Bizimle iletişime geçin

Makale

Ortadoğululaşmadan Beslenmek -11 | Emperyalist Küreselleşme’nin Afrika Çıkmazı

Dünyanın en zengin maden potansiyeline sahip bir kıta olan Kara Afrika ve onun Ortadoğu parçası, maalesef yüzyıllar boyu büyük acılarla yoksulluğun yaşandığı benzersiz bir insan coğrafyası olarak anılmaya devam ediyor. İç savaşlar, kuraklık, açlıktan ölen milyonlar ve çöl ortasında terkedilmiş çocuklar ve yorgun bitkin düşmüş bedenler.

Üst başlıkta da anlaşılacağı üzere; emperyalizm ideolojik olarak kapitalizm demektir, küreselleşme ise iktisadi ilişkilerin temsil edildiği ticaret, sermaye dolaşımı ve esaslı olarak da kârın merkezde olduğu sömürü düzenidir. Kapitalist sistemi bu bağlamda ele alındığında; görülecek ki farklı çıkar gruplarının sürekli ve kıyasıya bir rekabet halinde olduğu, “çoklu” üretim tarzını yaratmak, mekân değiştirme, yıkıp yeniden başvurma ve bir denetleme sürecinin işletildiğini görmekteyiz. Bu hareketlilikle özünde kapitalist sistemde sermaye dolaşımı demektir. Sürekli bir krizle özdeşleşen sistem bir iç huzursuzluk yaşandığı ve zaman zaman uzun-kısa vadeli büyük buhranlara ev sahipliğinde bulunduğu bir oluşumun anatomisidir. Bunun da bir sebebi vardır; sistem toplumsal çıkarı önceleyen bir üretim yasasını öngörmemesidir ve o ısrarla kendi sınıfsal bütününü korumak için var olmuştur. Bu ilişki bütününden hareketle ‘azınlığın çoğunluk’ üzerindeki baskıcı rejimi doğal olarak ezilenlerden yana devrimcilerin temel hedefi olmuş olması da kaçınılmazdır. Bu olmazsa olmaz yaklaşımı en genel anlamda hak arama mücadelesinde “özgürlüğü” savunmanında ötesinde, tarihte devrimci misyon gereği ezilenlerin sahiplenmesini zorunlu kılmıştır. Kime karşı? Ve elbette çoğunluğu hiçe sayan ve onu en acımasızlığıyla baskılayan ve sömüren “azınlıkta” olan kapitalist düzen temsilcilerine karşı.

Kapitalist sistemde sahiplenme doyumsuzluğu, sınır tanımaz kâr hırs ve onun sömürü düzeninin kavramsal olarak, “kâr makinasının hareketi” (1) olarak anılması, anlaşılır bir durumdur. 24 saat ekonomisine dayalı kapitalist sistemin en belirgin yönü; “daha fazla üretim” ve paralelinde de “daha çok kâr” mantığı belirleyici olmuştur.  Sömürgeciliğin Afrika’daki son dört yüzyıllık varlığı şüphesiz baskı, katliamlar, ırkçı beyaz ayrımcılığıyla bilinir ve de anılır olmuştur. Beyaz azınlığın ısrarla çoğunluk üzerindeki denetimi, kaçınılmaz olarak sermayedarların kâr elde etme hırsından kaynaklı olmuştur. Verimli topraklar, zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları ve tüm bunların birileri tarafından değerlendirilmesi ve de işletilmesi yüzyıllar boyu Batı kapitalist güçlerin günlük menüsünden eksik olmadı. Bunun yapılmasında da “acısı dinmeyen ve kabuk tutmayan derin yaralara neden olmuş” bir Afrika tarihi gerçeği vardır.

Dünyanın en zengin maden potansiyeline sahip bir kıta olan Kara Afrika ve onun Ortadoğu parçası, maalesef yüzyıllar boyu büyük acılarla yoksulluğun yaşandığı benzersiz bir insan coğrafyası olarak anılmaya devam ediyor. İç savaşlar, kuraklık, açlıktan ölen milyonlar ve çöl ortasında terkedilmiş çocuklar ve yorgun bitkin düşmüş bedenler. Akbabalara, böceklere ve çıyanlara yem olan insan bedeni. Bu manzara bir anlamda kapitalist sistemin insanlığı önceleme yerine; savaşlara harcanan milyarlarca doların kendi çıkar çatışması için kullandığı bir muhasebeye endeksli olarak varlığını sürdürmektedir.

Çöl ortasına terkedilmiş yaşayan “ölü” insan manzarası, Afrika’nın kaderi olamaz. Oysa Kara Afrika’nın ve Ortadoğu zenginleri Fransa’nın en lüks semtlerinde veya İngiltere’nin Almanya’nın, Amerika’nın, Kanada’nın veya bir başka Avrupa ülkesinin en gözde bölgelerinde zevk-i alem içinde bir hayat sürdürdükleri ise bilinen bir gerçekliktir. Dünyanın yoksul insanları demokrasi, özgürlüklerden ve de insanca bir yaşamdan yoksun bırakılırken -Afrikalılar yoksulluğun en dip kör karanlığında insan olduklarını haykırıyorlar. Kara Afrika’nın çığlık sesi üzerinde bir kara bulut gibi duran ve zenginliklerini düşünen, kârlarına kâr katmak isteyen kapitalist sistemin temsilcileri olan tekelci burjuvazi vardır. Afrika ve Ortadoğu’nun “yerli işbirlikçilerinin” Avrupalılarla Avrupa’nın en zengin bölgelerinde ortak yaşam alanını paylaşmaları kapitalist sistem için bir çelişki unsuru değildir. Ancak yoksul Afrikalıların Batı kentlerinde her tür haksızlığa maruz kalırken, zengin yerleşim alanlarındaki “yerli işbirlikçiler” kadar şanslı değillerdir. İşsizlik ve ayrımcılığın yükselişte olduğu Avrupa’da gettolaşma hız kesmeden devam etmektedir -ve ırkçı aşırı sağ partilerin yükselişine her gün yeni bir alan açılmaktadır. Zengin yerleşim bölgelerin aksine, göçmenlerin yoğun yaşadığı alanlarda çokkültürlülüğü ret ederken ve onların hangi koşullarda geri gönderileceği ise dünden gündemin en üst sırasında yer almıştır. Avrupa’da göçmenlere karşı yaşanan yoğun ayrımcılık sonucu; artık sadece aşırı ırkçı partilerle sınırlı olmayıp ve hemen hemen bütün partiler, merkez sol-sosyal demokrat partiler dahil gettolar konusunda fikir yürütmekteler. Gettoları tasfiye edip birlikte yaşamayı öngörmek yerine, “biz” ve “onlar” anlayışı daha da güncelleşirken mevcut çözümsüzlük devam ediyor. Gettolaşma meselesinin en çok tartışılan ülkeler özellikle Almanya, Fransa, Hollanda, Danimarka ve İsveç olmuştur. Paris banliyölerinde patlak veren Kuzey Afrikalı işsiz ve geleceğe dair umudunu kaybetmiş gençlerin isyanı; bir anlamda onların ülkenin lüks şehirlerinde yaşayan zengin Afrikalılar kadar şanslı olmadıklarını her fırsatta gözler önüne sermektedir…

Görüntü: Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Carter 1993 yılında Sudan’da çocuğun başında bekleyen bir akbabayı fotoğraflarken.

1991-2002 yılları süresince iç savaşa sahne olan Batı Afrika’da Atlantik Okyanusu’na kıyıdaş olan Sierra Leone, “Kara Afrika’da yoğun mezhep ve iktidar çatışmasının yaşandığı ülkelerin başında gelir”. (2) Savaş öncesi 5 milyon nüfusu olan Sierra Leone, iç çatışmalarda 300 binden fazla insanın hayatına mal olurken, 2,6 milyon insanda ülkesinden göç eder dünyanın dört bir yerinde mülteci konumuna düşer. Şüphesiz ülkenin bu duruma gelmesinde tarihi bir arka plan ve de yaşanmışlık vardır. İngiliz kolonisi olan bu ülke; 30’lı yıllara kadar verimli topları değerlendirilirken ve adeta bir tarım üssü konumunda olur. Ve bu durum ilerleyen yıllarda kuraklıkla boğuşan birçok Afrika ülkesinin gıptayla baktığı verimli bir tarım ülkesiydi.

Ancak, 30’lu yıllar başında işgalci güçler ülkedeki zengin elmas cevherini keşfeder ve dünyanın en kaliteli elmas türlerinin bu ülke topraklarında bulunduğu fark eder. Kısa yoldan ve kâr odaklı anlayışla “tarım ekonomisi” yerine “elmas ekonomisi” geçer ve bununla Sierra Leone kıtanın en önemli elmas rezervlerine sahip ülkedir. Zengin elmas bölgeleri üzerinde hâkimiyet kuran uluslararası sermaye güçleri; üretimden maksimum kârın sürekliliğini sağlamak için, yerli işbirlikçilerle eşit oranda olmasa da onları üretim dışında tutmayı pek tercih etmezler. Bu iş birliği sonucu elde edilen kârın aslan payı uluslararası sermaye güçlerine ve çok az bir payı da yerli işbirlikçilere verilir. 30’lu yıllarda yoğun bir şekilde elmas yatakları işletilir, ülkeye yeni şirketlerin gelmeleri için önü açılır ve Batı işgalci devletlerin bu ortaklığın resmiyete kavuşmasında devlet ve diplomasi etkin bir rol oynar. İngiliz sömürgesi olan Sierra Leone açıktan İngiliz hükümetin desteğiyle birçok yeni şirketin bu ülkeye akın ettikleri ve yerleşik bir konum için resmi statüde olurlar. Bu önemliydi, çünkü onları artık kimse üretim dışı bırakmayacaktı. 30’lu yıllardan itibaren Güney Afrika’dan sonra tüm Kara Afrika’da elmas kaynakları üzerinde hakimiyet kuran De Beers madencilik şirketi Sierra Leone’de ciddi pay sahibi olur. Ayrıca İngiliz sömürgeciliğinin sembolü olan De Beers şirketi dünyada işlenmemiş elmas kaynaklarının yüzde 90’ı üzerinde kontrol sağlayan bir güçteydi. De Beers şirketi Sierra Leone’de 1935 yılında elmasların çıkartıp işlenmesine madenlerinin önemli bir bölümünü 99 yıllığına anlaşma yapar ve buna karşılık kazancın sadece yüzde 27’sini devlete verilmesi için resmi için imzalanır. (3) Bu resmiyette ipin diğer bir ucunu tutan ise kaçınılmaz olarak İngiliz sömürge devleti olmuştur. Daha öncede belirttiğimiz gibi; devlet ve özel mülkiyet ilişkisinin kapitalist sistemdeki iç içe geçişinin en yalın örneğini ta 30’lu yıllardaki sömürgecilikte görmekteyiz.

Trajikomik olanda; ülkedeki açlık, kıtlık, yoksulluk, kölelik ve savaşlar yerli halka mahsus olmuş ve bu güç sahipleri değişmeksizin bugünde var olmaya devam etmekteler. Elmas maden ocaklarındaki faaliyetler adeta yağma talan düzeni içerisinde sürdürülüyor. Merkezi yönetimlerin kontrolsüz ve kayıt dışı yapıların üretimde önüne geçilmiyor. 60’lı yıllara gelindiğinde sadece Kono bölgesinde 75 bin yasadışı ve de resmi olmayan elmas kazımı yapan kaçakçı faaliyetler olur. Büyük elmas tekelleri “kaçakçı” diye adlandırdıkları ve yerli halktan oluşan madencilere “meşru olmayan” madenciler olarak kategorize etmesi başka bir sorun. Kime göre, neye göre meşru değiller? Tüm bunlar yerli halktan insanlardır ve yaşamak için kendi topraklarında kazı yapmaları kadar doğal ne olabilir ki? Tabir yerindeyse; “dağdan gelip bağdakini kovalamak” oluyor. Tüm elmas üretiminin İngiliz şirketlerinin denetiminde olmasını isteyen De Beers ve diğerleri, İngiltere istihbaratından yardım çağrısında bulunurlar. Resmi kayıt dışı olan elmasın tek merkezde toplanması için; Liberya ve Sierra Leone’de İsrail’in elmas ofisleri açılır. Bu girişimle bütün “kaçakçı” madencilerin sahip oldukları elmasların tek elde satılabilmesi için merkezi ofislere bağımlı hale getirilmeleri hedeflenir. Kayıt dışı elmasları satın alanların önemli bir kısmı ise göçmen Lübnanlardı, onlar elmasları tek bir elde toplamak ve yüksek fiyatlarla satmaktı amaçları. (4) 19. yüzyılın sonlarında Batı Afrika’ya göç eden ve kısa sürede bölgenin zengin sınıfı konumuna gelen Lübnanlılar, elmas sektöründe etkili olurlar. Daha da ötesi, Ortadoğu’da ve Lübnan’da yaşanan savaş ve iç çatışmaları finanse etmekle bilinir.

Üniversiteli gençlik 1992’de Sierra Leone’deki yolsuzluk, ekonomik istikrarsızlık ve baskıcı rejimine karşı tepkilerini dile getirerek örgütlenirler. Gençler silahlanır, mevcut yönetimi sonlandırıp kendi iktidarını kurmak iddiasıyla Devrimci Birleşik Cephe (Revolationary United Front – RUF) örgütünü kurarlar -ve yoğun bir uluslararası destekle rejime karşı savaşı başlatırlar. Özgür, sömürüsüz ve de sosyalist bir toplum hayaliyle oluşan talepler etrafında bir araya gelinir ve “an mücadele etme anı” şiarıyla örgütsel oluşum kaçınılmaz olur.  Gençlerin bu talebi yankı bulur ve mücadele açıktan bir “iç savaşa” dönüşür. Bu gidişattan uluslararası maden tekelleri ve ülkenin feodal yapısı içerisinde barınan birçok çıkar grupları rahatsız olur. RUF’un siyasal, politik ve örgütlenmedeki belirsizliği, feodal yapı içerisinde konumlanan iç ve dış “güçler” iç savaş üzerinden rant arayışında. Bu ortamla ülkede inanılmaz bir belirsizlik hâkim olur. RUF, mücadelenin finansmanı için kısa sürede birçok elmas madenini ele geçirir.

Ancak işin çıkmazı elde edilen elmasın nasıl satışa sürdüreceği sorunu vardı. Bu belirsizlik karşısında kaçınılmaz olarak yabancı elmas şirketleriyle birlikte çalışmaları gerekiyordu. RUF, Lübnanlı tüccarlar olmadan elindeki elması piyasaya süremeyecekti ve özenle onlara ters düşmemeye gayret ediyordu. Esaslı olarak arzu edilmeyen bu ticaret ilişkisi; RUF kaçakçılarla, yıllarca yoksulları maden ocaklarında köle gibi çalıştıran şirketlerle, iç savaşta suç işlemiş birçok feodal temsilcilerle iş birliği ve uzlaşı içinde olduğu bir noktaya gelir. Bir küçük burjuva örgütü olan RUF, kuruluş aşamasında elit öğrenci kadrolarla bu yapıyı oluştururken, ülkeyi mevcut sömürü ve feodal yapıdan kurtaracağı iddiasıyla siyaset arenasında vücut bulur. Gerçek şu ki; bu hareketin önemli bir özelliği de popülizm, romantizm (daha çok Afrika ve Latin Amerikalılara özgü) ve ülke nüfusunun yüzde 60’ı Müslüman olmasına rağmen, kiliselerin hümanist etkisi toplumun bütün siyasal sürecinde pek önem arz etmiştir.   Ancak tüm bu siyasi ve politik iddialar RUF’un mevcut düzen içerisinde eriyip etkisizleşeceğini hiç kimse hesaplayamıyordu.  RUF’un politik ve siyasal oluşumu küçük burjuva ideolojisine dayalı bir öğrenci hareketiydi. Örgütün güçlü siyasal ve ideolojik alt yapıdan yoksun olması, onun uzun vadede ezilenlerin davasını iktidara taşıyabilecek şansı pek yoktu. Devrimci ideallerle hak arama mücadelesine başlayan RUF, kısa bir süre sonra çeşitli uluslararası güç odaklarının vekalet savaşçısı konumuna düşer -ve çeteleşir.

Sierra Leone’de iç savaşın neden olduğu kaotik ortam ve çete savaşı bir anlamda elmas kaçakçılığına açıktan zemin hazırlamıştır. Elmastan pay almak için çevre ülkelerinden sayısız silahlı güçler/çeteler savaşa katılır. Güvenlik ve de yönetim boşluğunun egemen olduğu bu süreçte ve bundan yararlanmak isteyenler arasında da el-Kaide vardı. Bir süreçten sonra RUF ve el-Kaide arasın ilişki oluşur ve ortaklıktan kaynaklı elmas ticaretinden pay almanın yolu açılır ve de kendi aralarında anlaşırlar. Dolayısıyla el-Kaide Sierra Leone’de RUF ’un yansıra gerek isyancılardan ve gerekse de çeşitli iş adamları üzerinden milyonlarca dolar kazanır. Zira, Aziz Nassour ve Samih Ossailly Lübnan kökenli iş adamlarının elmas ticaretinde ve kaçakçılıkta önemli rol oynadıkları ve bunların isminin de el-Kaide’yi finanse etmekle anılır olmuştur. Bu ticaretten en az karlı çıkan RUF ise sadece piyasa değerinin yüzde 10’unu elde eder. Bu belirsizlik içinde acımasız bir ilişki ortamında pazarlanan kanlı elmasın dünya piyasasına girmesi hiçte zor değildi. Daha da önemlisi; bu zor koşullar içinde birçok şirket için “kanlı elmas” çok kârlı olmuştur, çünkü ucuza alınırken ve onun dünya pazarlarına uluslararası elmas şirketlerince daha kolay yoldan büyük kârlarla satışı yapılıyordu. (5)

Sierra Leone’de 11 yıl süren iç savaşa (1991-2002) diş müdahalelerin yansıra elmas ticaretinin neden olduğu bir gerçektir ve ülke bu nedenle adeta bir iç savaş laboratuvara dönüşmüştü. Bu savaşta en büyük suç payı olanlar arasında, 1997-2003 yılları arasında Liberya Devlet Başkanı Charles Taylor olmuştur. Taylor 2021’de Sierra Leone’de iç savaştaki rolü ve de ülkesinde de işlediği suçlardan dolayı Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde 50 yıl hapis cezasına mahkûm edilir. (6) Bu kaotik ortamda ülke adeta kan ağlıyordu ve nihayetinde iç savaş 2002’de sona erer. Sierra Leone’de iç savaş sona erdiğinde; 1996-’97 ve1998-2007 yılları arasında ülkenin cumhurbaşkanı olmuş Müslüman kökenli Alhaij Ahmad Tejan Kabbah bu trajik ve içinden çıkılmaz ülke sürecini bu sözler anlatır:

“Bizimkisi bir iç savaş değildi. Bu savaş ne ideoloji, din, etnik ne de bir sınıf savaşıydı. Bu savaş, yabancıların faydası için bizim zengin elmas sahalarımızın kalıcı kontrolünü amaçlayan bir vekalet savaşıydı”. (7)

Kara Afrika’da iç savaşlara ve yoğun sömürü düzenine kaynaklık eden kayıt dışı elmas ticareti; 1998’de Birleşmiş Milletler (BM) tarafından bir karar alınır. Bu kararla Mayıs 2000’de Güney Afrika’nın Kimberley kentinde resmi olarak elmas üreten ülkeleri bir araya getirir ve bir çalışma grubu oluşur. Bu öneriden hareketle, 5 Kasım 2002’de BM önderliğinde İsviçre’nin Interlaken kasabasında “Kimberley Süreci” olarak onaylanır ve adı geçen elmas üreten ülkelerin karara uymaları talep edilir. Bu toplantının amacı; çatışmacı ve çıkar gruplarının elmas ticaretinin engellenmesini kararlaştırırlar ve bu karara 2007’ye gelindiğinde Türkiye dahil 47 ülke taraf olur. (8) Ancak bu anlaşmaya günümüze dek gelen süreçte uyulanmadığı görülmüştür.  

İşin özü; bir ülkeyi böl-yönet politikası ile siyasal ve de politik çözümsüzlüğün hâkim olduğu bir süreçte, “vekalet savaşları” devreye girer. Tam da bu noktada uluslararası sermaye güçlerinin çok daha etkili olduğu “yeni” bir durum söz konusudur. Bu ilişki bütünlüğü içerisinde dışarıdan dikte edilen “güçle” yerli işbirlikçilerin konumu belirlenirken -ve bununla yeni yönetim oluşumu yoluna devam eder. Dolayısıyla, Sierra Leone’de savaş öncesi ve sonrasında ülkeyi yönetenler çoklu güçler olmuştur, bu, bugünde farksız olarak yoluna devam etmektedir…

Kullanılan ve yararlanılan kaynaklar

1- Gilles Deleuze & Felix Guattari, “Anti-oedipus Capitalism and Schizophrenia”, Minnoseta 2003. (Aktaran: Yıldızoğlu Ergin, “Emperyalizm ve Jeopolitik”, Remzi Kitapevi, s. 22-27, İstanbul 2017).

2- Goldstein, J.S. & Pevehouse, J. C., “İnternational Relations”, Pearson Longman, s. 116, 262-263, New York 2008. 3- https://www.debeers.com

4- Bos, Berendien, NİZA, “Nederlands İnstituut voor Zuidelıjk Afrika”, juni 2006, Nederland. (Hollanda Güney Afrika Enstitü Raporu, 2006). -https://afam.org.tr -AFAM, Afrika Araştırmacılar Derneği, 7 Eylül 2019 Türkiye.

5- İbidem.

6- RTL-Nieuws, 26 april 2012, 11.19 Nederland.

-Groot, Ger, “Charles Taylor”, Bazarow, 30 september 2018 Nederland.

-Yeryomina, Nadezhda, “Sierra Leone İçin Özel Mahkeme”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü-Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Ankara 2007.

7- The Guardian, 03-04-2014-de Volkskrant 10 Mart 2004 Nederland.

8- Van der Vel, Gerd, “Kimberley Proces Diamanten”, BAUNAT, 06-10-2017 Nederland.

– https://www.bntdiamonds.com

– https//www.diamondsbyme.nl



Aralık 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031 

Daha Fazla Makale Haberler