Şuheda Doğan
Sınır Uzmanı sosyal bilimci Prof. Dr. Neşe Özgen, mültecilere yönelik ulusal ve uluslararası resmi politikaları değerlendirerek bu politikaların mültecilerin statülerinin belirlenmesinde, emek sömürüsünde ve mülteci düşmanlığının ortaya çıkmasındaki rollerini anlattı.
Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 2020 yılında şiddet ve çatışma nedeniyle 26 milyon insanın uluslararası göç, 55 milyon insanın da doğal afetlerden dolayı ülkeleri içinde yer değiştirmek zorunda kaldıklarını belirtti. Raporda yer alan bilgilere göre Türkiye dünyada en fazla göç alan 20 ülke arasında 12’inci sırada. IOM’a göre Türkiye’de 6 milyon 5 bin göçmen var ve bu sayı nüfusun yüzde 7,2’sini oluşturuyor.
Mülteciliğin statüsünü belirleyen uluslararası antlaşmalar mültecilerin yaşadıkları sorunlara neden çözüm üretemiyor? Mülteciler hukuk kişisi değilse nedir?
Göçün son yüzyıldaki tanımı ağırlıklı olarak ulus devletlerin sınırlarını pekiştirmek görevini görüyor. Bu pekiştirme iki yönlüdür: Göç edenin sınır dışına çıktığı andan itibaren düşmanlaştırıldığını, öte yandan göçle gelenin de aynı şekilde hain, düşman, vatan haini hatta tüm suçların müsebbibi ilan edildiğini görüyoruz. Vatandaşların devletleriyle bağları giderek soruşturma ve pazarlık hakkından çıkıp, biat etmeye yönleniyor. Kâğıttan kimlikler kırılganlaşıyor, vatandaşı olduğumuz devlete itaat giderek daha çok kölelik anlaşması haline geliyor: Vatandaşlar, artık devletin koyduğu isimlere biat etmekle yükümlüdür çağımızda. Bunun önemli bir nedeni 2. Dünya Savaşı’nı takiben kurulan uluslararası hakem kuruluşlarının (BM, vb.) 90’lı yıllarda etkilerini yitirmiş olmalarıdır. Sovyetlerin yıkılışıyla, o dönemde halkların yükselen hareketlerinin kapitalizme meydan okumasıyla kurulan ve görevleri de “kapitalist devlet ekonomilerinin kendilerini güvenceye almak için vermek zorunda kaldıkları tavizler” olarak değerlendirilmesi gereken bu uluslararası yapılara, kapitalist devletlerin artık ihtiyacı kalmamıştır.
Sınıf savaşlarının ideolojisini başarıyla “kimlik ve kimliğe dayalı insan hakları” ideolojisine indirgeyen, ötesinde de iktisadi yapıyı evrensel emeğin sürekli akışına açan, diğer bir deyişle emek sömürüsünü küreselleştiren Yeni Dünya Düzeni üzerine tartışmaları okumuşsunuzdur. Neo-liberal piyasa olarak adlandırdığımız bu yapı bir yandan sömürüyü kimlik düzeyine indirgedi, diğer yandan o güne dek görülmemiş bir atomize bireyciliği yücelterek “yaratıcı birey” piyasasını evrenselleştirdi, en önemlisi devletlerin kapitalist sistem yönetimini de esnek çalışma ve esnek üretim rejimiyle, hem de uluslararası boyutta tahkim etti.
Bundan sonra evrensel insan hakları ve demokrasi savunusunu yapan sendikaların ve uluslararası hak alanlarının kapitalist devletler nezdinde bir tehdit oluşturma şansı ortadan kalktı. Şimdi zamanın bakışına sıkışarak “mültecilik sorununa” indirgediğimiz olgunun temelinde kapitalist piyasaya göre üretmeyen emeğin “insan” kategorisinden çıkartılması vardır ve başlangıcı 90’lara dayanır. 90’lı yıllar, 1970’lerdeki yükselen halk hareketlerinin zoruyla kurulmuş ve insan hakkı savunma savlarını temele almış olan uluslararası kurumların çöküşüyle sonuçlandı. İnsan olmak esnek ve piyasanın yaratıcılık seviyesinde çalışabilmek, sürekli olarak yetenek ve beceri geliştirmek ve alabildiğine güvencesiz bir yaşama razı olmak anlamına geliyor artık. Bu “harika bireyin de kendi hakkını savunacak kadar yetkin olduğu, başına gelenlerin sorumluluğunu alabilecek kadar nitelikli ve esnek olduğu” savı 2000’lerin sonundan itibaren de “yaratıcı işgücü piyasası”nın temel mottosu ve ortak kabul alanı. Bu boyun eğdirmeye ilk razı olanlar gelişmiş kapitalist ülkelerin yüksek nitelikli emek gücüdür. Ve ancak bu sayılan nitelikte insanların “insan” kategorisinde ve makbul olduğuna dair bir ideoloji de tartışmasız kabul görüyor atık.
Uluslararası düzeyde değindiğiniz mültecilik statüsü ile beraber iktidarın (Türkiye) göç politikası nasıl işliyor ve bu politikanın toplumda karşılığı nasıl oluşuyor?
Miktar olarak en yüksek sayıda mülteci/sığınmacı (kağıtsız) barındıran ülke Türkiye olmasına rağmen; nüfusu ile orantılandığında Lübnan’ın kendi nüfusu içinde en yüksek oranda kağıtsızı barındırdığını görmekteyiz. Kağıtsızların sadece geldikleri ülkelere oranlı olarak değil, aksine etnik yapıları (Kürt, Arap, Assirian, Beluci, İran, Ermeni, Afgan vb.) mezhepleri ve dinlerine göre (Sünni, Şia, Ezidi, Ateist, Hristiyan vb.), renkleri, cinsiyetleri ve cinsiyet tercihleri, medeni halleri, yaşları, geliş statüleri, gelme biçimleri (pasaportla ve sonrası kalış, insan tacirleri, kendileri kaçak yollarla vb.), yanlarında getirdikleri gayri menkul ve geride bıraktıkları menkul değerleri gibi pek çok bakımdan farklılaşmış bir gruptan söz etmeliyiz. Bunlara ayrıca Türkiye Devleti’nin anlık değişen dış politikaları uyarınca dost/düşman kategorilerinin değişmesiyle her an statülerinin kötüleşmesi ihtimaliyle yaşamayı da eklemeliyiz. Diğer bir deyişle kağıtsızların statüleri şöyle en üstten alta doğru sıralanabilir: Mülkü, parası, pasaportu olan erkek, Sünni, Arap grupları en üstte; Ezidi, Şafi veya başka dinden olan ve mezhebi farklı Müslümanlar, Kürtler ve kadınlar altta. Ve en altta da yoksul farklı cinsiyet tercihleri olan, Afgan, siyahi, kağıtsız, refakatsiz çocuklar ve kadınlar.
Bunların en üzerinde ve belki de en fazla dikkat etmemiz gereken gelen topluluğun heterojenliğinin en önemli düzenleyici öğesinin sınıfsal olmasıdır. Bir iş kurabilenler, ev alabilen veya kiralayabilenler, kağıtları olanlar ve yanı sıra Sünni-Arap olanlar ve bunlar içinden de AKP hükümetinin makbul gördüğü kesimlerden olanlar nispeten yüksek kategorilerdedir. Baştan itibaren bu gruplara özel hizmetler sunulmuş BM yardımları da son yıla kadar özellikle bu gruplara aktarılmış ve gelen heyetlere de bunlara sunulan hizmetler tüm mültecilere yapılıyormuş görüntüsü verilmiştir. Hatta mülteci/sığınmacıların ilk geliş günlerinde özellikle Sünni Arapların Türkiye’ye kaçan gruplarının içine yerleşen, yerleşmesine göz yumulan silahlı güçlerin varlığı bilinmesine rağmen BM tarafından denetimine izin verilmeyen kampların varlığı, bu kamplarda kalanların hala Suriye’deki Arap silahlı güçleriyle ilişkilenin sorgulanması da etkileri bütün ülkeye yayılan bir göçmen, Suriyeli düşmanlığını da körüklemektedir.
Öte yandan devletin mülteci /sığınmacı, kağıtsızlar arasındaki bu ayrımlaştırması tabana hemen yansımakta, özellikle hükûmetin desteklediği grupların küçük esnaf ve hizmetler sektöründe artan başarıları Türkiyelilerin tepkisini çekmekte, ancak bu tepki devletin desteklediği gruplara gösterilemediği için en alt kategorilerdeki insanlara yönelmektedir. Dolayısıyla kağıtsızlara halk katında davranışların, devletin koyduğu bariyerler ve ayrımlarla belirlenmekte olduğunu, hatta bu ayrımı yaratanın AKP’nin kendisi olduğunu söylemek mümkün.
Mültecilere yönelik politikalar geldikleri ülkeler, sınıfsal konumları, ırkları, dinleri, mezhepleri, yaşları ve cinsiyetleri gibi birçok durum göz önüne alınarak işliyor. Afgan göçüyle birlikte haberlerde ve sosyal medyada, “Afgan genç erkekler”, “sınır namustur” gibi söylemlerle Afganlı mültecilerin potansiyel tehlike olarak işaretlendiklerini gördük. Bu tutumun sebebi ve doğurduğu sonuçlar nelerdir ve ulus ve mültecilik hakkında neler söylenebilir?
Neo-liberal ideoloji, devletin sivil alanlardan çekilerek zayıflayacağını vaat etse de aslında güçlü devlet denetim sistemlerini etkinleştirdi. “Yetkin/makbul olmayan vatandaşlar ve dışarlıklılardan/ötekilerden onları koruma” vaadiyle de “güvenlik” temelli asayiş ideolojisini meşrulaştırdı. Öte yandan devlet yönetimlerinin mutlak meşruiyetine dair bir ön-kabulü de meşrulaştırdı. Zira küresel emek pazarlarını yönetebilmenin en önemli koşulu, mutlak ve monopol bir devlet gücünün garantörlüğünü tercih etmektir. Çoklu ve demokratik rejimler emeğin ve sermayenin bu esnek, bu akışkan selini yönetmek için fazlasıyla güvenilmez sayılır. Uluslararası neo-liberal sermaye de emeği ve sermaye akışlarını kolayca denetleyebilmek için böylece baskı rejimlerini kolay kontrat yapılacak unsurlar olarak işaretledi. Uluslararası hak örgütlerinin bu aşamadan itibaren hem itibarları hem de yaptırım güçleri sembolik düzeye indirgendi. Ötesinde, modern bir devlet sistemiyle yönetilen her “yer” de (İŞİD/ISIS’den BAE’ne, Katar’dan Taliban Afganistan’ına, ABD’den Meksika’ya) meşru yönetim sistemleri olarak kabul görmeye başladılar. Bu modern devletlerin uygun gördüğü tüm “vatandaşlık rejimleri” aynı zamanda emeğin ve sermayenin akışını da denetleyen tüm ülkeler açısından da onaylandı. Böylece, göçmen-mültecilerin hem çıkış ülkelerinde hem de varış yerlerindeki statüleri “iki kere istenmeyen” ve “güvenlik açısından tehlikeli” olarak kodlandı ve meşrulaştı.
Gerek rekabet koşulları gerekse kendi devletlerinin normlaştırdığı yeni vatandaşlık şartları, varış ülkelerindeki yerelleri de bir kez daha kendi devletleriyle iş birliğine zorluyor. Sonucu hep beraber görüyoruz: Günümüzde en gelişkin kapitalist sistemlerden tutun en berbat, en vahşi rejimlerle yönetilen devletlere kadar tümünün vatandaşları, kendi devlet ideolojilerinin dışına çıkamıyorlar. Ötekilerin, dışarlıkların, istenmeyenin (bunlar göçmenler olsun, kendi ülke vatandaşları olsun) sadece devletler tarafından değil o devletlerin vatandaşları tarafından da ne kadar kadim bir korkuyla kapı dışında tutulduğunu, yerini-yurdunu ve statüsünü kaybedenlerin nasıl da “güvenliğimize düşman” olarak adlandırıldığına bakın. İstenmeyen-makbul olmayan tanımlarının nasıl devlet-vatandaş eliyle içselleştirildiğine bakın. Bunlar içinde en az insan kategorisinde görünenler, statülerini (vatandaş olmak, gelecek güvencesi, vatan vb.) en hızla kaybetmiş olanlar, yani mülteci ve göçmenlerdir. Makbul bir insan sayılabilmenizi sağlayan şartlar gidilen ülkedeki “makbul asgari”yi kabullenmeyle ve o ülkedeki bazı networklere dahil olabilme kapasitesiyle sınırlıdır ve bu sınırlar da hemen tüm dünyada devletler tarafından belirleniyor artık. Bunun kriterleri Kıta Avrupası ülkeleri, Kuzey Amerika vb. yerlerde o anki işgücüne, sermayeye kabul edilebilecek asgari niteliklere razı olmakla sınırlandırılıyor; Afrika, Asya, Latin Amerika vb.nde ise ümmet gibi çeşitli diğer hayali cemaatlerin networküne dahil olma şartı aranıyor. Bunun dışında kalan tüm insan varlığı “res” (hakların nesnesi olan ve özellikle dava konusu olan bir kişinin aksine bir şey, mülkiyet, menfaat veya statü olarak) kategorisinde sayılıyor. Hiç oluyorsunuz yani. Bir hiç’in hakkını da kimsenin savunması gerekmez. Aksine devletler tarafından bir tür “ibretlik vaka” olarak sürekli göz önünde tutulması için de kullanılır.
En kırılgan konumda olan mülteciler ve göçmenler birer hiç ilan edilme ihtimali ile her an karşı karşıyalar. Peki, bu kırılganlığın içinde hem mülteci hem de kadın olmak nasıl bir belirleyendir?
Yukarıdaki temel savdan devam edersek, kadınlar ve çocukların ve kendi ülkelerinde de azınlık statüsünde olanların tamamı, örneğin LGBTQ bireyler, “res” kategorisindedir. Mülteci kadınların ve çocukların kendilik alanları hem yeni geldikleri devletlerin otoriteleri tarafından hem de bu otoriteyle olabildiğince hızla bütünleşerek kendilerini güvenceye almaya çalışan kendi patriyarkal alanları tarafından hızla işgal edilir, istismar edilir ve yok edilir. Kaldı ki, mülteci- göçmenlerin çoğunluğu resmi olsun olmasın kendi ülkelerindeki bağları hala taşıdıkları için patriyarkal yapılar hem kadınları, çocukları ve LGBTQ bireyleri mallaştırarak bu pazarlıkta da güçlü olmak isterler, hem de emek ve üretimlerine el koyarak her iki taraftaki pazarlıklarını güçlü tutarlar. Güçlü patriyarkal bağlar erkeklerin hem geri dönebilme hem de bulundukları yeni yerde yerleşebilmelerinin garantisidir.
Her iki uçtaki devletler öncelikle erkekleri dinler, onlara kulak verir ve onlar aracılığıyla bu nüfusu kontrol altına alır. Mülk ve aile yapıları, miktarları, üretim hacimleri, gelişme kapasiteleri vb. erkeklerin beyanıyla şekillenir ve pazarlık edilir. Tüm bu alanlar erkekliği ve erkekleri hangi yaşta olursa olsun, ama en çok yaşlı erkekleri güçlendirir. Erkekler de kadın- çocuk emeği, üretkenliği ve ondan kazanılacak olan statülerini her iki tarafla pazarlık amacıyla kullanır. Ayrıca “başıboş” bir kadın ya da çocuk ya da cinselliği denetlenmemiş bir birey hem bu itibarı düşüren hem de oluşumları “güvenlik” oltasına takılacak kadar zayıflatan, tehlikeli bir durum olarak görülür ve mümkün olduğunca yok edilmeye çalışılır.
Devletler mülteci sosyal yapıları ve patriyarkal bağları kadınlar aracılığıyla denetler, erkek dışı cinslerin bedenleri aracılığıyla da indirger. Örneğin karısı yeni ülkesinde çalışma yaşamına girebilmiş bir erkeğin statüsü yükselir ancak bu durum eğer çıkılan ülkede erkeğin patriyarkal gücünü zayıflatıyorsa, o zaman bu konu hemen kapanır. Keza eğer yeni ülkede çocuğun gerekli nitelikleri zekâ, eğitim değil ucuz işgücüyse, devletler ve patriyarka bu kuşağı böylece harcamaya kolaylıkla karar verebilirler. Eğer bağımsız bir genç kız bu networklerden çıkmaya niyetliyse, ya hemen anayurttaki bir akraba vb. ile evlendirilir ve işgücü ve hayat sömürüsü de böylece katlanarak artar. Ya da eğer gelinen ülkede eğer sömürü networkleri o kadının ev köleliği- fahişeleştirme kıskacından kurtulmaya çalıştığını veya LGBTQ bireyin bağımsızlaştığını fark ederse, o zaman kendi ülkesindekilerin de kimi zaman katkısıyla ortadan kaldırılabilir.
Çocukların, kadınların ve diğer cinslerin kendi iradeleriyle yaşama katılmaları mümkün olduğunca çok taraftan ve çok yönlü kırılmaya çalışılır, emeklerine el konulur, gelecek planları itinayla tahrip edilir ve nesneleştirilir. Bu yolla yeni devletin otoriteleri, erkeğe hem boyun eğdirmeye çalışır hem de eğer boyun eğerse onu taltif ederek yanına çeker.
Göçmen- mülteci olmak bir sınıf meselesidir ancak kadın ve çocuk statüsü bu sınıfsal yapı içinde kendi politik alanına sıkıştırılır, kadın ve çocukların ayrı bir sınıfı oluşur. Göçmen/mülteci ve kadın- çocuk olmak, LGBTQ birey olmak paramparça edilmiş bir geçmiş ve bulanık bir gelecek arasında o anda yürüdüğünüz ateşten bir köprüdür ve tüm ömür sürer. Örneğin organize ulusal ve uluslararası suç şebekeleri, İslamcı gericilik ve ISIS, kadınları birer savaş ganimeti olarak alıp satıyorlar. Bunun mevcut iktidarın, yöneticilerinin denetimi ve bilgisi dışında yapılmakta olduğunu söylemek gerçekten safdillik olur. Öte yandan, kağıtsız kadınların özelikle de cinselliği kullanılacak yaşta olanların büyük bir hızla suç şebekelerinin eline geçmesi ve hemen her yaştan kadının ve LGBTQ bireylerin cinselliklerinin sömürülmesi salt ISIS türü bir radikallikle de açıklanamaz. Toplumun kendisinden aşağı gördüğü her sosyal dokuyu önce kadınları aracılığıyla ezme gayreti, bedeni satın alınacak bir mal olarak görmesi, kadının uyanmasını engelleyerek boyun eğdirme, bunu cinselliğini aşağılayarak yapması yaygındır. Şimdiye kadar gizlenmiş olan bu gericilik ve yozluk; AKP iktidarının yolu açmasıyla övülecek, denetimi sağlayacak ve makbul bir davranış haline dönüşmüş, kadının cinselliği ve doğurganlığıyla denetlenmesi ve denetlenemiyorsa yok edilmesi, bütünüyle her başkaldıranın da yok edilmesine varan bir büyük gericiliğe varmıştır. Cezasızlık, öncelikle kadınlara ve kağıtsız kadınlara ve LGBTQ bireylere yapılanın cezasız kalmasıyla tüm Türkiye için de böyle meşrulaşmıştır.
Geçtiğimiz yıllarda İzmir’de yakılarak öldürülen 3 Suriyeli işçinin katili ifadesinde kendisine sürekli olarak notlar geldiğini, bu notlarda ‘temizle’, ‘temizliğe başla’ gibi ifadelerin bulunduğunu öne sürmüş ve bu mesajın ‘Suriyelileri öldürmek’ olarak algıladığını ifade etmiştir. Hem uluslararası alanda hem Türkiye’de mülteci karşıtlığının kişiler üzerinde yarattığı yıkımın öznellik biçimlerine etkisi hakkında neler söylenebilir?
Tüm göçmenlerin Suriyeliye, onların da toptan bir zavallı statüsüne indirgenmiş olması çok büyük bir bulanıklık yaratmaktadır. Millet de devlet de kağıtsızları ancak yoksul, zavallı, masum, kadın ve çocuk hatta o zaman da mutlaka ölü olabilirlerse benimseyebilmektedir. Kağıtsızların toplumda asla bir yer edinmemesi, para sahibi olmaması, mutlaka kovalandıklarında sürülecek kadar çaresiz bırakılmalarına duyulan büyük ihtiyacın arkasında; AKP hükümetinin yükselttiği ırkçılığın çok büyük etkisi vardır: Suriyeliler/kağıtsızlar mutlaka zavallı olarak gösterilerek, içerideki vatandaşın “bir sınıra ve bir millete, her ne olursa olsun sahip olmalarının mutluluğuyla yetinmeleri gerektiği”, “eğer dağılırsak ya da muhalif sesler çıkarsa Allah korusun sonumuzun Suriye gibi olacağı” ve “mutlaka mevcut düzeni ne olursa olsun desteklemekten şaşmamak gerektiği” vaaz edilerek, müthiş tehlikeli bir milliyetçilik ve tutuculuk yükseltilmektedir.
Öte yandan Suriye göçmenlerinin homojen olmadığını, kendi ülkelerinde birbiriyle çatışan gruplardan olduğunu biliyoruz. Nasıl ki sınıfsız, imtiyazsız ortak bir kitle olarak bir Türk milletinden söz edilemez ise, Suriye için de bu böyledir. Bilindik bir konu olmasına rağmen tekrarlamakta yarar var: 2016 yılı Türkiye’deki mülteciler için bir dönüm noktasıdır. Zira ancak bu tarihte AB’ni zorlamasıyla kağıtsızların tam sayısına ulaşabilmek mümkün olmuştur. Ancak yine de bu sayının aldığı yardımlar, Türkiye’nin eriştiği göçmen yardımı bütçesinin hangi kesimlere ve hangi STK’lara harcanmış olduğu, ana programlar vb. pek çok veride belirsizlikler vardır. Sağlık, geçim, barınma, eğitime ulaşma, gelecek planlamak için özgüven kazandırma, toplumsal cinsiyet hakları, çalışma ve seyahat hakları vb. pek çok yaşamsal konuda çok büyük belirsizlikler vardır. Daha önemlisi mülteciler/kağıtsızlar kendileri için verilen kararlarda söz ve temsil hakkından neredeyse tamamen yoksundurlar.
Neşe Özgen, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden 1984 yılında mezun oldu. 1987 yılında Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü’nde Yüksek lisansını ve 1992 yılında da doktorasını tamamladı. “Kalkınma ve Girişimcilik” başlığını taşıyan doktora tezi ile 1993 yılında Yunus Nadi Sosyal Bilimler Ödülü aldı. 2007- 2008’de Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ne bağlı Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Dekan olarak görev yaptı. Son yıllarda ana çalışma konusu sınırlar ve sınırlarda vatandaşlık üzerine. Türkiye ve dünyada kendisine sıklıkla yer bulan mültecilik olgusu/krizi üzerine de pek çok araştırması bulunmakta. Şu an ise Berlin Freie Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak çalışmaktadır.