Bizimle iletişime geçin

Makale

İsrail’in Filistin planı

Yakın geçmişte de birçok kez görüldüğü gibi, yine İsrail’in her saldırısı sonrasında Filistin toprakları küçülmüş ve paralelinde de yeni “yerleşim alanları” açılmıştır. Yaşam, her yeni işgalle Filistin Filistinlilere zindan, zulüm olmuş ve insanlar adım adım kendi topraklarına yabancılaşmaya zorlanmışlardır.

Orta Doğu’ya tarihsel olarak bir göz atığımızda Musevilik, Hristiyanlık ve de Müslümanlığın doğuş yeri olduğunu görürüz. Dinlerin MÖ. 5000 yılından günümüze küresel bazda önemli bir rol oynadığını ve insan yaşamında göz ardı edilmez bir etkileşime sahip olduğunu söylemek mümkün. Bu coğrafya üzerinde yaşayan farklı din toplulukları ve yöneticileri hiçbir zaman birbirleriyle barışık olmamış ve nede birleştirici olabilmişlerdir. Çünkü; dinlerin insan yaşamına girmesi pekte kolay ve de spontane bir kabullenme bilinci ile olmamıştır. Her yeni dinin çıkış evresi savaşlardan, kabileler arası kavgalardan sıyrılarak kendince “tek doğru” dini inanç iddiasıyla insanlarla buluşmasını sağlamıştır.

Dinler; önce kendi “doğruları” üzerinden bir aile topluluğunu sağladılar ve bununla gücünü pekiştirmek isterken insan yaşamında ve sonrasında bir mitolojik vaka olarak korku saldılar, taraftarını insan üstü bir güç etkileşimle kendine hapsettiler.

Dinler; devamında vaat ve iddialarla insan yaşamından hafızasına dek bir ömür unutulmaz umut ve “çare” olarak yansıtıldı. Bununla; “mahşer” dünyasında bir hesap “verme-sorma” içgüdüsüyle ısrarla korku, itaatkârlık ve insanların kendi tanrısına inanmasını emrettiler.

Dinler; kendi aile bütünlüğünü oluştururken onları korumak ve bir arada tutmak istediler. İnsanların göremediği, elle tutamadığı veya açık bir iletişim sağlayamadığı o “güce”, istisnasız inanmaları emredildi.

Dinler; inanç karşısında diz çöken insanları itaat etmeleri buyruldu. Yaşam sonrası gelen ölüm insanlar için izahı olmaz bir korku ve baskı ile besler oldu. Bu nedenle ateist veya belli bir dini gruba dahil olmamak en büyük “günah” ve insan çıkmazı olarak yorumlandı ve insanlar mahalle baskısınca hep dışlandı. Mutlak olarak insanlar dinsel bağlamda bir tercih yapmaları zorunlu hale gelirken, kaçınılmaz olarak dinler arası uzlaşmazlığı da beraberinde getirdi.

Dinler; karşıtlarıyla önem arz etmiş sonsuz ve de sınırsız bir kavganın içinde hayat bularak var olmuştur.

Dinler; bundan böyle artık din uğruna savaşlar kaçınılmaz kılınmış (cihat) ve kendince meşruluğunu sağlamıştır. Denilebilinir ki Orta Doğu’da yaşanan tüm olumsuzluklar, önemli ölçüde dinden yana olan beslenmelerle güç ve taraftar elde etmiştir.                

Gerçek o ki hiçbir din barış, özgürlük, başkasının inancına veya inançsızlığına tahammül etme gerçeğine dayanmamıştır. Tarihte her dinin toplumlarla buluşma evresi ve ritüeli onun birçok savaş sürecinden geçmiş olması sonrasında ancak şekillenebilmiştir. Yoksa günümüzde inanç ve din uğrunu katliamlar, cinayetler ve savaşlar boşu boşuna Tanrı adına işlenmiyor.

Sıkça dile getirdiğimiz Orta Doğu; Yahudi yerleşimi, Arap, İslam, petrol, çatışmalar, dini fanatizm ve otoriter rejimler gibi özellikleri bağrında taşıyan istikrarsız bir coğrafyanın adıdır. Bölgede yaşananları salt Arap-İsrail çatışması olarak ele alırsak ve konuyu bununla sınırlandırırsak, bu olabildiğince dar ve eksik bir izah olur.

Her şeyden önce geniş Orta Doğu bölgesinin sunduğu zenginlikler, son 150 yılda onun jeostratejik önemini daha da artırmıştır. 1859’da bir Fransız şirketi olan De Lesseps, de Compagnie Universelle du Canal Maritime de Su Suezadı altında değişik ülke ve kurumlardan para toplar ve Süveyş Kanalı’nın açılması yönünde çalışmalara başlar. Bu proje ile Orta Doğu’nun uluslararası güç dengesi (koşulların kimden yana olup olmaması) yeni bir sürece taşıyor anlamına geliyordu. Dolayısıyla Kanal’ın açma çalışmasında yer alan en büyük ortaklardan biride Fransız şirketleriydi. İngilizler, Fransızların Kanal üzerinden Orta Doğu’da etkili bir güç olmasına hepten karşıydılar. İngilizler bunu bir türlü içine sindiremiyorlardı ve bir adım daha ileri giderek Osmanlı Devleti’nden Fransızları engellemesi istenir ve baskı yapmasını önerir. Ancak, giderekten kan kaybında olan ve birer birer egemenlik alanlarını terk eden Osmanlı Devleti, İngiliz yönetiminin istemini yanıtsız bırakır, bu dönemde Osmanlı kendi derdine düşmüştür. Afrika ve Asya’yı birbirinden ayıran Süveyş Kanalı nihayetinde 1869’da dünya gemiciliğine açılır. Kanal 1869’da 164 km uzunluğunda iken, bu 2015’de 193,3 km’ye ulaşır ve ancak tamamlanır.

Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Orta Doğu’nun jeostratejik önemi daha da artmıştır. Bölge halkları Arap kimliği ile ve bir özgüvenle sömürgeci güçlere karşı (Osmanlılar, İngilizler, İtalyan ve Fransızlar) tepkilerini açıktan dile getirirler. Arapların bu karşı çıkışı daha çok İslam ile beslenen anti-İngiliz hareket noktasında boy gösterir olmuştur. Bu yeni oluşumlarla bir anlamda Arap milliyetçiliğinin önü açılsa da dinin etkisi bütün gidişata damgasını vurmuştur. “Kutsal toprakları gayri Müslümlerden temizlemek” düşüncesiyle, dini talepler Arapların ortak hareket etme noktası olur. Zira, 19. yüzyılın ortalarında Osmanlı Devleti Orta Doğu ve Kuzey-Doğu Afrika’da etkisini yitirirken, onun yerine çoktan İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlar yerleşmiştir.       

Batı ülkelerinin Orta Doğu’ya yerleşmeleri ve güç etkisi; şüphesiz ilerleyen yıllarda “yeni” İsrail devletinin kurulmasıyla dahada öne çıkmış -ve artık Orta Doğu onların diş politikasının köşe taşları konumuna gelmiştir. Bir başka ifadeyle; İsrail’in güvenli Batı’nın güvenliği olarak kabul edilmişti. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında bu güçler Orta Doğu’da resmi olarak sömürgeleri olmasa da fiili olarak belirleyici bir güç konumundalar. Bundan böyle Orta Doğu’nun kaderi klasik sömürgecilikten yeni sömürgecilik ilişkisine evrilirken, bölge bir bütün olarak emperyalist güçlerin denetim ağına düşmüştür. Yaratılan ve de dayatılan bu mevcut durumda (denklemle), İsrail devletinin kurulması ve yaşanan uzlaşmazlıklar, Orta Doğu’yu uluslararası emperyalist güçler için birer çekim merkezine dönüştürmüştür. Bu çerçevede ABD; 1960 – 1990 yılları arasında Orta Doğu’da Sovyet Birliği’nin etki alanının daraltılması (Containmant Policy) için bölge ve bölge dışındaki tüm Müslüman ülkeleri “Yeşil Kuşak” projesine dahil eder. Bu süreçte Filistin sorununun çözümü görmezden gelinmiş ve esaslı olarak bütün Müslüman ülkeler “Yeşil Kuşak” için ABD’ye angaje olur. (Konuyla ilgili geniş bilgi için bakın: A. Can Ataş, “Emperyalist Kuşatma”, Praksis Yayınları 2022, sayfa, 135-361).

Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız Orta Doğu bölgesinin tarihsel gerçekleriyle birlikte; İsrail devletinin kuruluşundan itibaren hep bir savaş hali ve ortamı ile bugünlere gelindi. 7 Ekim 2023’den beri devan edegelen İsrail saldırıları, esaslı olarak kendi tarihsel düşününe denk düşen Siyonist bir tasarımdır, demek yerinde olur.  Bu, 1948’den kurulan İsrail devletinin hedefinde kurgulanan büyük oyunun bir projedir.

İsrail ve Filistinliler arasında süren çatışmalara hep orantısız savaş diye söz edilir. Bu ne anlama gelir? Gördüklerimizden ve de okuduklarımızdan öğrendik ki bu en genelde şu demektir:

*Düzenli ordu karşısında; yeri ve adresi sabit olmayan bağımsızlıktan yana savaşan güçler.

*Uçak, tank, tüfek ve son derece geliştirilmiş hava gücü karşısında; zaman zaman saldırı ve savunma eylemine geçen -ve gücünü halkından alan savaşanların (gerillanın) cephesi.

*Uluslararası emperyalist/kapitalist güç ve müttefiklerin birliği karşısında; halkını temsil eden ve özgürlükten yana mazlumların direnişi.

Yukarıda kısacada olsa konuyu anlamaya ve de irdelemeye çalışırken; işin özü, 7 Ekim’den beri Filistinlilere yönelik devam eden saldırılara orantısız savaş demek bile doğru bir saptama değildir. Bu savaş çok daha bambaşka (!) bir şey. Yaşananları seyrederken televizyonlarda veya okurken bir yerlerde, insanın aklına iki kelime geliyor; bu olsa olsa bir “Apokalypse” veya “Armageddon” olabilir. Bu, son olarak Gazze’de yaşanan ve hiçbir tarifi olmayan büyük bir insanlık dramıdır; “bir kefende 4 -5 ölü”, veya İsrail’in Gazze’deki El-Ehli Hastanesine 17 Ekim tarihinde yaptığı saldırı sonucu 471 kişinin hayatını kaybetmesi, 28 ağır ve 342 insanın yaralanması, “Apokalypse” ve “Armageddon ile ancak izah edilebilir bir çatışma ortamıdır.

Halen büyük ve sınırsız saldırılarla pozisyon almış İsrail güçleri, kendisine bire bir vadedilen uluslararası emperyalist güçlerin desteği ile hayalde ki Siyonist bir dünyanın kurmacası içindedir. Bu bir soykırımına yönelik “Apokalypse” veya “Armageddon” yaşanmışlığıdır. Bu savaşta da yapılanda bu değil midir?

Filistinliler 7 Ekim çatışmalarından beri halen Gazze’de canları pahasına köyünü, evini veya zeytinliklerini terk etmek istemiyor. Mazlum Filistin halkı her savunmasında, ABD ve Batı ülkeleri “kendini koruma hakkına sahip” diyerek İsrail devletini en son modern silahlarla destekler olmuştur. Yakın geçmişte de birçok kez görüldüğü gibi, yine İsrail’in her saldırısı sonrasında Filistin toprakları küçülmüş ve paralelinde de yeni “yerleşim alanları” açılmıştır. Yaşam, her yeni işgalle Filistin Filistinlilere zindan, zulüm olmuş ve insanlar adım adım kendi topraklarına yabancılaşmaya zorlanmışlardır. Biliyoruz ki her işgal sonrasında söz konusu yabancılaşma “yeni” bir İsrail haritasını gündeme taşımıştır. Dolayısıyla, hayaldeki Siyonist ülke sınırları realize etmek noktasında denklem bir fırsatla hep İsrail lehine dönüştürülmüş ve dünyaya “yeni” bölge haritası diye açıktan bir meydan okuma olmuştur.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Naziler tarafından katledilen 6 milyon Yahudi, açıktan bir soykırıma uğramıştır. Savaş sonrasında ABD ve Batı ülkeleri geride kalan Yahudilerin bu yarasını sarmak adına onları yeni baştan hayata bağlamak istedi. 1800’lerin başından itibaren bugünkü İsrail topraklarına dünyanın dört bir yerinden Yahudi göçü başlar ve bu 1945 sonrasında daha da yoğunlaşır. Orta Doğu’nun stratejik ve de ekonomik potansiyeli uluslararası güçler için vazgeçilmez bir önem arz eder. 1800’lerden itibaren Filistin topraklarına yoğun bir Yahudi göçü başlar ve bu, bugün itibarıyla İsrail’de yaşayan Yahudilerin yüzde 85’i dışardan gelenlerden oluşmaktadır. 1948’de İsrail’deki Yahudi nüfusu 650 bin iken, 1961’de 1 milyon 900 bin, 1972’de 2 milyon 700 bin, 1982’de 3 milyon 300 bin ve günümüzde 6,4 milyon olarak bilinir.

2022’de dünyada Yahudi nüfusu:

İsrail6,4 milyon
Amerika Birleşik Devletleri6 milyon
Fransa445.000
Kanada393 bin
İngiltere292.000
Arjantin175.000
Rusya150.000
Ukrayna150.000
-Almanya -Avusturalya -Hollanda118.000 118.000 30-50 bin arası

 Kaynak: CIDI, Centrum İnformatie en Documentatie İSRAEL, 26 april 2022 Nederland.

Yaşanan çatışmalara dair düşünce ve tepkilerimizi dile getirirken; buna bir Arap-İsrail veya Yahudi-Müslüman meselesi noktasında bakmıyoruz. Ne de bu “drama” bir azınlık-çoğunluk anlaşmazlığı olarak izah edilebilir bir durumdur. Temel ve de esas sorun tartışmasız olarak uluslararası emperyalist güçlerin yaşananlardan payının olması ve de seyirci kalmalarıdır.  Orta Doğu genelinde Araplar ve özelinde de Filistinlilerin yaşadıkları “hak ihlali” son kerteye taşındığı bir süreç yaşanıyor.

Filistin; Arapça Filastin, İbranice Falestina ve Latince Palaestina olarak bilinir. Bu halkın varlık tarihçesi MÖ. 12. yüzyıla dayanır ve Antik Mısıra çağından beri isminden söz edilen ve bir halkın var olma gerçeğidir. Dolayısıyla Filistin halkının varlığı, Müslümanlığın doğuşundan binlerce ve yüzyıllar öncesinde kendinden bahsetmiş ve bugün ki İsrail ve Filistin topraklarında hayatını sürdürmüş mazlum bir halktır.

Filistin tekil bir kavram değildir, ne de Hamas, İslami Cihat veya Hizbullah gibi örgütlerin düşündüğü ve de iddia ettikleri gibi Orta Doğu’da sadece Müslüman toplulukların var olma sorunudur. Filistin her şeyden önce farklı din ve etnik yapılardan oluşan heterojen bir toplumdur. Filistinliler Müslüman olmaları kadar da Yahudi, Hristiyan ve başka dini tabana sahip etnik bir yapıdır. Tarihte İslam’ın yükselişi MS 7. yüzyılda Mekke ve Medine üzerinden başlarken ve bugün ki adıyla Orta Doğu denilen bölgeye yayılır. İslam’ın yükseliş süreci ile birlikte bölgede dinler arası kavga daha da şiddetlenir ve kelimenin tam anlamıyla kabileler arası bir çatışmaya dönüşür. Bu tarihsel süreçte Museviler, Hristiyanlar ve Müslümanlar arası çatışmanın yoğunlaşmasını ve daha da önemlisi alan hakimiyetinin öncelendiği 7. ve 8. yüzyıllarda “dini” gruplaşmanın yarışına sahne olmuştur. 

Orta Doğu bölgesinin son 700 veya 800 yılları kanlı ve sekter din kavgalarıyla geçmiş (Haçlı Seferleri dahil) ve devamında ısrarla çoğunluğun azınlık üzerindeki baskısı öne çıkmıştır. Bu mevcut durumda en çok payını alanda şüphesiz Filistinliler olmuştur. Onlar; korkularında ya din değiştirmiş veya bölgeden ayrılmayı yeğlemiştir. Bununla coğrafyadaki değişim ve dönüşümler sonucu, hangi dinin çoğunluk veya azınlık olma noktasında belirleyici etken olmuştur. Yüzyıllardan beri toplumun fay hatları insan ayrımı üzerinden şekillendiği bu acımasız kavgada, Desiderius Erasmus’un (1466-1536) “dünyada en çok insan başka insandır” anlayışıyla ancak insanlık huzur bulabilir. Ve bu düşünün insanlarda içselleşmesi lazım ki, gözler başka insan varlığına takılmasın ve hor görmesin. Tüm bunların yaşanır olması içinde; etnik ve dini ayrımının olmadığı sınıfsız adaletli bir dünya gerek!



Eylül 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30 

Daha Fazla Makale Haberler