20. yy başlarında, Batı’ya iktisadi olarak ulaşamayan Osmanlı, askeri olarak yeni düzenlemelerle iç pazarını koruma uğraşındaydı. Çünkü 1812 Sırp Ayaklanması, 1821 Yunan Ayaklanması, 1828 yılı Balkan halkları ve uluslarının (Sırbistan Karadağ, Makedonya vb.) Berlin Anlaşması ile bağımsızlıklarını ilan etmeleri, Osmanlı’nın ilhak ettiği Balkanlardan sürülmesi anlamına geliyordu. Bu ulusal başkaldırılar karşısında Osmanlı, iç pazarda hâkimiyetini sürdüren Ermeni ve Kürt uluslarına, iç pazarındaki hâkimiyetini korumak ve Türk milliyetçiliği ekseninde merkezileştirmek için; otoriter, baskıcı ve talancı bir siyasetle yönelir. Çünkü 1912 yıllarına gelindiğinde özerklik adı altında tutulan Makedonya, Arnavutluk, Bosna Hersek de Osmanlı’dan ayrılmıştır. Sömürgelerini kaybeden Osmanlı, “içte” ise tarihin en kanlı katliamlarına ve soykırımlarına imza atarak, elindeki son pazarlarını korumak isteyecektir. Bu soykırımcılığın ilk kurbanı ise, Ermeni ulusu olacaktır. Tarihin unutamayacağı, belleklerimizde tazeliğini hep koruyacak olan Ermeni soykırımı, bu coğrafyada Ermenilerin kazınıp atılmasında, İttihat ve Terakki ile Alman ortaklarının yanı sıra, Teşkilât-ı Mahsusa’nın örgütlediği aşiretler, din ulemaları ve cezaevlerinden çıkartılan çeteler, Ermeni ulusunun katliamında, soykırıma uğratılmasında rol oynadılar. Geçmişte Ermenilerin katliamında rol oynayan ve oluşumunda bazı Kürt aşiretlerinin de olduğu Hamidiye Alayları, bugünde koruculuk adı altında, kendi ulusuna karşı katliamlara imza atmanın soysuzluğunu devam ettirmekteler… Dönemin İttihatçı ve Kürt egemenlerinin Ermeni zenginliklerine göz dikmeleri, mülklerine el koymaları, yağmalamaları da yüzyıllık Osmanlı geleneğinin, devlet uygulamasından farklı bir mantık değildi… Çünkü Osmanlı’nın kuruluş felsefesi, ekonomik olarak fetihçilik ve ağır vergiler üzerine inşa edilmişti. İdeolojik olarak dokusu; ümmetçilik ve Pantürkizm idi… Bu süreçte Osmanlı sınırları içinde kalan Ermeni ulusuna karşı her türlü uygulamalara karşın Ermeniler de örgütlenmelerini hızlandırıp, soykırımcı ulusa karşı mücadele halkasını başlatmışlardı… Bu Ortaçağ devletinin azgın saldırılarına karşı, direnişle karşı koyan ermeni halkı, Hınçaklar, Taşnaklar, Ramgavarlar adlı Ermeni örgütleriyle mücadelede yer almaktaydılar. Ama çeteleşen Ortaçağ devlet mantığı, milyonca Ermeni’yi katlederek, kitlesel olarak topraklarından sürmüş, kalanlarını da kendi içinde asimilasyona tabi tutup kimliğine yabancılaştırmıştır. Bu soykırımcı, ümmetçi, tekçi, ideoloji üzerine inşa edilen ulus devlet “TC” de, geçmişinden edindiği soykırımcı, asimilasyoncu, şovenist, tekçi devlet anlayışı üzerine kendini inşa etmiştir. Kuruluş felsefesi tek ulus, tek devlet, tek dil mantığına dayanan “TC”, kendisine karşı her ulus ve azınlıkların haklı taleplerini, aynı soykırımcı, katliamcı yöntemlerini hayata geçirerek devamlılığını sağlaya gelmiştir.
1915 Ermeni soykırımının üzerinden uzun yıllar geçmeden, Kürt ulusunun, ulusal varlığını yok sayan Türkleştirme politikaları ile Kürt ulusunun her meşru talebi, kanla bastırdı. Osmanlı’dan devralınan siyasal ve ideolojik gerici zihniyet, çeteci, yağmalayıcı ve kitlesel katliamcı bir askeri projeyle, “Cumhuriyet” dedikleri, faşist diktatörlüğün günümüze kadar rutin hal alan uygulamaları olmuştur. Nasıl ki, Karadeniz’de katledilen Suphi’lerde, Koçgirilerde Topal Osman çetesi rol almışsa geleneksel katliamcılık, uygulama ve yöntemleriyle hiç değişmeden, Mardin Nasturi Ayaklanması, Said-i Kürdi Ayaklanması, Zilan, Ağrı, Dersim katliamlarına kadar, yakın tarihimize değin, irili ufaklı Kürt ulusal başkaldırılarında, tarihin katliamcı yöntemleri, aynılık içermiştir. Katliam, sürgün, soykırım, asimilasyon, tek ulus, tek dil, tek din, tek devlet, Sünni İslamcılığa dayanan gerici egemenlik ideolojisi, 20’ye yakın Kürt halkının, meşru demokratik taleplerini içeren ayaklanmalarını, kanla bastırmıştır.
Tarihi ve üzerinde şekillendiği devlet geleneği, emekçi sınıflara, mazlum uluslara ve ötekileştirilen inanç gruplarına karşı sömürü, baskı, katliam ve soykırım olan faşist diktatörlük, tarihi ve güncel yönelimleriyle kanlıdır ve kirlidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, ezilenler, emekçi halklar ve bunların haklı davasını yürüten devrimci ve komünistler, dejavu misali süreklileşmiş soykırım ve katliamlara maruz kalmışlardır. Ermeni Soykırımı, Ağrı, Zilan, Koçgiri, Dersim vb. gibi katliamlar, 1 Mayıs, Maraş, Çorum, Bahçelievler, 16 Mart, Sivas, Gazi,19 Aralık, Roboski, Suruç, Ankara, Reyhanlı katliamları, gerici bir devlet geleneğinin, bağnaz bir egemenlik çizgisinin üretimi olarak, üniformalı ya da üniformasız askeri kontra yöntemlerle gerçekleştirdiği katliamlardır.
Yeri gelmişken, kapitalist egemenlik çizgisinin başka coğrafyalardaki barbarlığının bir sonucu olarak, 8 Mart 1857’de, ABD-New York’ta katledilen 129 emekçi kadının anısını, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında Mart ayında yaşanan katliamları anarken, devrimci savaşımızın mevzilerinde bir bayrak haline getirdiğimizi ve Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü bu bilinçle selamladığımızı belirtmek isteriz.
Beyazıt, Halepçe, Gazi katliamları…
Tarihin farklı kesitlerinde, ulusal ve sosyal toplumsal muhalefeti sindirmek ve ulusal, sosyal toplumsal uyanışı bastırmak için gerçekleştirilen bu katliamların, kendi koşullarında öne çıkan nedenleri farklı olsa da, gerici faşist egemenlik çizgisinin uygulanışı ve hedefleri bağlamında, barbarlığın kendi egemenliğini, katliamlar üzerinden sürdürme çabasıdır.
16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü girişinde öğrenci gençliğe yönelik gerçekleştirilen bombalı saldırı ve katledilen 7 örgenci, ‘70 yıllarda yükselen devrimci mücadele ve toplumsal sosyal muhalefete bir gözdağıdır. Sınıf hareketi, emekçi halk yığınlarının gelişen toplumsal muhalefeti ve bu devrimci kabarışın öğrenci gençlikle birleşen devrimci mücadelesi, faşist diktatörlük için ciddi tehlike idi ve en barbar yöntemlerle bu toplumsal muhalefet bastırılmalıydı. Faşist çete ve kontra güçlerin, devletin faşist resmi militarize güçleriyle harekete geçirilerek, kitlesel katliamlarla toplumsal muhalefetin sindirilmesi ve devrimci hareketle buluşmasının engellenmesi, gerici savaş stratejilerinin ana ayaklarını oluşturmaktaydı. Beyazıt Katliamı bu gerici devlet egemenlik siyasetinin, kontra yönelimidir. Katliamda kullanılan bombanın, Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker’in temin etmesi, katliamdan sonra devletin kolluk güçlerine alandan çekilme talimatı veren Reşat Altay’ın (devletin kontra örgütlenmesinin önemli elemanı olan bu faşist, Hrant Dink’in katledilmesinde de rol almıştır) devlet apoletleriyle ödüllendirilmesi, tetikçi Zülküf İsot’un Alparslan Türkeş tarafından direk örgütlenmesi, bu katliamın faşist devletin, faşist kontra çeteler eliyle gerçekleştirildiğine dair somut verilerdir.
Devrimci mücadelenin ivme kazandığı ve toplumsal dinamiklerin devrimci-komünist hareketlerle buluşma eğiliminin güçlendiği sosyal koşullarda, devrimci toplumsal dinamikleri ezmek ve dağıtmak, faşist gerici egemenlik çizgisinin bir başka stratejik planıdır. Yani, devrimci-komünist hareketin, toplumsal sosyal dayanağını, kitle tabanını tasfiye etmek, katliamlarla sindirip pasifize etmek, gerici savaşın stratejik yönelimidir. Mart 1995’te, Gazi Mahallesi’nde gerçekleştirilen, devletin Alevilere yönelik kanlı planı bu stratejik ayak üzerine oturmaktadır. 1993 yılında Sivas’ta 33 aydın ve sanatçının yakılarak katledilmesi, devletin Alevi toplumsal devrimci dinamiğine yönelik, dönemine uygun gerici politikasının “yeni” başlangıcıdır.
Özellikle 1990-1994 konseptinde gelişen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı, Türk hâkim sınıflarının devreye koyduğu, “Düşük Yoğunluklu Savaş Stratejisi”, Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, gerilla alanlarını insansızlaştırma, alan tutma, ağır ekonomik ambargo olarak, devletin askeri, kontra ve bürokratik mekanizmalarının gücüyle uygulanmıştı. Bunun pratik sonucu, kitlesel göç, “faili meçhul” cinayetler ve yaşam sahalarının yakılıp yağmalanması olmuştur. Son tahlilde, faşist Türk egemenlik sisteminin geliştirdiği kirli ve kuralsız savaş, büyük şehirlere göç yığını olarak yansımıştır ve Gazi bu göçleri en çok alan bölgelerdendi. Kürt, Alevi, emekçi sınıfına mensup potansiyelin yoğun olduğu bu bölge, somut olarak devrimci dinamikti ve toplumsal muhalefette, bulunduğu alan itibarıyla özne olmaya aday durumdaydı. Etnik bir çatışma üzerinden bu toplumsal dinamiğin dağıtılması ve bura üzerinden topluma bir mesaj verilmesi, Türk hâkim gericiliğinin, Gazi katliamındaki planıydı. Dönemin gerici savaş kurmayı olarak, kontra, özel hareket, JİTEM gibi militarize kurumların başındaki, Çiller, M. Ağar, Necdet Menzir, Hayri Kozakçıoğlu gibi eli kanlı faşistlerin olması, Gazi’deki devlet planlı katliamın niteliğini ve amacını ortaya koymaktadır.
Kuşkusuz plan sadece var olan toplumsal sosyal dinamiklerin dağıtılması ile sınırlı değildir. Buradan yaratılan saldırı süreciyle “faili meçhul”, kontra yöntemlerle, devrimci ve komünistlerin katledilmesi, bu planın öne çıkan başka özel yanıdır. Bu dönemlerde gece evlerinden, işyerlerinden, okullardan, sokaklardan alınarak infaz edilen devrimci ve komünistler, hala gericiliğin karanlık sayfalarında durmaktadırlar.
Emperyalist-kapitalist egemenlik sisteminin, paylaşım süreçlerinde tarihsel bir haksızlıkla dört parçaya bölünen Kürt ulusu, Ortadoğu’da en büyük acıları yaşayan bir ulustur. Tarihsel haksızlık, dört parçaya bölünerek bölge ülkelerinin egemenliklerine girmesiyle sınırlı değildir. “TC”, İran, Irak, Suriye devlet egemenliklerinin, Kürt ulusuna uyguladığı milli zulüm ve katliamlar, bu tarihsel acıları daha da derinleştirmektedir. Yıllarca Kürt ulusuna kan kusturan bölge gericilikleri, diktatör Saddam Hüseyin’in imzasıyla, 16 Mart 1998’de, vahşi bir katliam daha gerçekleştirmişlerdir. Halepçe Katliamı, dönemin gerici barbar bölge egemenliği olan Saddam diktatörlüğünün yarattığı, tarihin kanlı bir yüzü ve utancıdır. Net sayı bilinmemekle birlikte, 5000 üzerinde insanın katledildiği biliniyor. Katliamda kullanılan kimyasal gazlar, bu katliamın bir soykırım hedeflediği açıktır. Bölgede canlıdan yana her şeyin imha edilmesi hedefi, o çarpıcı fotoğrafın sahibi, Ramazan Öztürk’ün kaleminde en sade ifade edilmiştir. “Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine… Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı.”
Binlerce Kürt insanının katledildiği bu vahşet, sadece Saddam diktatörlüğüyle açıklanacak bir vahşet değildir. ABD’nin başını çektiği, emperyalist bölge siyaseti, bu vahşetin yaratıcısı ve uygulayıcısıdır. Tetiği kimin çektiği meselesi sonuçtur. Sorun bu sonucu yaratan nedenlerdir. İran-Irak savaşı başta olmak üzere, bölge gericilikleri arasında var olan çatışmalar ve ittifaklar, emperyalist politikaların bir sonucuydu ve tarihsel hesaplaşma bu egemenlik sistemi üzerinden yapılmalıdır. Emperyalist egemenliğin dönemsel konjonktürü, Saddam diktatörlüğüne bu katliamı yapmasında olanak sunmuştur ve ABD-AB emperyalist ülkeleri bu katliamda pay sahibidir.
Kitlesel katliamlarla egemenlik kurma siyaseti, faşist diktatörlüğün niteliğidir
Faşist diktatörlüğün, dünün katliamcı yüzü, bugün de dünden farksız bir şekilde ezilen halklara ve mazlum uluslara yönelmiş bulunmaktadır. Bizlere düşen, tarihin direnişçi ruhunu kuşanıp, karşı koymaktır. Yani, 75 yaşında düşmanının bile cesaretinden utandığı Seyit Rızaların, haklı bir davayı, idama gidişinde bayraklaştıran Deniz’lerin, 17 yaşındaki Erdal Eren’lerin, 31 Martta Kızıldere’de ölümsüzlüğün manifestosunu yazan Mahir’lerin, tarihsel devrimci tecrübesini kuşanmak, tarihimizden beslenen öğreticiliğimizdir. Bugün yaşadığımız coğrafyanın mazlum halkları, tarihin kanlı saldırılarından beslenen, her gün yeni yöntemlerle kitlesel katliamlara devam eden, faşist diktatörlüğün vahşi uygulamalarına tanıklık etmektedir. Dönemsel olarak yaşanan ekonomik, siyasi krizlerin faturasını toplumsal sosyal dinamiklere fatura ederek, toplu katliamlarla, infazlarla yanıt vermekte, iktidar ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Bugün, tarihsel iktidar dönemlerinde, askeri faşist diktatörlüklere başvurarak toplumun, toplumda muhalif olan bütün kesimlerin üzerinde estirdiği devlet terörünü, “kamu güvenliği”, “iç güvenlik” zırhıyla “yasallaştırılarak” uygulanmaktadır. Devrimci tarihimizde özel yerde duran Bahçelievler Katliamı, Beyazıt, Gazi Katliamı, güncel olarak Suruç’tur, Ankara’dır, Cizîr’dir, Sûr’dur. İnfazlar vb. uygulamalarla toplumsal dinamikler sindirilmeye çalışılmaktadır. Bu katliamcı geleneksel devlet pratiğinin, yakın tarihimizde de yaşanırlığını gördük. 12 Eylül AFC’si dönemi, infazlar, katliamlar, sürgünlerle, insanlık dışı uygulamalarıyla, bugünkü gerici uygulamalara seleflik rolü oynamaktadır. 1992-94 yıllarındaki devletin sokak ve ev baskınları infazları, gözaltı kayıpları, tarihin güncel tekrarıdır. Çetelerin, kontrgerillanın, katil sürülerinin hepsinin iş başında olduğu bir dönem yaşanmaktadır. BAAS rejimi tarafından, Halepçe’de yüz binlerce Kürdün kimyasal silahlarla katledilmesi, belleğimizde tazeliğini korurken, bugün bu kirli silahlar, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, Rojava Kürdistanı’nda, Şengal’de, Suriye ve Irak’ta, emperyalist ve bölgesel gericiliklerin ellerindedir. Dönemsel anlamda bölgesel çıkarlara cevap olan BAAS tarzı Sünni İslamcılığa dayanan devlet modeli, emperyalist çıkarlar açısından bir yer tutmaktaydı. Bugün ise bölgesel savaşların hız kazandığı coğrafyamızdaki durumun kısa özeti ise, bölgedeki emperyalist rollerin değişimi üzerine oturmaktadır.
Emperyalist ve bölgesel gericiliklerin bu güç vuruşmasında, ezilen halkların ve mazlum ulusların boğazlanması, milyonlara varan halk kitlelerinin topraklarından sürülmesi, on binlerce insanın bu gerici-kirli savaşlarda katledilmesi, tarihte olduğu gibi, kapitalist-emperyalist egemenlik savaşlarının faturasının halklarımıza çıkarılması gerçekliğidir. Ülkemiz tarihselliği de etnik-etnisite farklılıkları üzerinden yaşanmış yığınla katliamlara tanıktır. Örnek olarak, Gazi direnişinde öne çıkarılan temel mantık, devletin Sünni-İslam dini örgütlenmesine dayalı ideolojik-siyasal dokusunda, yok sayılan Alevi kitlesinin, devrimci hareketin etrafında bütünleşmesinden kaynaklı, katliamla verilen bir gözdağıdır. Buna paralel olarak Kuzey Kürdistan’da köy yakmalar, ambargolar, devrimci ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesine karşı faşist diktatörlüğün uygulamaları, bugün yaşanan devlet terörüyle örtüşen tarihsel verilerdir. Kuzey Kürdistan’da, panzerlere bağlanıp sürüklenen gerilla naaşları, çıplak “teşhir” edilen kadınlarımızın cesetleri, faşist barbarlığın tarihsel aklıdır. Gerici ideolojik-siyasal yönelimleri ve bugün daha da kurumsallaşmış, “hukuksal”, “yasal”, “güvenlik” manüpilasyonu ile askeri kontra güçlerle uygulanan kitlesel katliamlar, barbar gericiliğin Kürt ulusu başta olmak üzere, devrimci ve komünist güçleri ve toplumsal sosyal dayanakları da hedef alan saldırılarıdır. Amacı ve kullanılan araçlarıyla, kirlidir, kuralsızdır, vahşidir. Kuzey Kürdistan başta olmak üzere bölgedeki faşist kuşatma, gerici egemenliklerin ve gerici örgütlenmelerin, savaş alanlarındaki barbarlığı olarak yaşanmaktadır.
2 Temmuz 1993: Sivas’ı Unutmadık, Unutturmayacağız!
2 Temmuz 1993’te 33 aydın, sanatçı yazarla beraber 2 otel görevlisi Madımak Oteli ateşe verilerek katledildi, tarihteki Alevi katliamları sadece Sivas’ın ışığının söndürülmek istenmesiyle sınırlı kalmadı. Yavuz Sultan Selim döneminde kılıçtan geçirilen Aleviler, Dersim 38 soykırımında mağaralara kimyasal, gazlı silahlar atılarak boğduruldu, topluca katledildi. Aynı tekçi, Faşist zihniyet, Maraş’ta anne karnındaki bebeleri daha doğmadan süngülere vurdu. Maraş’ta, Çorum’da Alevi halkın yaşadığı mahallelerde kapılar işaretlenerek ölüme hedef haline getirildi. Tarihi inkar ve asimilasyon üzerine şekillenen tekçi, Faşist TC Devleti, kendini, resmi devlet ideolojisini hep kan üzerinde inşa etti.
Azınlık inanç, kültür ve kimliklerin kanı ve asimilasyon politikaları ile dolu olan T.C tarihi, “Tek Dil, Tek Din, Tek Bayrak” şiarına ters düşen tüm değerlere pervasızca saldırdı. Yüzyıllardır asimile edilmeye, inançları yasaklanmaya çalışılan ve bu uğurda defalarca kez katliama uğratılan Aleviler, kimlikleri ve dilleri hiçe sayılan Kürtler, 1915’te yine aynı amaçlarla tehcir edilen, soykırımdan geçirilen Ermeniler, 6-7 Eylül’de malları yağmalanarak, tecavüze ve katliama uğrayan Rumlar, devletin tekçi zihniyetinin en bariz örnekleridir. Faşist T.C devleti “Şanlı” tarihini “Kanlı” katliamlarına borçludur. Âmâ öte yandan devlet katletmeye devam ettikçe, ne Sivas’ın ışığını söndürebildi, ne de o alevlerin içinden bugünlere ulaşan türküleri susturabildi. Dersim 38’den “Ben de senin önünde diz çökmedim, bu da sana dert olsun” sesleri çığlığa döndü. Sivas davasının eli kanlı sanıkları birer birer aklandı, ve dava geçtiğimiz yıl Yargıtay kararıyla onaylanarak zaman aşımına uğratıldı. Âmâ 28 yıl öncesinden o küller içinden yükselen Hasret Gültekin’in sözleri her daim halklara meşale oldu.
”Rüzgarın kanatlarında,
Munzur’un doruklarında,
Mapusun kuytuluğunda,
Güneşin sıcaklığında,
Kalanlara selam olsun.
Sevdanın güzelliğinde,
Canın cana hasretinde,
İnançlı yürekleriyle,
Kavganın ateşlerinde,
Yananlara selam olsun.”