dram ve Taliban baskısı hiçbir zaman hukuki anlamda işgalci güçlerin baş ajandası olmamıştır. Olanda buydu ve bunu başardılar da. ABD, 2001 dönemi kıyasla sözünü ettiğimiz bölgelerde 2021 itibarıyla çok daha avantajlı ve güçlü stratejik bir konuma gelmiştir. Emperyalist güçlerin “uzun vadeli” çıkar oyunları bu bölgede tuttu ve de etkili konumdadır.
Geçen 20 yıllık süreçte gerek Afganistan’da ve gerekse de diğer bölge ülkelerinde bir denklem oluşturuldu -ve bu gerçek anlamda “Ortadoğululaşmadan beslenmek” politikasıydı. Bu dönüşümle birlikte artık dış düşmandan çok iç düşmandan söz edilir oldu. Her koşulda bir Taliban varlığı artık kabul edilir değildir ve ülkenin giderekten bir çözümsüzlüğe ve de toplumsal bunalımın dip karanlığına doğru ilerleyen bir yoldan geçiyor.
Gerçek şu ki; 20 yıllık Taliban ve Batı müttefiklerinin kapışma serüveni “anlaşmalı” olarak sonlandırılmıştır. Açıkçası emperyalist ülkelerin Taliban’a göz kırptığı bir geçiş süreci (14-15 Ağustos 2021) başlamıştır. Unutmayalım ki Taliban, ABD ve NATO güçlerince gönderildi (1996) ve yine aynı emperyalist güçlerce gelişi sağlanmıştır. Yoksa beli çevrelerin iddia ettiği gibi; “Taliban’ın ilerleyişi ve zaferi kurtuluş savaşıdır” (2) tezi, daha çok Türkiye ve benzer ülkelerdeki gerici dinci şeriatçı çevrelerin savunduğu bir görüştür. Siyasi ve de dini çıkarlar uğruna gerçekleri tersyüz etmek, buna kimsenin gücü yetmez ve sadece zaman kaybından başka bir şey değildir. Halka rağmen, işgalci güçlerin “müsaadesiyle” yönetimi ele geçiren bir iktidar, halkın iktidarı olamaz. Her şeyden önce ileriye yürümek değişim demektir, bin yıl öncesi dini referansla bugünü ve geleceği düşünmek ve umut bağlamak doğanın değişim yasasına aykırıdır. Boşuna dememişler; “değişmeyen tek şey değişimdir”. Afganistan gerçeğini bu perspektifle bakmak doğru bir saptama olsa gerek.
“Afganlılar her koşulda Taliban’ı istemiyorlar; onlar bitkin, yorgun ve normal bir yaşam için savaşın sonlandırılmasını istemekteler”. (3)
Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın iddiasına göre; “Taliban’la sürekli bir görüşme halinde” olduklarını belirtir. Ayrıca ABD yetkililerince “Taliban’ın yönetime el koyduklarından beri henüz bir düşmanlık yaşanmamıştır”. (4) yorumu, ikili arasındaki iş birliğinin olduğu gerçeğine bir işarettir. Batı güçlerinin Taliban’la olan ilişkilerin sürdürülür olması, bunun geçmişten günümüze kapalı kapılar ardında nasıl yol aldığının somut bir kanıtıdır. Birçok sivil toplum örgütlerin yansıra Uluslararası Af Örgütü’nün de yoğun tepki ve baskısı sonucu AB (Avrupa Birliği) Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen bir açıklama yapma zorunluluğunu hissederek; “(…) Taliban’ı tanımıyoruz” (5) şeklinde bir demeçle yetindi. Zira, AB Komisyonu Başkanı’nın bu yorumu Avrupa Birliği müesses nizamın görüşü olduğunu söylemek mümkün değildir. Emperyalist güçler bir başka ülke için hiçbir zaman barış ve istikrarı öncelemezler, onlar için önemli olan tek şey kendi “çıkarlarının” korunması olmuştur.
Tüm bu anlattıklarımızdan hareketle rahatlıkla şunu söylemek mümkün; emperyalist güçlerin Afganistan’a dair “planı” bu ülkeyi çok aşan ve sadece “büyük” oyunun bir parçasıdır. ABD’nin geleneksel dış politikası ve Batı emperyalistlerle birlikte oyun kuruculuğu “kalıcı” olma anlayışı içinde hep sürdürülmek istenmiştir. Özellikle ABD Başkanı Ronald Reagen (1981-1989) döneminden beri süregelen “stratejik denge” ve “alan manipülasyonu” tespiti temel alınmış -ve bu anlayış 2001’de Afganistan’ın işgaliyle dönemin Dişişleri Bakanı Collin Powell’ın (2001-2005) “kalıcı strateji” (6) tezi ile desteklenmiş ve bu Amerika’nın değişmez dış politikasının önemli hedefi arasında yer almıştır. Powell’ın bu jeostratejik politikası bugünde aynı çizgide sürdürüldüğünü söylemek mümkün.
ABD ve Batı’nın “büyük” oyunundan söz ederken; bugün, Rusya, Kafkasya, Çin ve Orta Asya’nın bütününü kapsayan iç istikrarsızlık ve kaos ortamı ile yönetilmez “büyük” bir coğrafyaya dönüştürme plan ve beklentileri vardır. Bu jeostratejik yaklaşım üzerinde yoğunlaşan ABD, bunun olabilirliği için direkt ve de endirekt olarak “bir” pazarlık öncelemiştir. Diğer bir ifadeyle, bu “büyük” düşün oyununda “Ortadoğululaşmadan beslenmek” vardır -ve sınır tanımaz bir dayatma içinde ilişkilerin zorlanmasıyla hedef odaklı iç çatışmalar şimdiden hissedilir durumdadır.
40 yıllık Mücahit-Taliban’ın ABD önderliğindeki Sovyet karşıtı savaşın fiili durumu sonrası, 20 yıllık Taliban’ın ABD/NATO karşıtı savaşına dönüştü. Ağustos 2021 itibarıyla geride enkazdan bir ülke bırakıldı. Şeriatın kural ve kanunlarına bağlı kalacağını beyan eden Taliban -ve “yeni” sürecin temsilcisi olarak ülkeyi yöneteceğini “dualarla” beyan etti. Bireyin eşit hak ve özgürlüğünü kabullenmeyen, hiçe sayan, dini vecibelerle cinsiyet ayrımını geçmişte olduğu gibi “yeni” süreçte de aynı noktada olacağını açıkça dile getirdi. Bu mantıktan hareketle Taliban ülkede yaşayan bireyleri cinsiyet ayrımına göre kategorize ederek insan tanımlamasında ısrar etti. Tüm bu zorbalıklarla Taliban, dini doğmalarla şeriat kanunlarını önceleyeceğini her fırsatta dile getirdi. Daha da önemlisi Taliban, şeriat kurallarına uymayanları ve de biat etmeyenleri “İslam karşıtı” olarak görecek -ve bunun sonucu olarak o insanların yaşama hakkı elinden alınarak cezalandıracağını söylemekte tereddüt etmedi. Şüphe yok ki Taliban’ın bu anlayış ve mantığına neden olan birçok ülke ve güçler sorumludur. 60’lı yılların başından itibaren (yeşil kuşak projesi) adeta insan çiftliğinde beyinlerin üretildiği siyasal İslam anlayışı, son 40 yıl boyunca bu düşün temsilcilerini kendi halkıyla savaştırdılar. Bu suç ve cezadan istinasız olarak ABD ve de diğer müttefik ülke ve güçler sorumludur!
Kullanılan ve yararlanılan kaynaklar:
1- Clingendael Spectator Magazin voor İnternationale Betrekkingen, 17 Ağustos 2021, Nederland.)
2- Doğu Perinçek, “Nedir Ne Değildir” programı, CNN-Türk, 19 Ağustos 2021.
3- Versteeg Joris, “Afghanistan: wel schieten niet, niet praten” NRC Handelsblad, 30 april 2021 Nederland.
4- De Telegraaf, 19-08-2021 Nederland.
5- De Volkskrant, De Telegraaf, NRC Handelsblad; 22-08-2021 Nederland.
6- A Strategy of Partnership, Essay – Foreign Affairs. Jan. /Feb. 2004. -U.S. DEPARTMEN of STATE, ARCHİVE, January 20, 2001 to January 20, 2009. -https://www.jstor.org – “The Rise and Fall of Colin Powell and the Powell Doctrine”