Paris kentinin ter ve emek kokan Vanneu sokağındaki evinin karanlık odasını gaz lambasından çok Jenny’e olan aşkıyla aydınlatan, puronun keskin dumanı arasında kalemiyle tarihi deşmeye koyulan Marx, bilgiye olan açlığıyla bilginin mutlak sınırsızlığında büyük bir heyecanla dolanıyor, gördüğü her şeye sataşıyordu. Şeylerin görünen yanıyla değil, görünmeyen yanıyla uğraşmak, karanlıkta kalan parçaları gün ışığına çıkarmak en sevdiği şeydi. Bu keşfetme hali onun zihnini deli gibi kamçılıyordu. Tarihin engin derinliğine dalıyor, toplumların gelişimindeki o muazzam ışığı elleriyle kavrıyor ve geçmişten geleceğe çelikten bir köprü kuruyordu. Bilimin çapasıyla tarihi eşeliyor ve burjuva dünyanın uykusunu kaçıran tohumlar serpiyordu halkın toprağına. Elinde ki bu ışıkla karanlık dünyaya kafa tutan, gericilikle abad olan dünyanın köküne kibrit suyu dökmekten çekinmeyen bir deliydi o. Marx’ı tarif ve tasvir etmek hemen her kalemin en çok zorlandığı iştir. Çünkü Marx’ın her bir yanı hiç abartısız bir destan gibidir. Ama onun en önemli özelliği yıkıcılığındadır. Marx kelimenin tam anlamıyla büyük bir yıkıcıydı. Kendini yıkmaktan korkmuyordu. Çünkü o kendini yıkarak ilerliyordu. Hegel’den öğreniyor, ona hayran oluyor ve sonra kalkıp bu hayranlığını Hegel’i yıkarak mahkûm ediyordu. Hiçbir şeyi kutsal kabul etmiyor, tarihsel doğruların dokunulmazlık zırhını param parça ediyordu. O kafasının içerisinde koca bir balyoz taşıyordu. Kendini sürekli yıkarak ilerlemek Marx’ı Marx’tan Marksizm’e taşıyan en önemli özellikti. Yazdığı Kapital dahi nihayetinde kendini de Komünizm bilimiyle yıkacak şifreleri taşıyordu kendi içinde. Evet, hiç kuşku yok ki Marx büyük bir yıkıcıydı. Kendine karşı acımasızdı. Proletarya davasına olan bağlılıktan öz suyunu alan bu yıkıcılık, onu Marksizm’e taşıyan yegâne özellikti.
Marx’tan tam 52 yıl sonra Volga kıyısındaki Simbirsk kentinde, İlya Nikoloyeviç ve Maria Aleksandrovna’nın oğlu olarak dünyaya gelen Lenin’de Marx’ın gürzünü taşıyordu kafasında. Uzun yıllar boyunca gerçek özünden koparılan ve özelliklede dünyada neredeyse tek “Marksist” otorite olarak tanınan ve söylediği her şey kutsal bir vahiy olarak anılan Kautsky tarafından ehlileştirilen, adeta burjuva bir liberale çevrilen Marx’ı gerçek özüne kavuşturan Lenin oldu. Kautsky’in bütün müritleri ve tebaası ve de tüm burjuva ideologlar tarafından lanetlenen Lenin, Marksizm’i bu sosyal şovenlerin ve sahtekârların gazabından kurtarıp yeniden proletaryanın eline vermeyi başardı. O da ne Kautsyk ne başkasını kısacası Marx gibi hiçbir şeyi kutsal olarak kabul etmedi. Kautsyki’ye giydirilen dokunulmazlık zırhını parçaladı. Marksizm’in yaşayan ruhunu keşfetti ve bu ruhu bir adım daha ileri götürmeyi başardı. Proletaryanın bilimsel davasına bağlı olan Marx’ın bu gözü kara yoldaşı da korkunç bir yıkıcıydı. Her şeyden önce proletaryanın çekiciyle kendi kafasındaki burjuva mevzilere saldırıyor, parçalıyor ve yerine bir proleter sabrıyla Sosyalizmi kuruyordu. Geri çekilmek Marx gibi Lenin’inde doğasında yoktu. Ve Lenin de Mark gibi yıkıcıydı.
Keza Mao da her türden dogmatizme karşı proleter bilimin bayrağını bir sancak daha yukarı çekerek yoldaşları Marx’ın ve Lenin’in izinden yürüdü. Sovyet tipi devrim modelini tek evrensel gerçek diye kabul eden Marksizm’in tahribat edenlere karşı ML’nin yaşayan ruhuna sarıldı. Dolaysıyla Mao’da yıkım faaliyetinin çatışmasına korkusuzca atıldı. Lenin’e giydirilen peygamber hırkasını çıkarıp, işçi tulumunu giydirdi. Mao da yıkmaktan korkmuyordu. Dünya’yı temellerinden sarsan proletaryanın bu büyük öğretmenleri ve aynı zamanda öğrencileri yıkma ile yapma arasında ki ilişkiyi hakikatin sırrı olarak işlediler kavganın yaşam damarlarına.
Kaypakkaya da teori ve pratiğiyle bu ruhu taşıyordu. Kafasındaki her türlü tabuyu yıkıyor ve yıkarak yol alıyordu. O güne kadar kutsal olarak addedilen tüm doğruları kökünden dinamitliyor, adeta topa tutuyordu. Yani komünistler gerçeği aramaktan korkmuyor, yılmıyor ve yıkıyorlardı. Marksizm öncesi tarihte de bu yıkma eylemini pratikleştiren büyük devrimciler vardır. Hallacı Mansur’un “En el hak” felsefesini kavradıktan sonra o güne kadar yazdıklarını bir gece vakti götürüp Nil nehrine atan Şeyh Bedreddin de kendini yıkmaktan ve yeniden yapmaktan korkmayan dokunulmazlığa savaş açan bir devrimciydi mesela. Kautsky, Troçki, Kuruşçev vb.’leri de büyük yıkıcılardı. Onların elindeki gürz de Marx’ınkinden daha küçük değildi. Ama tek farkla; Marx proletaryanın gürzüyle burjuva kaleleri yıkıyordu, onlarsa burjuvazinin gürzüyle proletaryanın kalelerini…
Revizyonistlerin, Marksizm’in çizmelerini giyerek burjuva güzergâhın yolunu en sol söylemlerle adımlayanların, Marksizm’in bu yıkıcı kuvvetini anlamaları mümkün değildir. Marksizm’e karşı efsunlanmış bu ufku dar, dünyayı bastığı toprak parçası kadar sanan bataklık yolcularının Marksizm’e, sınıf mücadelesine verdiği zarar oldukça büyüktür. Kendi kutsal sınırlarına hapsolanlar bilginin sınırsız dünyasında yıkıcı bir kuvvet olamazlar. Nitekim hiçbiri kendi sınırlarını aşamayarak, proletaryanın lanetliler listesinde başköşeye oturmayı başardılar. Marksizm’i liberalize eden bu revizyonist cemaate karşı mücadele bayrağını kaldıran Lenin ve Mao, Marksizm silahına sarılarak bilim aşamasına ulaştılar.
Dogmatikler, statükocular, revizyonizmin bu yeminli kan kardeşleri de Markszimin yıkıcı gücünü anlayamadılar. İdeolojiyi nefes alan, yaşayan, sınıflarla birlikte var olan ve sınıflarla birlikte yok olacak olan dinamik bir olgu olmaktan çıkarıp statik, durağan, ölü bir dogmaya çevirdiler. Kautsky’nin bu kader arkadaşları revizyonizme karşı mücadele etmek adına Marksist ideolojinin bu dinamik ruhuna fatiha okuyup ona peygamber hırkası giydirerek tüm ezilenleri secdeye çağırdılar. Marx’a giydirdikleri dokunulmazlık zırhıyla onu kutsal ilan ettiler. Oysa Marx kutsal ilan edilen her şeye savaş açmıştı. Hareket eden hiçbir şey dokunulmaz değildir. Ve her şey hareket halindedir. İşte bu, Marx’ın en büyük gerçeğiydi. Bunu kavramayan dogmatikler Marksizmin yaşayan ruhunu zoraki bir çabayla kendi ölü algılarına uydurmaya çalıştılar. Ve bilimi bir kenara atıp Marx’ın “koruyucu ailesi” oldular. Marksizm’i her türlü saldırıya karşı korumak doğru olandır elbet. Ancak dogmatiklerin korumaya çalıştıkları Marksizm’in hakikati değil kendi algılarındaki körelmiş, kısırlaştırılmış, iğdiş edilmiş Marksizmdir. Ve bunlarında Marksizm’e verdiği zarar revizyonizmin verdiği zarardan daha küçük değildir. Tırnakları çekilmiş bu dişsiz aslanlar Marksizm’in önünde nöbet tutmaktan ehlileşip zararsız bir yırtıcı oldular.
“Kaypakkaya’dan saparız, ondan koparız” siyasetinin tek mahiyeti Kaypakkaya bekçiliği olmuştur!
Marx’ın yıkıcı kuvvetinin sırrına eren Kaypakkaya da dogmatizm tarafından uzun yıllar tahrip edildi. Bıraktığı eserle adeta kurana çevrildi. Hatta o kadar ileri gittiler ki Kaypakkaya’yı yaptığı sosyo-ekonomik yapı tahlilinin içerisine sıkıştırdılar. Kaypakkaya eşittir yarı sömürge yarı feodal diyerek onu bıraktığı eserlerin içine hapsettiler. Bu “ülke kapitalist olursa Kaypakkaya geçersizdir” demekle aynı anlama geliyordu. Ancak statik algı tarafından gözleri oyulmuş dogmatikler, asıl kendilerinin Kaypakkaya’nın içini boşalttıklarını anlamayacak kadar körleşmişlerdi. Sonuç olarak Kaypakkaya’nın önünde bekçilik yapmaktan işçilik yapmaya bir türlü fırsat bulamadılar ve hala da bulamıyorlar. Onun tarihsel koşullarla birlikte yaşadığını, ilerlediğini, geliştiğini kavrayamadılar. Kaypakkaya’yı tarihsel, toplumsal koşullardan yani köklendiği topraktan koparıp toplumlar üstü bir yere koydular. Onu dokunulmaz ilan ettiler. Oysa Kaypakkaya kendi döneminin dokunulmazlarına karşı çıkmıştı cenk meydanına. Hal böyle olunca bırakalım yeni bir taş koymayı, Kaypakkaya’yı geliştirmeyi var olanı bile aşındırmaya başladılar.
Kaybetme korkusu kazanmanın önündeki en büyük engeldir. Gerileme korkusu ilerlemenin önündeki en büyük settir. “Kaypakkaya’dan saparız, ondan koparız” korkusuyla yapılan siyaset zaten onu hiç kazanmamıştır. Ama dogmatizmin bunu bile anlayacak kadar cesareti yoktur. Onun tek görevi vardır oda bekçiliktir. Var olan temele tek taş dahi koydurmamak bunu yapmaya yeltenen herkesi revizyonist yahut anti Kaypakkayacı ilan etmek! İşte dogmatizmin kutsal, tarihsel yegâne görevi. Ülkenin eski ülke olmadığını ve bir şeylerin değişmesi gerektiğini dil ucuyla da olsa söyleyen ama yeni olan her şeye karşıda alerjik bir tutumla karşı çıkan, kendilerini Kaypakkaya’nın sahibi olarak gören dogmatizmin bilimsel bir ilerleme sağlaması ihtimali sıfırın altındadır. Çünkü onlar, tarihsel olarak sürekli ilerleme perspektifine sahip olan Kaypakkaya’yı dondurarak aşılmaz ilan ettiler.
Marx’ın aşılmaz olduğuna inanlar Lenin’e düşman oldular. Ne var ki Lenin’in en büyük aşıkları da bunlar oldular. Ve sonrasında Marx’a yaptıklarını Lenin’e de yaparak Lenin’i aşılmaz ilan ettiler. Tanrısız yaşamaktan korkan dogmatiklerin basit sıradan Tanrı arayışının pratikte ki iz düşümü işte budur. Marksizm için MLM aşılmaz değildir, çünkü bilim sınır tanımaz. Onun gücü tamda buradadır. Komünistler bu gücü referans alırlar ve yıkmaktan korkmazlar. İlk önce kendi tabularını yıkarak başlarlar işe. Çünkü komünistler mücadele noktasında aç gözlüdürler. Var olanla durdukları yerle asla yetinmezler. Hep daha ileriyi daha fazlasını hedeflerler. Aynı merkez noktası etrafında rutin daireler çizen ve bununla övünen dogmatikler bunu anlayamazlar. Çünkü dogmatizmle Marksizm birbiriyle kesişme ihtimali sıfır olan iki ayrı paraleldir. Kaypakkaya’yı sahiplenmenin yolu da onu geliştirmekten, ilerletmekten geçer. Onun cesaretini, ruhunu, yıkma gücünü anlamaktan geçer. Onun cesaretini, ruhunu yıkma gücünü anlamaktan geçer. Ancak onun geçmişi ve geleceği ele alırken sarıldığı yöntem bilimine sarılanlar bugüne onun gözlerinden bakma becerisini gösterebilirler. Kaypakkaya’yı sadece yazdıkları ve yaptıklarıyla tanımlayanlar değil, vakitsiz gidişinden dolayı yapmak isteyip de yapamadığı yazmak isteyip de yazamadıklarının peşine düşenler yaşatabilirler. Zira Kaypakkaya bitmiş tamamlanmış ölü bir olgu değildir. O Marksist bilime yaklaşarak içinde bulunduğu tarihsel toplumsal koşulları açıklayan bir yöntemdir, yöntem bilimidir. Dogmatizmin doğduğu gün kefeni biçilen ölü algısı ne bu dinamik ruhu, ne de ustaların bu yıkım gücünü anlayamaz. Çünkü o, statiktir, cansızdır, ölüdür. Yaşayan her şey ona yabancıdır. En kadim dostu ölülerin ruhudur.
Varsın dogmatizm, dogmatikler kendi dönmeyen dünyalarında kendilerini kutsal, dokunulmaz ve tek sarsılmaz otorite olarak görsünler. Biz, dönen, gelişen, ilerleyen dünyada yıkım ile yapım arasındaki diyalektik ilişkiyi referans alarak yol almaya devam edeceğiz. Çünkü bu referans bilimin köklendiği topraktır. Ve Marksistlerin ayaklarının altındaki toprak işte bu topraktır.
Son bir nokta dogmatikler Marksist değerleri ancak her dogmatik kendi içinde Marksist olmanın nüvelerini taşır. Doğru yöntemlerle ele alınırsa değer bilir ve sıkı birer Marksist olabilirler.
İÇERDEN