Aslında bu yazının başlığı “PEN ÜYELİĞİM VE UTANCIM” olacaktı.
Bir gurura dönen utancı yazacaktım. Bunu yazarken de başlığı “ENE” olmalıydı diye iç geçirdim. Ya da “BENİM İKİ ANNEM OLDU” diye de olabilirdi. Bazen bir yazıya başlık bulmak zor olur, ama bu yazıya atılacak bol miktarda başlık var.
Uluslararası yazarlar birliği olan PEN’e gecikmeli olarak yapılan başvurum, PEN tarafından oybirliğiyle kabul edildi.
Yazmayı bir ayrıcalık değil, bir görev olarak gördüğüm için PEN’e ya da ona benzer kurulmalara girmeyi gerekli görmemiştim. Çevremdeki bazı dost ve yoldaşların ısrarı üzerine üye oldum.
Yakın dönemde bulunduğum şehirde 20’ye yakın yazarın katıldığı bir etkinlik yapıldı. Dünyanın çeşitli Cezaevinde tutuklu bulunan yazarlara ilişkin bilgilendirme, metin ve şiir okumaları oldu. Vietnamlı bir şairden Nazım Hikmet’in başka bir dilde ilk kez bir şiirini dinledim. Güzel bir geceydi.
Sonra, İspanyol asıllı bir kadın, kitaptaki kapak fotoğrafını sordu. Saklanması gereken bir tablo kadar güzel olduğunu söyledi. Kendisini destekleyenler oldu.
“Biz şehirlere gittiğimiz zaman anne ve babalarımızın bu giysilerinden utanırdık. Onun için bir özür olsun diye kapağa koydum, ”diye cevap verdim.
Şaşırdılar.
Şu anda anlattığım şey benim de “bulaştığım” bir “suçun’ özeleştirisidir aslında.
Kısaca anlatayım:
Babam iki evliydi. Üvey annem ENE, erkek çocuğu doğurmamıştı. Dört ablam doğmuştu. Şemşi ve Şare adındaki iki ablam daha bebekken ölmüş. Mezarları da Kırk Merdiven Vadisi üzerindeki Şoran (Tuzlu) yaylasındadır. Kani Hesenan’a(Hasan’ın Çeşmesi Yaylası) çıkan patikanın güneydoğu yönüne dönen Korta Reşe (Siyah Çukur Yaylası) yaylasına ayrılan patikasının Kuzey yamacındaki küçük tepededirler. Mezarları neden insanlardan uzak o dağlara gömüldü, sorusun bu güne kadar akıl edip soramadım.
O zamanları ve daha sonraları yazları Munzurlara yaylaya giderdik. Bu yaylanın Şoran ismini alması da yaylanın vadiye bakan bir yamacından alır. Bu yamaç hep nemlidir. Nemi tuzludur. Bunun için bazı otlar dışında fazla ot da burada bitmez. Bu tuzlu nemi, dağ keçileri yalamaya gelir. Bu yayla ismini buradan alır.
Babama erkek çocuk doğuramayan annem ENE, babamın “ocağı körelmesin” diye kendi elleriyle babama evlenecek kadın arar. “Bu nasıl olur?” itirazlarınızı duyar gibiyim, ama olmuş.
Ene, kanser hastalığından ölene kadar babama aşıktı. Çemişgezek Devdreşli Kızılbaş Hesene Heci’nin “oğlu” Keko’nın kızı olan öz annemi babama buluyor. Dedem Keko’nun kızı annem, babamdan yaşça hayli küçük. Burada yine farklı bir hikaye karşımıza çıkıyor:
Dersim Pertek Ermenilerindeler. Koyun sürüleri varmış. Bir akşam vakti eve dönerken evlerinin yandığını ve aile bireylerinin katledildiğini öğrenince kaçıp saklanırlar. Heseni Heci, onları Murat Nehiri kenarında saklanmış halde bulur. Onları evlat olarak alır. Büyütür ve kızlarıyla evlendirir.
Memo ve Keko’nun asıl isimlerini bilmiyoruz. Hesene Heci’nin “oğulları” olarak büyür ve “normal hayatlarına” devam ederler.
Bu yaşanmışlık başka bir çalışmada anlattığım için şimdilik parantezi kapatıyorum.
Ene, kardeşim Haydar, ablam Sabriye (Ene’nin kızı) ve yine ablam Zeynep’in bulunduğu fotoğrafını ÇIĞLIK kapağına koyduk. Bu fotonun öyküsü, çok ağır olduğu için buraya aktarmayacağım. Fotoğrafın hikayesini, Sancı Yayın kurulunun yaptığı önsözde okuyacaksınız.
BİTMEYEN VEDA’da yine Ene’nin fotoğrafı vardır.
Zira geçmişe dair başka fotoğraflarımız da yoktur. Evimiz yakılırken, geçmişimizle birlikte hatıralarımız da yandı.
Ayrıca bu fotoğrafların kimin tarafından nasıl çekildiğini de bilmiyoruz. “Hatıraları en iyi fotoğraflar saklar,” gereğini kanıtlar gibi, güzel bir hatıra olarak kaldı bize.
Ben ve kardeşim Ali Rıza, Elazığ Atatürk lisesinde okuyorduk. Ene hep yanımızda kalırdı. Fevzi Çakmak Mahallesi’nde kiralık tuttuğumuz zemini topraklı tek odalı bir evde kalıyorduk. Duvarları kireçle badana yapılmıştı. Nemli olan dış taraftaki duvar şişmişti. Hafif göbekte yapmıştı. Kirecin kalktığı yerlerde saman parçaları vardı. Yan komşumuzu da üniversiteye giden Karakoçan Okçiyanlı Selo’ylal (Haki) kalıyordu.
Haki, birikimi, bilgi ve güçlü polemik diliyle o zamanda üniversiteli gençlik içinde ön plana çıkmıştı. Sık sık kendi “doğrularımızı” tartışırdık. Haki devrim yapmak için toplu ayaklanmayı savunuyordu. Ben ve Selo ise Halk Savaşını savunuyorduk.
Fanatik bir Partizancıydım. Dünyadaki tüm doğruların bizimle başladığını ve bizimle bittiğine inanıyordum. Liseli gençlik içinde örgütleme yapıyordum. Lise de epey bir sayımız vardı. Devrim yapacağımıza fena halde inanıyorduk. Devrimci ve ilerici olduğumuzu zannediyorduk. Meğerse çok kapalı, bağnaz, geri ve dünyadan bihabermişiz.
Bir gün Ene fenalaştı. Doktora götürmemiz gerekiyordu. Telefon yoktu o zaman. Telefon olsaydı dahi ambulans istemeyi bilmiyorduk. Çünkü o güne kadar hastane yüzü görmemiştik. Ene’mi sırtlayarak panik halinde yola çıktım. Onu kurtarmak için taksiye doğru koştum. Taksiyle hastaneye götürdüm.
Ene şalvarlıydı. Türkçeyi evet hayırla sınırlı bir kaç cümle biliyordu ancak. Onun için okul dışında hep ana dilimizle konuşurduk. Türkçe konuştuğu zaman çoğu zaman gülerdik. Evet yanlış anlamadınız gülerdik… İnsanın kendi kendisini bozguna uğratması, nasıl bir dram biliyor musunuz?
Ben ise Ene’ye tercüman olduğum için utandım. Hastane de onun o renge renk güzel elbiselerinden utandım.
Ene Türkçe bilmediği için mahcuptu ve de utanıyordu. Ama Ene’nin utancın rengi nasıl bir utançtı bilemiyorum. Ayağında kırmızı bir kundura vardı. Kunduranın ucu aşınmıştı. Gözlerini ayakların ucuna dikmişti.
“Hastamızın ismi nedir?” diye sordu doktor.
Ben “Ene KAHRAMAN”deyince, “Na bavo (baba), navemın Nergıze (Yok baba. Benim ismim Nergiz)”diye fısıldayarak düzeltti.
O güne kadar kendisiyle resmi bir kuruma gitmemiştim. İsminin Nergiz olduğunu da orada öğrendim.
Evet, devrim yapmaya kalkan biz, annemizin ismini bile bilmiyorduk.
Ene, genellikle bize “Bavemın (babacığım)” yada “bırayemın” (kardeşim) diye çağırırdı. Bir sevgi küpüydü. Burnundan ve kulaklarından fışkıran bir sevgisi vardı. Sevgisiyle insanı koruyordu.
ENE güzel kokardı. Hep kille yıkanırdı. Nasıl bir kokuydu bilemiyorum, tarif edilmesi biraz zor ama huzur, güven ve sevgi kokan bir tadı vardı. Güzel kokusundan dolayı genelde yanında uyurduk.
O günden beri Nergiz ismini daha çok sevdim. Hatta ölüm orucunda Nergiz GÜLMEZ yoldaş hayatını kaybettiği zaman, Nergiz isminden dolayı iki kat daha fazla dokundu bana ölümü.
Kısacası, Ene’nin şahsında büyüklerimize karşı yerine getirmemiz gereken bir ÖZÜR!.. Evet burada yapay bir özür yoktur; büyük bir özür vardır.
O topraklarda yaşayan herkes anne ve babaların elbiselerinden dolayı utandı. Herkesin şu ya da bu şekilde bu duyguyu tattığına inanıyorum. Kimisi unutmuş olabilir, fakat hafızanızı ve çocukluğunuzu kurcalarsanız, bu utancın ciddi anlamada sizi rahatsız ettiği için utanmayı tercih ettiğiniz göreceksiniz.
Konuştuğu ana dilinden ve giyinilen elbiseden utanıyorduk.
Düşünün ki, bu aşağılık sistem öyle bir asimilasyon yapmıştı ki, kendimizden utanıyorduk.
Bu utancı bize yaşatanlara binlerce kez lanet olsun!..
Elazığ ve Çemişgezek’te anne ve babalarımız bizimle gezdiği zaman okul arkadaşlarımızın görmemesi için içten içe dua ederdik. Kitaptaki şalvarlı kadınların giysisi bir dönem benim/bizim utancımızdı. O şimdi bir onura dönüşmüş. Onun için kitapların kapağına bu fotoğrafları koymayı uygun buldum.
Oradaki insanlara sadece gerçeğin çok ufak bir kısmını anlattım. Dil de utandığımı da anlatmadım. O insanlar nasıl etkilendi biliyor musunuz?
Yazarlar ellerindeki bardakları sıktıklarını gördüm.
Utancımı avuçladıklarını ve özrümü kabul ettiklerini gördüm.
Her şeyden önce insanlar. Evet insanlar. Bizim gibi insanların kusurları ve acılarıyla alay etmezler. Bizim gibi kasıntı, kaprisli ve burunu havada değiller.
BİTMEYEN VEDA’yı sabırsızlıkla beklediklerini söylediler. Cemil Güngören, Serkan Eker, Devrim Gür, Ahmet Batmaz ve Emel Akgul duydunuz mu?
Kitaplardaki geliri almadığımı öğrenince, dayanışma için onu farklı dillere çevirme konusunda yardım sözü verdiler.
Bölgemizin PEN dönem başkanı 70 yaşı civarında asil bir kadındır. Kökleri geçmişe uzanan bir aileden geliyor.
Ben bunları anlatınca daha sevecen ve sınırları ortadan kaldıran kucaklayıcı bakışlarla sarıp sarmaladı beni.
“Hangi şarabı istersin ?”deyince,
“Şarabı iyi tanımıyorum,”diye cevap verince, kalkıp “en güzel şarabı senin için getirdim,” diye geri döndü.
Bilmeyeni hor görmezler bizim gibi. Ukalalık asla yapmazlar…
Öyle ya, biz kökleri biçilen ve oradan kopartılmıştık. Bize ait bir kültür kalmamıştı. Zorla dayatılan yapay bir kültür vardı. Bu kültürsüzlük içinde şarap içme kültürümüz de yoktur. En azında benim açımdan bu böyle..
Ezilmenin ve dökülmenin bir manası var mıdır? Biz buyuz. Kendimizle barışık olmayı öğrenmeliyiz artık.
Neyse,
Kaynağını Alpler Dağları’ından alan nehir, şehri ikiyi bölerek akıp gidiyor Güneye. Hani Romalılar’ı yenen Kartacalı ünlü komutan Hannibal’ın kıyısında dinlendiği, fillerini suvardığı nehir. Bu nehir, Alplerde aldığı emaneti Akdeniz’e taşıyor. Bu nehrin akışını hep Munzur’a benzetirim. Belki benzemiyor ama özlemimden olsa gerek ben benzetmek istiyorum. Nehir tıpkı Munzur’un durgun olduğu ovacık düzlüklerindeki gibi sessiz ve katlanan bir Acem halısı gibi ilerliyor.(Duydun mu Eyüp Hanoğlu? BİTMEYEN VEDA’yı Munzurun kulağına fısıldayarak okuyacağına dair söz vermiştin. Bir de nehirine de ki, ‘o bağnaz çocukların, utancını onura dönüştürdüler’ de!)
Nehirin yaladığı duvarların mimarisi şiirseldir. Bizdeki gibi biçimsiz, anlamsız ve kimliksiz taş yığınları değildir. Bir sanat vardır. Binanın duvarları perspektifine şiirsel betimleme, duygu, tarihin dokusunu ve alınteri akıtmış. Bu binanın içindeki ceviz ağacında yapılan masanın etrafında sohbete devam ediyoruz.
Madame Alix, bir kalem hediye etti. Kalemin bir yüzünde“ECRİRE UNE LETTRE CHANGER UNE VİE(Bir mektup yaz bir yaşam değiştir)”, diğer yüzünde ise “ECRİRE POUR LES DROİTS(haklar için yaz.)”
“Senin silahın bu kalemdir. Al, mektubunu milyonlara bununla yaz!”dedi.
Bir önceki yazı da neden kitabın isimi,“BİTMEYEN VEDA” olarak seçtiğimi yazmıştım.
Şimdi de kapak fotografının hikayesini hediye edilen kalemle size yazıyorum:
Bir utanç, gurura dönüşebilir.
Bir suç, erdemin kendisi olabilir.
Bir mahcubiyet, onura dönüşebilir.
Bitmeyen bir sızı, edebiyat olabilir.
Edebiyatla kendisini tedavi etmeye çalışıyor yazanlarımız.
İyi bir sığınma. Acılar üretime dönüştürülebilinir.
Tıpkı, “Yürü, yazgın seni tezden geçti bile,” sözünde olduğu gibi.
Yazanlarımız çoğalıyor.
Bu çok sevindirici bir durum.
Murat Kahraman